Hürriyet

>

15 Aralık 2010 Çarşamba

Yıldırım Aynı Yere Kaç Kez Düşer?


Tam yirmi gündür bunu düşünüyorum. Sürekli yaşanırsa şansızlık, sadece kötü şans olarak açıklanabilir mi? Ya da talihsizlik artık göbek adınız gibi sizi takipteyken, sadece kötü bir yıl deyip geçebilir miyiz? Gerçekten de zincirleme berbat günler herkesin başına bir dönem geliyor mu? Şayet yıldırım aynı yere iki kez düşmez deniyorsa, neden bizim ev paratoner gibi çalışıyor?
Bu yılın başlarında ailecek çıkardığımız suçiçeğinden bahsetmiştim. Üstelik ben ikinci kere yakalanmıştım bu hastalığa. Sonradan öğrendiğimize göre çok ender bazı insanlar, hepatit ve suçiçeğine karşı antikorları uzun süre bünyelerine taşıyamıyorlarmış. Ben ve oğlum da bu ender kişilerdeniz ne yazıkki. Bir-iki yıl sonra yeniden suçiçeği olabiliriz, şaşırmayın. Bu olayı normal kabul ederek devam ediyorum başımıza gelenleri anlatmaya. Bu hastalıktan iki ay sonra oğlumuz ITP denen hiç bilmediğimiz, yine ender görülen bir hastalığa yakalandı( detaylar için ITP İle Yaşamak yazıma bakabilirsiniz). Uzun bir süre ilaç tedavisi gören oğlum, iki yıl kontrol altında tutulacak ki tekrarı olmasın. Tam altıncı ay kontrollerinden yüzümüzün akıyla çıkmıştık ki, korkunç bir kulak ağrısıyla kendimi hastaneye attım. Başıma gelebilecek en kötü şeyin ortakulak iltihabı olduğunu düşünürken kıkırdak iltihabı teşhisiyle karşı karşıya kaldım. Antibiyotik tedavisine rağmen ne ağrısından ne de şişliğinden ödün veren hastalığım on gün içinde şekil değiştirerek bambaşka bir yere taşıdı beni, yüz felcine. Bir gün aniden yüzümün sol tarafının artık hissizleştiğini farkettim. Derhal doktora gittiğimde öğrendim ki, kıkırdak iltihabı kulak zonasına ( Ramsay-Hunt Sendromu) dönüşmüş. O kadar ender olurmuş ki, teşhisi koymakta zorlanmışlar, neyseki felçle tablo yerine oturunca teşhis doğrulanmış. Şu an ilaçlarla duyu kaybımı geri kazanmaya çalışıyorum, kulağımsa daha iyi, en azından işitmeye başladı. Bundan bir ay öncesine kadar yüzümdeki kırışıklılara sinirlenirken, bugün sol tarafımda gördüğüm her yeni kırışıklık için şükreder durumdayım. Çünkü o kırışıklık bana yüz kaslarımdan birini daha kullanabildiğimi gösteriyor. Şimdi, diyeceğim o ki, bu kadar şansızlık ve ender görülen olaylar bizim evde rutin halindeyse, benim kaygılı olmam normal değil mi? Ertesi sabaha kalktığımızda neremizin yamuk olacağı endişesi sizi de sarmaz mıydı? Aklı olan biri, hayatının kontrolu olmadığını, karıncadan hallice yaşadığını anlamaz mıydı? Her sabah yeniden zar attığımızı, attığımız zara göre kazanıp kaybetmekten ziyade, zarı atabilmek yani oyunda olabilmekten dolayı müteşekkir olmamız gerektiğini hissetmez miydi?
Sonuç olarak Lustral kullanıyorum. Bu kadar düşünmenin iyileşme tabloma artı sağlamayacağı görüşünde birleşen doktor ve eşim iaç içmeme karar verdiler. Ufaktan ben de katılıverdim ilaçla sakinleşenler ordusuna. Sirkte canımı en yakan görüntü, gözbebekleri uyuşturucudan büyümüş, kırbaç eşliğinde çemberden atlayan kaplanlardır. Sanırım bizim de pek farkımız kalmıyor onlardan. Öyle ya da böyle bir kırbaç başımızın üstünde ıslık çalarak dolanıyor.Onunla yaşayabilmek için ya kör ya da uyuşturulmuş olmak gerekiyor. Ben uyuşturulmuşlardanım, peki ya siz?

13 Kasım 2010 Cumartesi

Estetik-Kadere Bir Tür Baş Kaldırış


Kimin evladı olarak doğduğumuz tamamen bir rastlantı. Nerede dünyaya geldiğimiz de. Peki nasıl göründüğümüz? Binlerce gen kombinasyonundan rastgele biraraya gelmeler ile dış görünüşümüz, kafamızın nasıl çalışacağı, yeteneklerimiz oluşuyor. Tamamen başka bir rastlantı, şans. Geleceğimizin nasıl olacağı aslında doğduğumuz anda rastlantıların devreye girmesiyle belirleniyor. Bize ne kalıyor geriye? Kaderimizle savaşmak. Tüm ömrümüz boyunca bize verilenlerle savaşıyoruz aslında. Önce ailemizle, sonra çevremizle en sonunda da sorunun aslında içimizde olduğunu keşfettiğimizde kendimizle...Şayet yetenek açısından şanslıysak, kafamızda şans eseri basıyorsa biraz, yine biraz da şansın yardımıyla çevre ve aileyi aşarak bambaşka bir gelecek yaratabiliriz kendimize. Marangozun oğlu cumhurbaşkanı olabiliyor mesela, ya da bir işçinin oğlu ünlü bir bilimadamı ya da doktor olabiliyor. Demek ki daha iyisi için savaşmak içimizde var, bizi hayatta tutan yaşam gayemiz halinde belki de. Gelelim dış görünüşümüze. Onu da biz seçmiyoruz, ama tüm ömrümüzce kabullenip sevmemiz bekleniyor. Peki hayatımız için mücadele etmek bu kadar takdir görürken, vücudumuz için yapılan bu değişim hareketi neden aşağılanır?
Estetik ameliyatlarından bahsediyorum şu an. Bana göre daha iyi bir yaşam için savaş yollarından biri de bu ameliyatlar. Çünkü onlarda da bir başkaldırış, daha iyiyi arayış var. Bunun, daha iyi okul, daha iyi iş, daha iyi ev için yaptığımız uğraşılardan ne farkı var? Ailemizi ve çevremizi yendikten sonra, geriye kalan tek savaş kendimizle olandır. Dış görünüşümüz, kim olduğumuzu, karakterimizi belirleyen çok ama çok önemli bir etkendir. Güzel bir insanın kendine güveniyle, çirkin bir insanın içine kapanıklığını tabiki sadece dış görünüşle açıklamaya kalkacak kadar sığ değilim. Ama etkin olduğunu da kabul edelim. Hem de çok, özellikle de ergenlikte.
Estetik cerrahisine (çok gerekmedikçe-kazalar gibi) açıkçası karşıydım. Bunu kendini kabul etmekten ziyade, kabul edilebilir hale getirme olarak görürdüm. Kolaya kaçmak gibi gelirdi. Ama sonradan çok farklı yönlerini gördüm. Bunun kaderle bir tür savaş olduğunu farkettim. Tek başına değil,ama bir amaç uğruna, hayatını değiştiren bir müdahale olarak kadere karşı zafer. Geriye dönmemek üzere vücutta yapılan her değişim cesaret ister. Hele ki cerrahi müdaheleler, acıya dayanıklılık ve sonuçları kabullenme ister. Dozajını kaçırmamak kaydıyla hayatla mücadelede her yolu mübah, bu yollara sapanları da cesur kabul ediyorum. Olduğu yerde başarıya ve istediği hayata çaba sarfetmeden, doğru yer-doğru zaman kuralıyla ulaşanlara da şanslı gözüyle bakıyorum. Tıpkı yaşamın dünya üzerinde varolması kadar raslantısal bir şans...O yüzden Marsta yaşanacak dünya yaratmak kadar çaba ve uğraş gösteren hayat mimarlarına şapka çıkarıyorum.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Alış-Veriş Manzaraları-Yargılarımız


Dış görünüş...Asla bakmam deyip nedense tüm yargılarımızı oluşturduğumuz kabuktur aslında. İç güzellik keşfine, bu kabuğun yargılarından sonra ulaşmak için çabalarız. Red, kabukla başlar. O yüzden de önemlidir, hem de çok. Güzellik ve çirkinlikten bahsetmiyorum şu an. Sadece nasıl göründüğümüzle ilgiliyim. Örneğin, alış-verişe çıktık ve gece kıyafeti arıyoruz. Vitrininde iç çamaşırı olan bir dükkana girmeyiz. Çünkü içerde de olmadığını, zaten satmak istediği ürünü vitrinde sergilediğini düşünürüz. Çoğunlukla da haklı çıkarız. Aynı mantığı insanlar için de kullanırız aslında. Barda, gecenin bir yarısı, mini etekle çılgınlar gibi dans eden bir kız, hayatını paylaşacak uzun vadeli bir ilişki arayan kadın izlenimi vermediği gibi, ona bakan erkeğe de çerezlik eğlence hissi verebilir. Bu ikili vitrinin cazibesine kapılıp tanışınca çıkacak sonuç tamamen vitrinin eseridir. Şayet kadının aradığı sağlam ve uzun bir ilişkiyse hüsrana uğrayacağı, hatta karşısındakini de uğratacağı kesindir. Yanlış anlaşılmasın, mini etek giymenin hafiflik olduğunu düşünen bir zihniyet yazmıyor bu satırları. Sadece yargıları eleştiren, ama ne yazıkki gücüne de inanan bir yazar var bu satırlarda.
Dış görünüşümüz bizim vitrinimizdir. Dışarıdan gelenlere neler sunabileceğimizi gösterebildiğimiz yegane önyargı kapımızdır. O yüzden fikre uygun vitrin düzenlemesiyle ne karşımızdakini kandırmış oluruz, ne de kendimizi.
Bardan bulduğun kızla evlenecek değilsin ya sözcüğünü çoğu kez duymuşumdur. Bu lafın özü işte yukarıdaki satırlarda gizli. Aslında bara giden kızların gitmeyenlerden hiç bir farkı yok. Bekarlarsa uzun vadeli ilişki arıyor olabilirler, belki sadece onu aramaya bara gelmiyorlardır, o kadar. Ama oraya gelen biri hakkında bu kadar genelleme yapmak, işte tam vitrinine, hatta semtine göre dükkan seçmektir. Belki biraz tanıyınca, o mini etekli, çılgınca dans eden kızın aslında hayatının kadını olduğunu görecek adam. Ama ona engel olan bir yargı var, semt ve vitrin.
Sadece barla sınırlı kalmayalım. Hayatımızın genelinde dış görünüşümüz düşüncelerimiz hakkında fikir verir karşı tarafa. Türban ve badem bıyık, kot ve tişört, etek ve topuklu ayakkabı, boyalı sarı saçlar ve makyaj, binilen arabanın markası ve gidilen mekanlar. Hepsini okurken kafanızda bişeyler canlandı hemen değil mi? Daha tanışmadınız bile, hatta karakterler canlı bile değil bu yazıda. Ama yargılarınız görev başında.
Demek istediğim şu ki;
Doğru düzenlenmiş bir vitrin (akıllıca, içerdeki malzemeyi olduğu gibi yansıtan, ne fiyat ne de kalite konusunda gerçekçiliği elinden bırakmayan, alıcıya dürüst olan), kendisine gelen müşteri konusunda hayal kırıklığını daha az belki de hiç yaşamayacaktır, tabi alıcı ne istediğini biliyorsa. Etrafta dolanıp aradığını bulamadığından yakınanlara ithaf olunur. Gerçekte vitrininiz ne aradığınızı karşı tarafa söyleyebiliyor mu? Yoksa kısa yolu tercih edip içerde aslında olmayan cafcaflı ve eğlenceli mallarla mı doldurduğunuz vitrinizi? Buna gelen kişi içerde bulduğu siyah-gri kıyafetlere ilgi göstermeyince bozulmayın, onu kandırıp içeri sokan sizsiniz çünkü.

29 Temmuz 2010 Perşembe

Son Hava Bükücü- Avatar


Her zaman hikayelerden hoşlandım. Kimi bir filmin oyuncularından, kimiyse görsel etkilerinden hoşlanırken, ben karakterlere, onların gelişimine ve öykünün içinde yuvarlanışlarına kapılırım. O yüzden de ayırt etmeden film ve kitaplara bırakırım kendimi. Çocuk ya da yetişkin farketmez. Hem en komiği nedir bilir misiniz? En dokunaklı öykülere, en belirgin karakter yolculuklarına çocuk filmlerinde rastgelirim. O yüzdendir ki, Nichelodion, kaliteli çizgi hikayeleriyle takip ettiğim bir kanaldır. İşte Avatar'ı buradan tanırım. Her akşam, oğlum okuldan döndüğünde, beraberce otururuz ekran başına ve o mükemmel dünyanın içine akıveririz beraberce. Oğlum ne kadar anlıyor o ayrı, ama ben çok temiz ve derin bir hikaye buldum bu çizgi dizide. Şimdiyse film olmuş, 3-D karşımızda. Tabi tüm diziyi bir filme sığdırmak, hem de bu kadar derin bir öyküde imklansız. Zaten bu nedenle sadece birinci kitap filme konu olmuş. Heralde devamında üç film daha olacak, ne de olsa dört kitap tamamı. Ama tabi belli olmaz. Neyse, gelelim bence önemli olan konuya, yani öyküye. Gerçekten de çok sağlam bir hikayesi var bu filmin. Üç ayrı karakter grubunun hem içsel hem de görsel bir yolculuğu kısaca. Birinci kahraman Avatar. Dört elemente söz geçirebilen ve ruhlar ile insanları kaynaştırabilen tek insan. Dört elementin temsil edildiği dört farklı ulusun savaşı sırasında tek birleştirici kişinin Avatar olması kaçınılmaz gerçek. Ama ne yazık ki sadece bir çocuk. Onun yolculuğu bu büyük görevi kaldırabilecek kadar olgun olması üzerine. Küçük bir çocuktan, inanılmaz güçlerini, taraf tutmadan ve zarar vermeden kullanmasını bekleyecek kadar olgun insana doğru bir yolculuk. Düşününce, 40 yaşındaki bir adam için bile ne kadar zor. Ama yanında her zaman güveneceği iki arkadaşı var. Zaten onlar da ikinci kahramanlar, Katara ve Soka. Anneleri ateş ulusu tarafından öldürülmüş, babaları savaşta, iki kardeş. Katara kendi kabilesinin tek ve son su bükücüsü, bu yönüyle Avatara benziyor, çünkü, o da dünyada yaşayan tek hava bükücü.Sokanın erkek olması, Kataranın ise avatarın aklı ve vicdanı olması gelişim hikayelerinin temeli. Son ve bence en önemli kahraman ise Prens Zuko. En dokunaklı hikaye ona ait. Babası ateş kralı tarafından, daha fazla insan ölmemesi için yaptığı itiraz sonucu cezalandırılıp babasıyla dövüşe zorlanan, babasına el kaldıramaması sebebiyle babası tarafından önce dövüşte yakılıp, sonra da sürgüne yollanan prens. Başına gelenler sadece iyi niyeti ve vicdanlı olmasıyla ilgili, ama sonuç onu acımasız yapar ve onurunu kurtarıp babası tarafından affedilmek için Avatarın peşine düşer. Yanında, ona her zaman destek olan amcası vardır. Ve bu üç kahraman grubundan en büyük yolculuğu bence Zuko yapar. Başta tek derdi babasının affıyken, doğruyla yanlışı ayırt etmeye, öfkeyle değil akılla karar vermeye, ve gücüne rağmen vicdanlı olmaya giden yolu amcasının sayesinde bulur. Tüm dizi boyunca avatar ve arkadaşlarının kaçtığı korkunç düşman, aslında sadece kendi kaderiyle savaşan başka bir şanssız çocuktur, o kadar.
Merak etmeyin, ne filmi ne de sonunu anlatmayacağım. Seyrederken sadece bir çocuk filmi deyip geçmenizi engellemek için hikayesine dikkat çekmek istedim. Zaten meraklıları biliyor tüm bunları. Çünkü ister inanın ister inanmayın, tüm dünyada inanılmaz bir izleyici kitlesi var bu çigi dizinin. İnternette tüm bölümlerini, uluslararası forumlarını rahatlıkla görebilirsiniz. Her dizisini felsefesini tartışan gruplar bunlar üstelik. Çocuk olmadıklarını da rahatlıkla söyleyebilirim. Film, dizideki detaylara -mecburen- fazla girmeden, görsel olarak oldukça doyurucu, akıcı bir şekilde çekilmiş. Dizinin takipçisi bir hayran olarak Prens Zuko ve amcasının karakter oyuncu seçimini beğenmediğimi söylemeden geçemeyeceğim. Keşke çizgi dizideki kadar babacan bir amca ve içindeki öfkeyi dizginleyemeyen çekici bir genç erkek figuru bulabilselerdi. Ama sanırım yönetmen, kendi gençlik görüntüsünü bu karaktere uygun görmüş. Kimbilir, belki o da, benim gibi, en çok Zukoyu kendine yakın görmüştür:))
Bu sıcaklarda sinemeya mı gidilir diyebilirsiniz, ama ben kalkıp Bodrumda gitmişsem, inanın siz de vakit bulup gidebilirsiniz. Sırf öykünün hatırına...
İyi seyirler....

13 Temmuz 2010 Salı

Viva Espanya!!


Sonunda Dünya Kupası sona erdi ve İspanya en iyisi olduğunu tüm izleyenlere ispat etti. Hele o final maçı yok mu! Bir kadından hiç yorum dinlediniz mi? Alın size final maçının bir kadının aklında kalan detayları;
Her şeyden önce Hollanda çok sert oynadı. İspanyanın tüm oyununu bozdu, üstelik İspanya yı kızdırarak sert oynamaya zorladı. Yoksa ilk yarı bayağı bir dayandı İspanya, ama o kadar faulden sonra, salla gitsin heralde deyip ikinci yarı saldı kendi kendini. Sarı kartlar uçuştu tabi. Açıkçası sevmiyorum o kadar vurdulu kırdılı maçları. Her bir oyuncu milyon euro değerinde, sakatlanacaklar diye korkuyor insan. Üstelik oyuncular da korkuyor, ne de olsa iskartaya çıkmak var, oynamaktan kaçıyorlar. Gerçi bu dünya kupası, canlarını dişlerine taktı çocuklar, ama aynı sertlik klüp maçında olsaydı, hiç bir oyuncu kendini tehlikeye atmazdı. Neyse, Hollandayı ayrıca çok da hırslı buldum. İtici bulacak kadar hem de. Özellikle iki oyuncusu, sanki sadece onlar kupayı kazanacakmışlar gibi asılmadılar mı maça, zavallı takım, onların tek görevi bu ikisini desteklemekti heralde. Neydi isimleri Robben ile Sneijder, hırslarıyla bence böldüler takımlarını, takım oyununu bozdular. Sonuçta kaybedince de sanki şahsi kupalarıymış gibi üzüldüler. Dünyanın en iyileri olabilirler, bilemem, çünkü gerçekten ilgilenmem futbolla. Zaten bu yazı da tam bir amatör kadının ne anladığını anlatıyor. Ama bu ikisi, Holllandanın kazanmak için gördükleri kozdan ziyade, tek başına ordunun getirdiği yıkım oldular. Şahsi, amatör ve de kadınca bakış açım budur Hollandaya. Gelelim İspanyaya.... Çok zarif oynadıklarını söylemiş miydim? İzlemesi zevkli bir oyun tarzları var. Pas çok heralde, ondan eğlenceli. Bir de ufak tefek bir çocuk vardı, pek sevimli, zaten golü bulan da o oldu,neydi adı, hah İniesta. Ne kadar yumuşak yumuşak attı golünü. Gerçi oyunda olduğunu maçın ikinci yarısının ortalarında fark edebildim, ondan önce yedekte miydi, yoksa sahada görünmez adam mıydı bilmiyorum. Ama çok doğru bir zamanda çok güzel çıktı ortaya. Ha bir de Casillas var di mi? Ne kaleci ama. İyi oynamasaydı heralde skor bu olmazdı. Bunun dışındaki tüm takım üyeleri mükemmel oynadılar ve tam bir bütünlük içindeydiler. Haklarıyla kazandılar, oyunlarıyla göz doldurdular. Bu amatör kula da bir final maçını baştan sona seyrettirdiler, helal olsun!

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Şeytan Çocukta Gizlidir-2 Anne Olmak


Anne olanlar bilir, doğumdan sonra başka bir hayata terfi olur kadın. Daha iyi ya da kötü diyemeyeceğim, kişiye ve çocuğun huyuna göre değişir(!), ama farklı bir dünyadır bu. Budizm, anne olmayı bir çakranın daha açılması olarak görür. Düşündüğünüzün aksine aşağılardan bir yerde değildir, tam tersi taç çakra dedikleri evrenselliğin simgelendiği 6. çakradır. Ne alaka diyeceksiniz, işte yanıtı;
1. Bebeğiniz daha gak demeden yatağınızdan fırlayıp yanında bulduğunuz kendinizi gecenin bir yarısı. Yolda koşarken duydunuz ilk ağlamasını. Nasıl hissettiniz uyurken? Geri dönüp yatağınıza girdiğinizde bakın bakalım babaya, hiç uyanmış bir hali var mı?
2.Gecenin bir yarısı kalkıp çocuğunuzun yanına gitmek istediniz, içinizden bir şey dürttü adeta, gittiğinizde gördünüz ki çocuğunuz ateşler içinde yanıyor. İçinizde size kalkıp çocuğunuzu kontrol etmenizi söyleyen o huzursuzluk neyin nesi acaba?
3. Bebeğinizi elinize almanızın üzerinden sadece 20 gün geçti, ama şimdiden ağlama tonundan gazı mı var, aç mı, altı mı kirli anlıyorsunuz. Baba ise hala koşarak yanınıza geliyor, soran bakışlarla neyi var diyor, sizden daha mı aptal ki hala anlamıyor?
4. İçiniz sıkılıyor, bir terslik var ama nedir bilmiyorsunuz, derken telefon çalıyor, arayan oğlunuz ya da kızınız, sınavdan kötü not almış ağlıyor. Onları avuturken oh diyorsunuz, neyseki sıkıntı buymuş. Falcı mısınız yoksa?
Anne, doğurduğu canlıyla evrensel bir bağ kurar. Daha konuşamayan bebeğinin tüm sorunlarını anlayacak, 1.000 km uzaktaki oğlunun sıkıntısını hissedecek kadar hem de. Doğumda başlayan bu bağ ve sorumluluk hissi sadece annenin ölümüyle son bulur. O yüzden 40 yaşınıza gelmenize rağmen anneniz hırkanı giy der, karnın aç mı diye sorar. Çünkü annenin birinci görevi evladının hayatta kalmasını sağlamaktır. Ve bu görev asla bitmez.
Başka değişiklikler de olur annede. Örneğin kalabalık bir ortamda ilk duyduğu ses çocuk ağlamasıdır, ya da biri 'anne' dediğinde mutlaka dönüp bakar. Yanında bir çocuk düşse, elindeki torbaları bırakıp yerden kaldırır, okul müsamerelerinde elinden mendili düşüremez. Niyeyse sulugözlü olmuştur artık. Bir çocuğun başına gelen kötü bir hikayeyi dinleyemez olmuştur, anne bir kediye artık yemek verip saygı duyar olmuştur. Ne de olsa annelik müessesesi insan-hayvan dinlemeyip bizi aynı kefeye koymuştur ve empati denen şey son hızla üstümüzden geçmiştir.
Sabır denen şeyin masterını yapmak zorundadır anne. Kolay mı üç yaşında 'neden, ama neden' sorularını saatlerce açıklamak? Ya da her gün kuralları hatırlatmak, uygulanmadığında 'ama bugün söylememiştin' diyen çocuğuna 'üç yıldır hergün söylediğim şeyi hala öğrenemedin mi' diyememek? İlk yıl iki büklüm el tutarak yürütmek, sonraki iki yıl hamamböceği gibi kaçan çocuğun peşinde koşmak, kah elinde alış-veriş torbasıyla, kah kaşıkla. Üç yıl boyunca her gece en az beş kez uyanan çocuğun tekrar uyumasını sağlamak, sonraki yıllarda da gizlice koyuna girmiş çocuğun tekmeleri sebebiyle uykusuz kalmak?
İlkokulun birinci yılı...Hergece okuma ödevini yapmak, sürekli kekeleyen, aynı harfte takılıp kalan, tekrar tekrar aynı hecede dönüp duran çocuğu sabırla beklemek. Bir saatte sadece bir satırı kan-ter içinde bitirmek. Yazı bölümünü anlatmak bile istemiyorum, el yazısına geçildi ya anneler bitti zaten.
Sırf çocuklarına daha yakın, okulla daha içli dışlı olmak için okul aile birliğine giren anneler, her hafta sonu sınıf arkadaşlarını ve ailelerini tanımak için doğumgünlerine giden anneler, hep anneler hep anneler. Kusura bakmayın babalar ama, daha çoğunluk olamadınız partilerde, o yüzden hakkınızı çatır çatır yiyeceğim.
Binlerce şey sıralayabilirim, tüm anneler de başlarını sallayabilirler. Ama artık yeter diyorum ve yazımı bitirmeden önce son uyarımı yapıyorum. Anne olmak başka bir hayata adım atmaktır, hayat yolunda yürürken çok dikkatle dönülmesi gereken bir kavşaktır, geri dönülmez sokaktır. Daha buralara gelmediyseniz tekrar ve tekrar düşünün, sadece çok isteyenler mutlu olacaktır çünkü bu yaşam seçiminden...

9 Temmuz 2010 Cuma

Boşanma- Medeniyetler üstü


Evlilik, ticari, ruhani, hayati bir ortaklık. Ölüme kadar sözüyle girilen, iyi günü de-kötü günü de beraberce geçireceğinin yemini edilen, malların ortaklığı ilkesine dayalı bir sosyal kurum. Hiç bir ticari ortaklık bu kadar çaba ve özveri istemez. Zaten kimse de bir evliliğe itildiği kadar ticarete itilmez toplum tarafından. Tüm çocukluğumuz ve gençliğimiz illa evleneceğimizi öğrenerek geçer, masalların mutlu sonları olarak zihnimize kazınır. E bir de çocuk oldu muydu, ekmek kadayıfının kaymağı da gelmiştir artık. Onlar ererler muradına, biz de çıkarız kerevetine...
Ama....
Ya mutlu son değil de aslında bambaşka bir başlangıçsa? Bekarların mutlu sonu, biz evlilerin her gün çözmekle uğraştığı, üstelik bekarken asla başına gelmeyecek sorunlar yumağıdır. Gün geçtikçe de arap saçı gibi dolanıp durur. Aşk, cazibe, şehvet gibi aklı baştan alıcı faktörlerin iki yıl içinde ortadan kalkmasıyla da geri dönen akıl başlar muhasebeye. Ama tek yönlü yoldur bu çoğumuz için, dönüşü yoktur, sorun yumağıyla yaşamayı öğrenmek gereklidir. Başlar büyüklerimiz tavsiyelerde bulunmaya. Bekarken evliliğin cennet reklamını yapan bu şahıslar, şimdi tam anlamıyla tüm bu sorunların olması gereken pürüzler olduğuna bizleri inandırmaya çalışan evlilik gönüllüleridir. Biri de çıkıp, ayrılın bitsin demez. Habire barıştırma, alttan alma, idare etme derdindedirler. Ve bu harala gürelede zaman geçer, ne yaşanandan zevk alınır ne de kurtulmaya çalışılır. Zaten zamanı da geçmiştir, artık o yaştan sonra boşansan ne olacaktır falan filan...Bazen ileri görüşlü bir cesur, demoklasin kılıcını çıkarıp bu düğümü keser atar, boşanmadır bu. Ama sanki kesilip atılan sorunlar değildir de, diğer partnerin kuyruğudur. O ana kadar iki kişinin de aslında istemediği evlilik, boşanma lafını kullanan ilk şahsın alehine döner. Herkes birbirini suçlar, çevrenin önderliğinde barıştırma turları başlar. Halbuki iki kişinin vereceği bir karar. Kime ne? Ne yaşandığını biliyor musun ki, tutup yargılıyor, suçluyor ya da baskıyla barıştırmaya çalışıyorsun? Alehte söylenen şeylere inanıyorsun? Boşanma çok can yakan, insanın en özelini paylaştığı kişiden kopmasını gerektiren bir süreçtir. Bunu can acıtmadan başarabilmek çok ama çok zor bana göre. Sadece benimle olanı bir başkasıyla görme ihtimalidir o. Bir başkasıyla, bizim geçmişte yaşadığımız mutluluğu paylaşma olasılığıdır. Bir zamanlar yere göğe koyamadığınız sevdiğinizin, sizi değil, bir başkasını pamuklara sarma günüdür artık. Medeniyetimi çoktan kaybettiğim gündür artık. Beni üzeni üzmeye hakkım olduğuna inandığım andır. Heralde ilk başlar en zordur, o zaman tutabilirsek kendimizi, zaman geçtikçe, acılar küllendikçe, kirlileri dökme isteği de azalacaktır. O zaman da 'arkadaşça ayrıldık, medenice boşandık' durumuna gelinecektir.
Evliliğe de,boşanmaya da karşı değilim, yeterki baskıyla alınan kararlar olmasın. Kopan kuyruğa derman bulunabilsin, karşılıklı çeneler tutulabilsin. Sevgi bitse de saygı devam etsin. Başa gelmeden bilinmez elbet, ama emin olduğum bir şey var ki, haykırmak isterken susulması gereken andır o an...

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Uncharted 2: Among Thieves Video Game, Co-Op and Multiplayer Debut Trailer | Game Trailers & Videos | GameTrailers.com

Uncharted 2: Among Thieves Video Game, Co-Op and Multiplayer Debut Trailer | Game Trailers & Videos | GameTrailers.com

Sanal Bir Oyun Partisi


Bilgisayar oyunlarına bayılırım, gençliğimden beri. Çocukluk diyemeyeceğim, çünkü o dönemler bilgisayar pek yoktu, Commodor 64leri saymazsak tabi. Onlar bile ben lisedeyken çıkmıştı. Neyse, yaşımı daha fazla ifşa etmeden konuya gireyim. Çılgın bir oyun keyfine sahip olduğum için iki yıl önce eşim bana PS3 hediye etti anneler gününde. Tüm kadınların rüyası değil biliyorum ama ben zevkten sekiz köşeydim, itiraf ediyorum. Sonra başladık oyunlara, gel zaman git zaman oyunlardan sıkılmaya başladım, başka bir şey olmalıydı, daha insani ama yine sanal. Ve ocak ayında aldığım Uncharted2 Among the Thieves isimli oyunla yepyeni bir dünyaya adım attım. Online Multiplayer seçeneği....Uzunca bir süre eşim de ben de cesaret edip giremedik. Komik olan, eşimin bilgisayar Mühendisi olmasına rağmen çekinmesiydi. Derken bir gün, bir alış-veriş merkezinde, PS oyunları satan bir dükkanın vitinindeki ekranda, uncharted oyunun çok değişik bir versiyonunu gördüm. Ortada kahraman Drake'den en az beş tane vardı ve hepsinin üzerlerinde nicknameler yazılıydı. Orada kalakaldım. Bizim çekindiğimiz online meğer buymuş...Bir sürü insan aynı anda bir öyküyü kurup takımlar halinde oynuyorlardı. Dolayısıyla her oyun bir diğerinden farklıydı. Üstelik bilgisayara karşı oynamaktan kat ve kat zordu, çünkü her defasında değişen bir insan zekası vardı karşıda. Tek kelimeyle rüyaydı. Eve uçarak gidip internetten multiplayerla ilgili her şeyi okudum, nasıl gireceğimi, nasıl oynandığını, grupları ve eşime kurulum baskısına başladım. Neyseki kolaymış, öyle mühendis falan olmanıza gerek yok, o gece ilk kez online oyuna dahil olduk. O da ne, o kadar acemiyiz ki keklik gibi vuruluyoruz. Herkes kurt olmuş, bizler de ortalıkta vurun bizi diye dolanan kuzular. Kısa süren acemilikten sonra biz de kendimizi göstermeye başladık hafiften. Yani en azından hayatta kalmayı başarıyoruz.Fakat çok iyi oyunlar kurduğmuz grupları bir daha bulma şansımız 1/48000. Şayet eşleştir seçeneğini kullanırsam tabi. Aynı anda oyun oynayan kişi sayısı günlük yaklaşık 48000-57000 arası.)Diğeri parti kurmak. Ama bende nerde o cesaret. İşte dün gece ilk defa şans eseri eşleştiğim biriyle arkadaş olup onun davet ettiği bir partiye katıldım.Yani katılabildim desem daha doğru olur, önceden de davet almışlığım vardı ama nereye basacağımı anlayana kadar partiler bitiyordu:)) Sonuçta İspanyol bir gençle kendimi hazine avında buldum. Derken kulaklıklarımızı da taktık ve hem sohbet, hem de oyun yaptık. Fakat büyük bir sorun vardı, Dr.Pinty, benim İspanyol partner, İngilizce konuşamıyordu. O İspanyolca ben İngilizce, ama ortak dilimiz kahkahalarla saatlerce savaştık. Aramıza sonradan katılan Hollandalı arkadaşsa muhtemelen İngilizce biliyordu ama kulaklığı yoktu, dolayısıyla sadece dinledi. Dr. Pinty, bana farklı bir dünya açtı. Büyük bir sabırla İspanyolca bana parti işini anlattı, nasıl bir oyundan keyif aldığını söyledi, işin komiği ben de anladım. O güne kadar insan olduğunu bildiğim, ama çok da konuşmadığım için bana sanal gelen yüzlerce oyun partnerimin aslında birer delikanlı olduklarını, o kadar vahşi oyunları oynamalrına rağmen her konuda nasıl da sabırlı ve iyi niyetli olduklarını gösterdi bana. Ne yalan söyliyim, onlar tarafından o kadar çok vurulmuşluğum varki, onların gözü dönük, ruhsuz canavarlar olduklarını falan düşünmeye başlamıştım. Hatta bazı oyunlarda korkup kaçıyordum. Dr. Pinty ise bunun sadece bir oyun olduğunu, konuştuğumuzda işin içine kişiliklerin girdiğini gösterdi. Şayet konuşmasaydım, Dr. Pinty'i kurtarmak için kendi canımı bu kadar kolay tehlikeye atmazdım sanırım, diğer sanal partnerlarda yaptığım gibi. Kim ne derse desin, artık video oyunlarını oynayanların ruhsuz, hayattan keyif almayan, ya da asosyal varlıklar olduğunu asla düşünmüyorum. Her grupta olduğu gibi burada da istisnalar vardır tabi, ama genel kanıya katılmam mümkün değil. Dün gece ben, bu oyunda en üst seviyelere gelmiş, gözünü kırpmadan savaşa dalan, ve onlarca askerin arasından sağ çıkabilecek kadar becerikli bir gencin aslında ne kadar naif olduğunu gördüm. Beni kurtarmak için çabalamalarını, öldüğümde üzülmesini, onu kurtardığımda sevinmesini, arkamı kollamasını, en önemlisi onunla oyun oynamaktan zevk almama çabalamasını seyrettim. Teşekkür ederim Dr.Pinty, dün gece, geceme keyif, aklıma akıl, ruhuma da can verdin. Umarım bu akşam yine hatta olursun, dilini bilmiyorum ama insanlığını sevdim, partime davetlisin...

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Hayvan Hakları(!)


Uzun bir süredir hayvanseverlik konusunda insanlarımızın samimiyetsiz olduğunu düşünüyorum. Sivil örgütlerin yazıları, yardım istekleri, diğer bir hayvansever örgütle kavgaları, internette uçuşan küfür ve suçlamalar, kafamı gerçekten karıştırdı. Daha bugün, Bekir Coşkun'un bir yazısını linkleyen hayvan dostu bir arkadaşıma gelen yorumlar bile olayın ne kadar farklı boyutlara uzandığını gösterdi bana. Kemalist elitlikten vegeteryanlığa, halk olmaktan kopmaya daha nerelere gitmiş yorumlar. Halbuki yazıda sadece hayvan sevgisi anlatılmaktaydı bana göre. O zaman daha iyi anladım, ne anlatırsan anlat, karşındaki anlayabildiğini alıyor senin cümlelerinden. Sonuçta içinizde ne varsa o dışarı yansıyor. Hani derler ya, fikrin neyse zikrin odur diye, sonuna kadar katılıyorum.
Bir çok hayvansever bundan sonra yazdıklarıma katılmayacaktır, adım gibi biliyorum. Ama benim olaya bakışım bu ve o yüzden de aktif bir örgütte asla yer alamadım. Hatta en iyi dostumla bile fikir birliğimiz yok bu konuda. O yüzden de örgütlerin kavgaları çok doğal olsa gerek. Nedense herkes kendi gibi sevsin istiyor hayvanları, en doğruyu da kendi biliyor zannediyor. Ama bu imkansız...
Hayvanlara acımam ve merhamet etmem. Ben hayvanları severim, dostum gibi, oğlum ya da kızım gibi. Nasılki bir dostuma acımıyorsam, zor durumunda merhametten değil sevgimden yardım ediyorsam, görev kabul ediyorsam, hayvan dostlarıma da aynı duygularla yaklaşıyorum. Çünkü en başta acıma ve merhametin onları aşağılamak olduğunu, daha alt bir seviyede görmek olduğunu düşünüyorum. Onların da kendilerine ait bir yaşam standardı olduğuna ve kesinlikle karışmamamız gerektiğin inanıyorum. Bizim isteklerimizin ve doğrularının onları ne kadar mutlu ettiğinden de emin değilim. Bana kalsa kısırlaştırma tam bir soykırımdır. Sokak hayvanlarını yok etmektir. Sokaklarda aç bilaç, perişan ve hasta, acı ve işkence çekerek yaşamaları daha mı insancıl diyeceksiniz. Ben de diyeceğim ki, onlar hakkında insan gibi düşünmeyi bırakın, çünkü değiller, onların istekleri sizinkilere benzemez, onlara iyilik yapmak istiyorsanız kendi vicdanlarınızı rahatlatmak amacıyla köklerini kurutacağınıza, tüm anaokullarına yönelik eğitim programları düzenleyin. Bundan 20 yıl sonra hayvansız sokaklardansa, hayvanlarla beraber yaşamayı öğrenmiş sevgi dolu insanlar olsun etrafımızda. Ben Avrupaya gittiğimde hep bir eksiklik hissederim. Ayağıma kedi dolanmaz, köpek göremem kendi mahallesini koruyan. Ve o sokaklar bana çok yavan gelir, sıkılırım. Sandiviçimi paylaşacağım kediyi bulamamak beni üzer, özlerim. Medeni dediğimiz bu toplumlar başıboş hayvanların kökünü başarıyla(!) kurutmuştur çünkü. Medeni ölümler düzenlerler acı çekmesinler diye. Biliyorum karşısınız acıya, ama ben de ölüme karşıyım. Kimsenin yaşama ve üreme hakkını elinden alamazsınız, şayet onu kendinizden aşağı görmüyorsanız. Bu nasıl bir hayvanseverliktir ki, içgüdülerini yok etmeyi kendinizde hak sayıyorsunuz. Bundan 20 yıl sonra çocuklarınız sokakta kedi yavrusu sevemeyecek, mahallenizin bir köpeği olmayacak. Çünkü onları doğuracak hayvanları kısırlaştırıyorsunuz. Avrupa'ya dönmekse hayaliniz, bu benim kabusum olur. Mahallemi paylaşmak istiyorum ben, her yeni doğan yavruyu takip etmeyi, onların büyüyüp ilk yavrularını peşlerine takıp evime getirmelerini istiyorum. Hayvanlarla beraber yaşamayı bilen insanlar istiyorum çevremde. Oğluma hergün mama verip kedileri doyurmaya yolluyorum. O da evlatlarına bu zevki yaşatsın, mahallenin kedilerini kucaklatsın istiyorum. Ama biliyorum, çok şey istiyorum. Çünkü bize Avrupanın dayattığı çözüm hayvansız bir hayat, tıpkı kendilerinin olduğu gibi.
Neler dediğiniz biliyorum şu anda. Çünkü tüm dostlarım aynı şeyleri söylüyor bana, o kadar çok artıyorlarki, o kadar acı çekiyorlar ki, o kadar işkence görüyorlar ki, onlar da istemiyor yavrulamak, kısırlaştırınca ömürleri uzuyor vs. vs. vs. Gerçekleri görmüyor değilim, sokak hayvanlarının neler çektiğini bilmiyor da değilim sakın saldırmayın hemen. Biz nasıl uğraşıyoruz dediğinizi de duyuyorum, ama yaptığınız işe zerre kadar inanmıyorum. Ömrüm oldukça çevremde hayvanların olmasına uğraşacağım, onları korumaya ve kurtarmaya devam edeceğim, anasız yavruları kuyruğu kulağı dikilene kadar evimde misafir edeceğim, yolda yaralı bulduklarımı tedavi ettireceğim, çocuğuma ve arkadaşlarına bir hayvanı nasıl seveceklerini öğretip onlarla olmaktan keyif almayı öğreteceğim, yani bugüne kadar ne yaptıysam aynen devam edeceğim. Ama tek bir hayvanı bile kısırlaştırmayacağım. Anaokullarının veli katılım günlerine yavru kedi götürmeye devam edeceğim,hayvanları dost olarak eş canlı olarak görmeleri için çalışmaya devam edeceğim, petshopların kapatılması için uğraşacağım, sirklerin ve hayvan gösteri yerlerinin yeryüzünden silinmesi için çabalayacağım. Ama tek bir hayvanı bile kısırlaştırmayacağım.
Çünkü ben, onları kendimle eş görüyor ve bu haklarını ellerinden almaya kendimi yetkili ve istekli bulmuyorum.

1 Temmuz 2010 Perşembe

2. El Kadın



Çok değil, iki ya da üç ay önce, İstanbul'un göbeğinde, üniversite mezunu, son derece açık fikirli olduğunu düşündüğüm, gayet iyi yerlere gelmiş, eşiyle beraber hayatı kazanan bir erkek arkadaşımla karşılaştım. Uzun süredir görüşmüyorduk, oturup bir yerlerde laflayalım dedik. Konu konuyu açtı, derken yeni aldığı arabasına geldik. Çok da samimi olduğmuz için çekinmeden, bence biraz da düşünmeden bir laf etti.
-Babam her zaman derki iki şeyin ikinci eli alınmaz. Biri araba diğeri...Durdu tabi.
Aldığı ikinci el arabayı anlatıyordu halbuki. Bir anda beni bir malla aynı sınıfa soktuğunu anladı sanırım. Hiç bir şey demedim, konuyu arabalara getirip sohbeti bitirip ayrıldık. Ama bu cümlesi aklımdan hiç çıkmadı. Bugün Rize Belediye Başkanımızın nacizane kuma tavsiyesine de işte bu olay yüzünden katiyen şaşırmadım. Şayet bir ülkenin aydın yüzü, dul ya da bakire olmayan kadına 2. el diyebiliyorsa, Belediye başkanımız da kumaya haydi haydi hayırlıdır der. Peki, siz niye şaşırıyorsunuz? Bu ülkedeki çoğunluğun kuması, zengin ve kültürlü tayfasının metresi, genç erkeklerin de evlenmeden önce ellerse 2. el malı olan kadınlara erkeklerin nasıl baktığı sizi niye şaşırtıyor? Bunu doğal hatta olması gereken şey sayan erkekler o kadar fazla ki, sanırım tek şaşıran biz zavallı kadınlar oluyoruz.Ne yaparsak yapalım, okuyalım, çalışalım, para kazanalım, ünlü olalım, fikrimiz bir yerlerde soruluyor olsun, biz kadınlar hep yukarıdaki kriterlere dahil oluyoruz. Birilerinin karısı, metresi, kuması veya dulsak piyasadaki 2.el malı.
Yıllardır Güzin Ablanın köşesini takip ederim. Sakın küçümsemeyin, 21.yy.da Türkiyedeki kadın ve erkeklerin gerçek yüzüdür o sayfa. Halen kumanın ne kadar yaygın olduğunu, bakirelik zarını kime diktireceğini soran kızların ne kadar çok olduğunu, ya da seviyorum ama bakire değilmiş ne yapacağım diye soran erkeklerin varlığını öğrenin. Hatta çevrenizde kaç kişinin 2.el zihniyetinde olduğunu biraz araştırarak bulun. Sayısına inanamayacaksınız. Burası İstanbul diyen bir reklam var ya hani, inanmayın ona. İstanbul'un göbeğinde, üniversite mezunu, aydın bir adam söyledi bana, iki şeyi ikinci el almayacaksın, birisi araba, diğeri...

24 Haziran 2010 Perşembe

Ölümsüzlük


Bir gün, bir bakmışsınızki ölüm kaybolmuş. Kimse göçmüyor bu dünyadan. Düşünsenize ölüm artık yok semtinizde. Peki ne olur o zaman? Korkunç bir düzen yıkımı tabiki. En çok kimler etkilenir bu olaydan? Ölüm kimlerin ekmek kapısıdır toplumda? Akla ilk gelen dinlerin çöküşüdür. Çünkü tüm dinler ölüm üzerine satar malını. İyi bir hayat yaşama sorumluluğunu bile ölümden sonraki havuç ve sopayla sağlamaya kalkar din. Ölüm kalkınca, kim alır onun sattığını? Felsefe çökmeye başlar, sonuçta neden geldik, nereye gidiyoruz üzerine başlayan bir düşünce temelidir. Belki ekseni kayar, neden ölemiyoruz'a dönüşür. Mezarlıklara gerek kalmaz, onun yerini bir türlü ölemeyen yaşlı insanların bakıldığı 'Mutlu Sona Hazırlık' evleri alır. Genç nesil, bir süre sonra ölemediği için sayıları hızla artan yaşlılara bakmaktan başka bir iş yapamaz hale gelir. Hayat piramiti ters yüz olmuştur artık. Sigortacılar muhtemelen ölüm sigortalarını iptal edip emeklilik sigortası haline getirirler, ama ne kadar iflas etmeden dayanırlar, merak konusu. Çünkü hala çalışılabilir yıl sayısı 40 iken, emeklilik yıl sayısı sonsuzdur. Hastaneler dolup dolup taşmaya başlar, çünkü hiçbir hasta ölemediği için tedavileri sonsuza kadar devam etmek zorunda kalır. Yani bir bakardınız ki, toplum üretim toplumundan, bakım ve tedavi toplumuna dönüşmüş. Yükselen sektörler de sağlık ve yaşlı bakım hizmetleri olmuş. Tabi burada ekonomik başka parametrelere asla girmiyorum, sadece sosyolojik bir bakış bu. Ayrıca ben bakmıyorum, JOSE SARAMAGO, yazdığı ÖLÜM BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ kitabında anlatıyor bunları. Ne yazıkki çok geç tanıştım bu yazarla. İlk okuduğum kitabı KÖRLÜK'tü. O da birden bire görme yetisinin bir ülkede salgın halinde ortadan kalkmasıyla başlayan bir kaosu anlatır. Tıpkı bu kitabında ölümün ortadan kalkmasıyla başlayan toplumsal çöküşü anlattığı gibi. İsim, yer ve tarih kullanmaz. Ama yarattığı karakterler sizi heyecanlandıracak kadar gerçektir. O kadar gerçektir ki tanımlama ve betimlemeleri, kokusu burnunuza gelir.
Geçen hafta, 98 yaşında, yaşadığı Kanarya Adalarında hayata veda etti, 1998 yılı Nobel Edebiyat ödülünü alan bu büyük yazar. Bana, uzun zamandır kitaplarda bulamadığım yaratıcı fikirleri, felsefesi, sosyolojik bakış açısı, ahlaki ve ekonomik sonuçları ile tam bir edebi ziyafet sunan bu büyük yazarı daha okumamış tüm dostlara öneriyorum. Kitap okumak sadece vakit geçirmek değil, bir tür akıl oyunudur, zeka geliştiricidir, hayata farklı bakmaktır diyenler bu yazarı gerçekten beğenecekler.
Zevkli okumalar....

22 Haziran 2010 Salı

Ben Asker Kızıyım

Ben asker kızıyım. Türkiyenin değişik illerindeki farklı lojmanlarda yaşayıp, ismi hep Atatürk Lisesi olan okullarına gittim. Bir okulda iki yıldan fazla kalamadım. Ya da bir evde. Ve ben babamı her gün, bu gün patlatılan servise binerken izledim. Onu ve tüm arkadaşlarımın babalarını. Onlar, yeşil giymiş, apolet takmış, şapkalı babalardı bizim için. Biz de binerdik o servislere, tıpkı bugün patlatılan servise binen genç kız gibi. Babalarımızın yanına oturur, ya kursa, ya okula, ya da babamızın yanına giderdik. Bazen sadece servis çarşıdan geçiyor diye binerdik, gezmeye gitmek için. Babam öğretmendir. Subay kıyafeti giyer, apolet takar, ama her gün bir yatılı çocuğun başını okşayarak gelir eve. Babamın silahı var, ama 40 yaşındayım, bir kez kullandığını görmedim. Sanırım babam da bilmiyor nasıl kullanıldığını. Ama adı asker.Yaptığı iş eğitimcilik. Ve babamın bindiği servis hep öğretmenle dolu olur, çünkü askeri okula gider servis. Biz de o yüzden bineriz bazen, okula gidip, biraz test çözmek için.
Akşamları altıda lojmandaki tüm çocuklar toplanır, çünkü servisin gelme vaktidir. Sıralanır, bekleriz. Babalar inmeye başlar. Hepsi yeşil, hepsi şapkalı, oyun başlar, kim kimin babası. Çünkü o kadar aynıdırlar ki uzaktan, kimse tanımaz babasını. Ben hariç. Çünkü kopya hakkım var. Çünkü kedimiz Tarzan, her akşam, tıpkı benim gibi, servis saatinde babasını bekler. Ve babalar indiğinde koşarak yanına gider babamın. İşte benim babam, yanında yürüyen,kuyruğu havada siyah kediyle konuşarak gelen yeşil kıyafetli, apoletli adamdır.
Sevise bindiğimde kendimi hep güvende hissederim. Çünkü babamın yanındayım. Önümde Özlemin babası, arkamda Hakan'ın babası. Bu kadar baba varken başıma ne gelebilir ki? Eminim bugünkü kız da böyle düşünmüştür.
Askeri yurtta kaldım üniversitedeki ilk yılımda. Her gece oda arkadaşım Gamze babasının hayatta olup olmadığını merak ederdi. Biz asker çocukları babamıza çok güveniriz, ama hep içten içe onları kaybetmekten korkarız. Gamze de korkardı. Lojmanlarına füze saldırısı düzenlendiğinde, babasının arabasının yoluna mayın döşendiğinde. Kızıltepe'de hayat zordur. Alay komutanı olmak daha zordur. Gamze'nin babası kalpten vefat etti emekliliğinin hemen başlarında. Gamze buruk sevinir, en azından suikaste kurban gitmedi der, oyle olsa çok üzülürdüm.
Mahallemizdeki çocuklar bizi kıskanır, lojmanlarımızı, kamplarımızı. Sanırlar ki keyif içindeyiz. Ama onlar babalarını her gün işe güvenle yollarken, biz güvendiğimiz babalarımızı savaşa yollarız. Olmadığı söylenen savaşa. Akşama da servisten inecek mi, servis eve varacak mı diye bekleriz. Bizi kıskanan çocukları aslında içten içe biz kıskanırız. Aynı evde doğup büyüdüğü, aynı okuldan mezun olduğu, ve babasının hayatından hiç endişe duymadığı için.
Bugünkü kızla aramdaki fark sadece 25 yıldır. Onun dışında ben oyum aslında. Ölümü bir cinayettir. Tek suçu babasıyla olmaktır. Sadece 17 yaşında.....
Çok ama çok üzgünüm bugün. Tüm çocukluk anılarım lekelendi bugün. Demekki biz güven içinde babalarımızla servise binerken, asıl tedirgin olan onlardı. O zaman en korkunç şeyin babamı kaybetmek olduğuna inanırdım. Bugünse bir anne olarak, evlat kaybından daha acı bir şey olamayacağını biliyorum. Bugün bir kadın hem kocasını hem evladını kaybetti. Belki bir çocuk hem ablasını hem babasını. Halbuki sadece işe yollamışlardı sevdiklerini.
Bugün kaybettiğimiz babalara ve benim genç kızlığıma Allah rahmet eylesin. Bunu yapanlarla ilgili hiç bir şey demiyorum, çünkü gerek yok artık. Ben sadece size aslında kimlerin şehit olduğunu içlerinden biri olarak anlatmak istedim o kadar.
Başımız sağolsun....

15 Haziran 2010 Salı

Şeytan Çocukta Gizlidir! 1 -Hamilelik-


Onları çok ama çok sevimli bulur, yollarda severiz. Komşununkini kucağımızdan indirmeyiz. Gün gelir evleniriz, ertesi gün baskılar başlar, çocuk ne zaman? Baskılara ve reklamlara dayanamaz bebek yapmaya karar veririz. İşte o an hayatımızda doğru gitmeyen şeyler başlamıştır. Herşeyden önce seksin zamanı hevesimizle değil, yumurta takvimimizle belirlenir. Kız ya da erkek olması için Çin takvimi tercih edilir, özel beslenme uygulanır. Tüm bunlar tutmazsa, doktora gidilir, o illaki tutturur!
Sonuç; Hamilesinizz....
İlk Ay
Zaten öğrendiğinizde ilk ayı hemen hemen bitirmişsinizdir. Problem olmaz, aile, koca, karı acayip mutludur.Tek sorun evli olmayan bayanlarda görülür. Ya hamilelikleri ya da bekarlıkları bitmek zorundadır çünkü. Sonuçta en az acılı olan, daha doğrusu mümkün olan sonuç seçilir.
İkinci Ay
Ammannn, mide bulantılarının ayıdır. Ne iğrençtir, tanrım, insan hatırlamak istemez. Hele o uyku yok mu? Nasıl bastırır adamı aniden işyerinde. Tutamaz gözlerini insan da, kapayıverir tatlı tatlı. Yani ya uyursunuz ya kusarsınız. İştah mı? O da ne? Hamileliğin ilk üç ayında kadınların çoğunun kilo verdiğini bilmiyor musunuz yoksa?
Üçüncü Ay
Mide bulantısı azalır, düşük tehlikesi azalır, artık eşe dosta yenilmiş olan bu haltın anlatılma zamanıdır. Hayret çığlıkları ve mutluluk nidaları arasında gururlar okşanır, anne-baba adayı çok iyi bir şey yaptıklarına iyice inanırlar. Halbuki bilmezler, doğumdan sonra bu arkadaşların hiç biri onlarla sabahlamayacak!Hatta, bebekten ve mecburiyetlerinden çok sıkıldıkları için artık sizinle görüşmeyip kendileri gibi çocuksuz çiftlerle takılmaya başlayacaklar. Ama bu dönemde merak etmeyin yanınızdalar. Çünkü halen gece çıkabiliyorsunuz, az da olsa içebiliyorsunuz, ve en önemlisi eve istediğiniz vakit dönebiliyorsunuz. Çıkarın keyfini, çıkarın. Altı ay sonra göreceğiz halinizi!
Dördüncü ay
Artık göbek hafiften büyüyor. Pantolon ve eteklerin beli sıkmaya başladı. Bir heves hamile kıyafetlerine gidiyorsunuz. Nedense sizin hamile değil bir fil olduğunuzu düşünerek üretilmişler, benim kadar minyonsanız hiç bir şey alamadan çıkıyorsunuz. Ayrıca ne kadar zevksiz olduklarını anlatmayacağım bile. Onlarla işe ve gezmeye değil, ancak rahibeler korosunda şarkı söylemeye çıkabilirsiniz. Terzide alıyorsunuz soluğu, ilk kıyafetler dikilmeye başlanıyor. İştah arttı biraz biraz, ama garip garip huylar da başgösterdi. Mesela farklı kokular duyuyorsunuz, bir tek de siz duyuyorsunuz. Kocanız bile size kokuyor olabilir. Et pişen eve giremiyebiliyorsunuz. Ya da balığın düşüncesi bile midenizi kaldırabiliyor. Bir anda sadece erik yemek istiyorsunuz, ya da kiraz, ya da kış ortası karpuz. O olmazsa sanki öleceksiniz. İki kilo erik satın alıp da tezgahtan yine de iki tane çalıp cebinize atıyorsunuz. Çünkü Hamilelik mantıksızlıktır . Bu arada ilk defa içinizde pır pır hissi oluyor. Bebeği ilk hissedişiniz. Ama kim demişse halt etmiş, her hangi bir bağ hissetmiyorsunuz. Tek hissettiğiniz, karnınızda kanat çırpan bir kelebek ve onun yarattığı bir fenalık.İçiniz bulanıyor. Karnınızı yağlamalısınız artık, yoksa koca koca çatlaklar açılabilir. Artık her hafta karnınız ve kasıklarınız ağrıyor. Derinizin gerildiğini hissediyorsunuz, kasıklarınız ve yumurtalıklarınız sanki küçük cüceler asılmış da sallanıyor gibi acıyor. Tek güzelleşen yeriniz memeleriniz. Büyüdü ve dikleşti. Ama lanet olsun, dokunamıyorsunuz bile hassaslığından. Gitti tüm fantaziler.
Beşinci Ay
Hareketleriniz artık kısıtlanmaya başladı. Ama kendinizi daha iyi hissediyorsunuz. Sanki poponuza bir jet motoru takıldı. Ne enerji o öyle. Kutsal hormonların mucizesine hoş geldiniz. Ne o cildiniz pırıl pırıl, ya o saçlar? Hayatınızın en sağlıklı zamanındasınız sanki. Merak etmeyin iki ay sonra geçecek.Göbeğiniz büyüyor ve kaşınmalar başladı. Habire yağlıyorsunuz ama ne çare! Acıyor işte, gerginlik hissi geçmiyor. Ayrıca duygusal hayatınız allak bullak. Ota boka ağlıyorsunuz. Mantıklı kararlarda ciddi düşüş var. Eşiniz bu işten sıkılmaya başladı. İlk aylardaki o heyecan ve şevk bayağı azaldı. Daha şimdiden kavgalara başladınız. Hoşgeldiniz ebeveyn dünyasına. Duvar kağıdından yatağa bir sürü kavga konusu sizi bekliyor, hodri meydan.
Altıncı Ay
Karnınız bayağı büyüdü, seks hayatınız pek kalmadı varsa bile ani kasılmalarda problem yaşamaya başlıyorsunuz. Orgazmı bebekler pek sevmiyor nedense!Pozisyon mu o da ne? Bir tane bulduysanız şanslısınız. Tekmeler başlıyor dikkat. O küçücük ayakların bu kadar can yakacağını kim bilebilir ki? Üstelik ne zaman olacağı meçhul. Bir toplantının ortasında aniden sizi yerinizden fırlatabilir, ya da tam bir sunumun ortasında bebek dönmeye karar verir, o an sanki bir boşluğa düşersiniz, aklınızda ne anlatacak konu kalır, ne de slayt. Rezalet an meselesidir. Yine de bunlar iyi günleriniz. Daha beter üç ayınız var, kolay gelsin.
Yedinci ay
Hormonlar bu aydan itibaren size enerji vermez, aksine sanki yere yapıştırır. Derinizdeki gerginlik ve patlama hissi dayanılmazdır. Küvet şayet yüksekse, içine yardımsız giremezsiniz. Altınızı göremediğiniz gibi, ayak tırnaklarınızı bile kesemezsiniz. Koca karnınızla ağırlaşmaya başladınız. Bebek de güçlendi hani. Bir tekme karaciğere, bir tekme böbreğe. Ama en fenası, sidik torbası. Üstüne yerleşti mi, o çişim var hissi hiç geçmez. On dakikada bir iki damla çiş için tuvalete taşınırsınız. Geceleri uyku saatinde genelde bebekler tekme ve hareket zamanına geçerler. Bu uyumsuzluk uykusuz geceleri başlatır. Zaten dönemiyorsunuz da yattığınız yerde, uygun pozisyona tam geçtiniz ve uyuyacaksınız, dua edin bebek harekete geçmesin. Yoksa, haydi baştan bul bakalım uygun uyku pozisyonunu!
Sekizinci Ay
En uzun aydır zorlu geçen, çünkü dokuzuncu ayda genelde sezaryen olunduğu için kısa geçer. Bu ay uyku yoktur. Sırtüstü yatamazsınız, omurganız ağrır, yan dönemezsiniz anca kocanız sizi çevirir. Zaten on dakikada bir tuvalete gitmeniz gerekir. Kabus gibi bir aydır, at gibi ayakta uyumak istersiniz. Dahiyane fikirler üretirsiniz tavana sabitlenen bir tür askı gibi. Onunla ayakta uyuyabileceğinizi falan düşlersiniz. Alafranga tuvalette çişinizi yapamadığınız zamanlar olabilir, küvette çömelerek deneyin o zaman, belki o zaman çişim var hissinden kurtulursunuz. Ayakkabılarınız başkası bağlar artık, tabi ayağınıza sığıyorlarsa. İki numara falan büyüyebilir ayaklar çünkü. Bebek bir tür aliendır. Ayağını derinizin üzerinden görebilirsiniz. İki ay önce aman aman ne şirin diye bakıyordunuz, artık alien filmi geliyor aklınıza. Karnımı yırtıp çıkar mı acaba?Acı mı, o sizin göbek adınız artık!
Son Ay
Ne diyim, en azından artık kurtuluyorsunuz. Çok yakında bedeninize kavuşacaksınız. En azından altı aylık görüntüsüne. Çünkü doğurunca karın hemen küçülmüyor. Ama geceleri uyuyacağınızı hayal edip, rahatça işeyebileceğinizi düşünüyorsunuz. İşemek kısmı tamam. Ama uyku? Bebek doğunca? O zor be!!

Nasıl, hiç reklamlardaki gibi değil di mi? Hani o güzel, bakımlı anne adayları, sevgiyle karınlarını okşar TVde. Ama bunu yaşamadınız, heleki son üç ay. Tabi anlatmadılar size gerçekleri. Yoksa kim doğurmak isterki? Aynen evliliklerin de aslında öyle aman aman mutluluk sebepleri olmadığını söylemedikleri gibi.Bakın ben söylüyorum işte. Ama büyük bir olasılıkla inanmıyorsunuz bana, abarttığımı düşünüyorsunuz. Evet belki biraz yanlı anlattım, yani sadece zorluklarını, sanki güzel tarafı yokmuş gibi. Var tabi, tüm çevreniz ve eşiniz size kraliçe gibi davranır, bu da harikadır gerçekten. Ama bedeninizde olup bitenler, hiç te öyle kolay ve haz verici olmaz. Aksine acı dolu ve iz bırakıcıdır.Kadın için hamilelik tam bir travmadır, asla unutulmaz. Tıpkı erkeklerin askerlik anıları gibi. Ama onlar görevlerini bitirir, o dönemi kaparlar. Siz ise daha yeni başlayan ve tüm ömrünüz boyunca sürecek bir görev için sadece hazırlık yaparsınız. Anneliğe. Ne diyeyim, kolay gelsin!!!

Coming Out


Türkçesi biraz muallak. Daha doğrusu tek bir kelimeyle tam doğru çevirisini bulamadım. Çünkü içinde hem 'gönüllü' olmak var,'paylaşmak' var, bir tür 'itiraf' var. Ama itiraf tam da uymadı, neyi itiraf eder insan, bir suçu, bir yanlışı? O zaman bu duruma uymuyor itiraf. Başka ne olabilir? Neyse ne, çok da önemli değil, siz anladınız konunun ne olduğunu. Bir hayat tarzı ve seçimin çevreyle ve toplumla paylaşımı. Bu konuyla ilgili yıllardır düşünürüm, diyeceksiniz ki sana ne, olur mu, tabi ki hepimize bir şey.O yüzden siz de düşünün diye yazıyorum bu yazıyı.
Her şey millattan önce bir günde başladı. O gecenin benim için bir milat olacağını bilemezdim doğrusu. Sıradan bir gece ve sıradan bir telefon görüşmesiydi. Ama sıradan olmayan duygular vardı arkadaşımın sesinin titreşiminde. Özel birinden bahsediyordu, aşık olmuşsun dedim hemen, sonra da ekledim, kim bu şanslı kız? Biraz duraksadı, 'gelsene, daha rahat konuşuruz' dedi. Atlayıp arabama gittim. Oturduk önce dağınık salonunda. Hep pasaklı olmuştur, o gece de farksızdı ev, sarışın kedisi yayılmış yatıyordu minderde, yanına kıvrılıverdim hemen. Sonra da başladım sorgulamaya. O da ne, susuturdu beni hemen. Dikkatle dinle dedi. Sana bir şey söylemem gerek.
-Aşık olduğum kişi bir kadın değil, erkek.
Nasıl yani? Benim straight aklım ve geçmişim ve o genç yaşım bunu asla anlayamıyor o an. Canım arkadaşım, neredeyse beş yıldır herşeyimi paylaştığım dostum aslında bir ne?
-Gay'im ben.
O da ne demek? Hani televizyonlarda gördüğümüz, fahişelik yapan, kadın elbiseleri giyen o korkunç yaratıklar mı?( Bakın, ne kadar sığım o zamanlar-medya görevini yapmış, önyargılarımızı başarıyla oturtmuş kafamıza). Gizli kamera nerede?
-Saçmalama, yok öyle şeyler, en azından senin inandırıldığın anlamda.
Kafam karmakarışık. Bir yanda bana öğretilen tuh-kakalar, diğer yanda, çok iyi tanıdığım, çok ama çok sevdiğim bir insan. O iğrenç değil. Biliyorum, son derece tatlı, harika bir dost. Ona inanmalıyım, inanmak istiyorum. Çünkü onu kaybetmek istemiyorum. Ama anlamaya ihtiyacım var, doğrularımı değiştirmeme yardım et.
Ve başlıyor bana tüm yalınlığıyla gaylik hikayesini anlatmaya. O güne kadar hiç duymadığım, bilmediğim bir dünya bu. Önce önyargılarımı yıkması gerek, sonra da üstüne yeni ve temiz bir dünya kurması. Tüm gece konuşuyoruz. Daha doğrusu o anlatıyor, ben dinliyorum. Meğer dostum ne uzun ve zorlu bir ruh yolculuğu yapmış. Kabullenmek, kendini bilmek, üstüne de çevrene anlatıp kabul beklemek. O, benim belkide o olmasa gelemeyeceğim olgunluğa çoktan gelmiş, çevresini de olgunlaştırıyor. O gece çok önemli bir şeyi sadece öğrenmedim, hissettim ve inandım. Aslolan bir canlı olmaktır, yargılamak bize düşmez, bizim görevimiz koruyup kollamak, destek olmak, bir olmaktır. Tercihler kişiye özeldir, cinsel kimlik asla ve asla kim olduğunu belirlemez. Belki ekstradan bir olgunluk ve akıl katabilir o kadar. Bu ekstralara da heterolarda pek rastlamadığımı itiraf etmeliyim.
O gecenin sonunda gaylikle tanışıyorum. Kanlı-canlı karşımda duruyor, bana güvenerek açılıyor, ve en zorunu yapıyor, beni yeniden kazanıyor. Ama bu sefer sadece bir dost olarak değil, evrensel düşünebilen bir fert olarak. İşte benim miladım o gece oluyor. Küçük, kendi doğrularıyla, sınırlarıyla gözü kapalı yaşayan o kız gidiyor, yerine geniş düşünen, esnek, insan sevgisini önde tutan bir kişi geliyor. Beni bugünkü ben yapıyor. Hani derler ya, dostunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, çok doğru. Ben gururla O'nun dostu olduğumu söylüyorum, çünkü bu beni ÖZGÜR kılıyor. Ne şanslıyım ki böyle bir dostum var, ve ne kadar şanslıyım ki bana açılıp o gece tüm kişiliğimi ve dünyamı değiştirmiş.
Şayet halen hayatınızda gay birileri yoksa, ya çok dar görüşlü olduğunuz için size söyleyemiyorlar, ya da gerçekten çevrenizde barındıramayacak kadar sığ bir deniziniz var.
Şu an MS 15. yıl. Bu süre zarfında aynı evi paylaştık, birlikte tatiller yaptık, düğünümde dans ettik, oğlumu gezdirdik. Her anından büyük keyif aldığım zamanlar geçirdik. Öğrenci evinde sefilliği, buz gibi evimizde bir battaniyeyi, dertlerimizi, sevinçlerimizi, dolu dolu 20 yılı paylaştık. Belki de bekar hayatımın en eğlenceli bir yılını yaşadım onunla aynı evde. Sokaktan bulup getirdiğim kedilere babalık yapmasından, vejeteryan olduğu için aldığım etleri iğrenerek buzdolabına koymasından, bazı geceler korkup beraber yatmamıza kadar ne çok şey yaşadık.

Ne olursa olsun, önyargıların kurtulunması gereken beyin şartlandırmaları olduğunu gördüm. Onları yıkarak, çok daha kaliteli bir yaşama, insan ilişkilerine sahip olduğumu gördüm. Tuh-kaka denen şeylerin aslında öyle olmadığını, bizim özgür irademizle o konularda karar vermemiz gerektiğini öğrendim. Evrensel olmanın, ayrımcılıkla aynı satırda geçemeyeceğini öğrendim. Ve bunları yazıp, sizlere anlatmak istedim. Tek bir satırı işe yarasa bana yeter, amacıma ulaştım demektir.
Bu arada her kadının mutlaka gay bir dosta ihtiyacı olduğunu da anladım ama o başka bir günün yazısı....

14 Haziran 2010 Pazartesi

Satış Yalanları


Hayatta dayanamadığım şeylerden biri de gözümün içine bakılarak söylenen, desteksiz yalanlardır. Aptal yerine konulmak bir yana, bu yalanları bu kadar rahatça söyleyebilecek kadar bozulmuş insanlarla karşılaşmak sinirlerimi bozar. Ve o zaman düşünürüm, ne tür bir sebep, ahlakın çöküşünü getirir? Aslına bakarsanız satıcının söylediği yalanlar tabiki ölümcül değildir. Sonuçta seçim size aittir, kanmak da bir seçimdir sonuçta. Çok az da olsa bir ihtimal doğru söylendiği düşünülebilir, o zaman da siz çok şanslısınızdır demektir. Geçenlerde bir arkadaşımla beraberdim. Gayet iyi giden bir sohbet, birden bire arkadaşımın satışını üstlendiği ürüne geldiğinde, arkadaşımın sohbeti değişti, yerine bir satıcı geldi.Satıcı ağzı denilen şey heralde buydu. Ben, az önce kahve içilip dertleşilen arkadaştan, potansiyel bir müşteriye dönüşmüştüm. Kusura bakmayın ama rahatsız edici bir durumdu. Üstelik, o ürün ne yazıkki zaten eve girmişti, ve zoraki kulanılıyordu. Yani ben de biliyordum, en azından anlatıldığı halde ne yapmadığını.İçim sıkıldı, kızdım. En çok da,
- Ben o ürünü kullandiğimdan beri saç dökülmem %30-40 azaldı, lafına.
Nasıl olurda bir gözlemine insan, bilimsel olmak adına rakamsal veriler ekler? Ne yani, şimdi sen saydın mı, önceden 100 saçın dökülüyordu da, şimdi 60-70 tel mi eksiliyor, kaç gün saydın? Başka değişen parametre yok mu?
Bunların hiçbirini düşünmeden söylediğine eminim. Satış kitaplarında, insanların güvenini kazanmak için rakamsal veriler verin der. Ama kıçınızdan uydurun demez. Temellerini bilime-deneye dayanmış, istatistiki bilgileri sunun karşınıza. Yoksa adama sorarlar, her gün saçını mı sayıyorsun diye. Neyse, sonuçta o kadar çok sıkılmışım ki, dayanamayıp bende hiç de o dediklerinden olmadı deyiverdim. Aylardır kullanıyorum, ne saçımın dökülmesi azaldı, ne de yumuşadı. Ayrıca yok efendim ciltteki lekeleri yokediyormuş. Hikaye, zaten bunlara inandığım için değil, çok daha özel sebepler nedeniyle alınmıştı o ürünler, ama lütfen artık yeter, ben de görüyorum, benim de saçım var. Keşke ben bunları söyleyip teşekkür edebilseydim. Sonuç; bozulan ilişkiler. İşin kötüsü yalancı değil, her zaman doğruyu söyleyen kovulur köyden. Sanırım bu kişi de ben oluyorum. Aman diyim, satıcı arkadaşlar, lütfen dikkatli olun. Ürününüzü svdiğinizi, ona çok inandığınızı biliyoruz. Ama sırf biz inanalım diye sallamayın allahaşkına. Biz o ürüne sizin kadar sadık olmayabiliriz de. Deneriz, olmazsa başkasına geçeriz. Sizin ise başka bir ürüne geçmeniz daha iyi şartlar için olur. Dolayısıyla sizin de kolaylıkla sırtınızı dönebileceğiniz bir şey için, bizimle olan ilişkilerinizi bozmayın.
Aklıma, yazdığım bir öykü geldi, bir satış öyküsü. Buyrun okuyun, bakalım hoşunuza gidecek mi?

Temizlik Makinası
Ne kadar zaman önceydi hatırlamıyorum onunla tanışmam. Daha doğrusu varlığından haberdar olmam. Fırınımı yeni temizlemiştim, iki saat kadar sürmüştü işlem, ama yine de içime tam anlamıyla sinmemişti. Aralara sıkışmış yağlar çıkmak bilmiyordu ve ellerim deterjandan acımaya başlamıştı. Derken telefon çaldı. Arayan çok samimi bir dostumdu. Biraz hoşbeşten sonra fırın temizleme sohbetine dalmıştım ki, arkadaşım o can alıcı cümleyi sarfediverdi;
‘Biliyor musun, yeni bir makina çıkmış, senin iki saatte temizleyemediğini tam tamına beş dakikada silip süpürüyormuş.’
Kulaklarıma inanamadım. Daha çok detay istiyordum, hatta gözlerimle görmek. Böyle bir alet varsa eğer, bulaşık makinasının icadından beri başıma gelen en iyi şey olacaktı. Derhal ayrıntılara odaklandım. Bir arkadaşında görmüş, buharla temizliyormuş herşeyi. Puf diye uçup gidiveriyormuş yağlar. Yer seramiklerinin arasını bile temizliyebiliyormuş. Tanrım, istiyorum onu, hemde hemen. Daha çıkmamış o kadar çok kir var ki evimde. Arkadaşım anlatmaya devam ediyordu, istersem vereceği numarayı arayıp evime davet edebilirmişim bu makinayı pazarlayanları. Onlar hem makinanın marifetlerini anlatıyorlarmış, hem de fiyatta kolaylık sağlıyorlarmış. Gerisini pek dinlemeden sözünü kesiverdim arkadaşımın, ‘ numarayı ver, acilen’ dedim. Sesimdeki ciddiyet ve asabiyetten hafif ürkmüş olan karşı taraf verdi numarayı. Kuru bir teşekkürün ardından telefonu kapayıp, elimdeki numarayı çevirdim. İşte maceram tam bu anda, karşı tarafın telefonu açmasıyla başladı. Nerden bilebilirdim hayatımın bu hale geleceğini?
Telefondaki ses ertesi gün için benimle randevulaştı. Gayet kibardı, güvenilirdi. Üstelik beni en can alıcı yerimden yakalamıştı. Kirler benim Aşil topuğumdu. Ve ben oku tam onikiden yemiştim.
Ertesi gün denilen saatte geldi Bay Eleman. Yanında da mucizesi. Muhteşem makina çalışmaya başladığı anda aşık oldum ona. İkimiz de aynı şeye bayılıyorduk, kir çıkarmaya. Ama o benden daha hızlıydı. Benim bir fırın temizleme süremde, tüm mutfağı, seramik araları dahil bitiriveriyordu. İnanılmazdı. O ve ben harika bir ekip olabilirdik. Hatta birbirimiz için yaratıldığımızı dahi düşünmeye başlamıştım. Derken fiyatını söyleyiverdi Bay Eleman. Kesinlikle ayrı dünyaların aşklarıydık artık. Benim sefil hayatıma dahil olamayacak kadar lükstü. Tam tamına bir salon takımı fiyatınaydı. Yaşlı gözlerle makinama bakakaldım. Onsuz nasıl yaşardım bilmiyordum, keşke hiç görmeseydim, varlığından haberdar olmasaydım. Acı çektiğimi gören Bay Eleman fiyat konusunda o kadar cazip tekliflerde bulundu, o kadar taksitlere böldü ki, kendimi kaybetmişim. Yarım saat sonra ben ve makinam salonda başbaşaydık. Kendime gelmiştim ve ne kadar bölünürse bölünsün hala bir salon takımı fiyatını ödeyeceğim gerçeği kafama balyoz gibi inmişti.
O sersemlikle makinamı çalıştırıp deliler gibi temizliğe başladım. Sanki çaliştıkça ödenecekti mucizemin parası. O gün rüya gibiydi. Yaklaşık beş saat çalıştıktan sonra kalorifer peteklerimin arası bile tertemiz olmuştu. Onunla her günüm dopdolu geçiyordu. Meğer evde ne çok temizlenecek yer varmış. Tam helal olsun verdiğim paraya derken, ilk elektrik faturam geldi. Bay Elemanın deterjansız ucuz temizlik diye bana sattığı mucizem, on yıllık deterjan parası kadar enerji tüketmişti. İkinci darbeyi ise doların ikiye katlanmasıyla yedim, çünkü senetlerim dolar üzerindendi. Mucizem artık salon artı yemek odası takımı fiyatındaydı. Eşimle bu konuyu pek konuşmamaya çalışıyorduk, aksi halde ilişkimiz zedelenecekti. Yine de makina harika iş çıkarıyordu. Üçüncü senedimizi ödediğimiz ay – daha ödenecek sekiz senedimiz vardı- mucizem teklemeye başladı. Kocam bunun için beni suçladı, kediyi bile bu makinayla temizlememe gerek varmıymış tartışmasına girdi. Söyleyecek tek kelimem yoktu. Nasıl anlatabilirdim ki bu adama beyaz kedilerin ne kadar kir gösterdiğini? Neyse, içime atıp ertesi gün Bay Elemanı aradım. Koşarak geldi sağolsun. Baktı mucizeme.’Ablacım’ dedi, ‘ sen bunu topraklı prizde kullanmamışsın, bak yanmış bunun içi. Neyse ki çok önemli değil hasar, yaparız’. İçim rahatlamıştı. Bay Eleman sevgili makinamı götürürken, ilişkimiz de, müşteri-satıcı dan abla- kardeşe dönüşmüştü. Ertesi gün kardeşim Eleman telefon açtı. Hasar benim yanlış kullanımımdan dolayı gerçekleştiği için sigorta kapsamına girmiyordu ve yaklaşık değerinin onda biri kadar miktara tamir olabilecekti. Ne diyebilirdim ki kardeşime. O kadar içten ‘ ablacım be, valla elimden bir şey gelmez, ben de bir elemanım sonuçta. Ama inan bana en ucuza çıkaracağız bu onarımı.’ demişti ki, el mahkum kabul etmiştim. Akşam eşim makinanın içine sıkışan rakamı duyunca, konuyla ilişkisini tümden kestiğini duyurdu. Artık yalnızdım. Ama o mucize için hala değdiğine inanıyordum.
Bir hafta sonra evine döndü canım temizlik ilahım. Ne kadar da özlemişim, onsuz hiç tadı yokmuş meğer ovalamanın. Halılarım bile solmuştu yokluğunda.
Birbirimize kavuşmanın heyecanı daha geçmeden, sevgili mucizem bu sefer de sağından solundan buhar kaçırmaya başladı. Biraz idare edeyim dedim ama, bir düdüklü tencereyi delik ne kadar kullanabilirsiniz ki? Üstelik tanrı korusun, ya patlarsa?
Kardeşim eleman bir kez daha evimizdeydi. Karşılıklı oturmuş ortamızda duran makinama bakıyoruz. Kardeşim Eleman, teşhisini açıkladı,
‘Ablacım be, biliyorsun makina hassas. Demiştim sana sadece iyi su kullan diye. Bak su tankı kireç tutmuş, o da termostadı bozmuş. İyiki beni hemen çağırdın, patlasa yanmıştın alimallah’ dedi. ‘ Aman, allah korusun ‘diye karşılık verdim içtenlikle. Ucuz atlatmıştım. Ama anlamadığım bir nokta vardı, ben hep iyi su kullanmıştım! Kardeşim Eleman bana kesinlikle inandığını, ama patronuna bunu açıklayamıyacağını, o yüzden ispatı olmayan bu tip bir iddianın sigorta kapsamına giremiyeceğini açıkça izah etti. Yine şaşkındım. İki senet kadar daha masraf çıkmıştı. Her ay ödüyordum, ama daha makinanın yarı fiyatına dahi ulaşamamıştım. Üç senet ekstra tamiratlardan, on senet eki de döviz artışından yemiştim ve çarşıdan aldım bir tane, eve geldim bin tane atasözününde ne demek istendiğini ilk defa gerçekten anlamıştım.
Başım eğik, gönderdim makinayı. Ne yapabilirdim ki? Akşama kocama asla bahsetmedim. Paralı günden gelenlerle öderim, kocamın ruhu duymaz diyordum.
Kısa süre sonra geldi makinam. Artık akıllanmıştım. Sadece iyi su kullanmakla kalmıyor, haftada bir kireç sökücüyle de kazanını temizliyordum. Ne akıllıydım ama.
Derken, iki ay sonra makina teklemeye başladı. Görmezden geldim ama, nereye kadar?
Yine karşılıklı oturuyoruz Bay Elemanla (artık kardeşim değil o adam), ortamızda makina. ‘Ablacım’diyor, ‘kazana kireç sökücü koymadığına emin misin? Bu aletler öyle temizlenmez çünkü’. Panikle etrafıma bakınıyorum, gizli kamera mı var? ‘Su deposu delinmiş ablacım, ya yeni depo koyacağız, ya da bunu geri alıp yeni makina vereceğiz sana. Üstüne az bir miktar ödeme yaptın mı tamamdır.’
‘ Ne kadar az?’ diye sordum korkarak. ‘Beş-altı ek senet daha yaparız abla, ama inan sırf seni sevdiğimden. Başkası olsa valla iki katı fiyata olur. Sen benim eski müsterimsin’, yüzündeki gülümseme neden inandırıcı gelmiyor artık?
Kulaklarıma inanamıyordum. Tamam makinaya vurgundum ama hiç bu kadar pahallı aşk olur mu? Yeni bir atasözü aniden geçti aklımdan;

Zararından neresinden dönülse kardır....

Ayağa kalktım. Artık o ezik, gözü kör aşık değildim. Makinaya diktim en sert bakışlarımı. ‘İstemiyorum’ dedim. ‘Artık yeter, istemiyorum, kalsın böyle. Elimizi verdik , kolumuzu kurtaramıyoruz. Yaptırmıyorum da, yenisini de istemiyorum’ deyiverdim kararlılıkla. Bay Eleman şaşkındı, kırkbin dereden su getirdi beni ikna etmek için. Ama boşuna. Uyanmıştım gaflet uykumdan. ‘Ne seni , ne de bu makinayı bir daha görmek istemiyorum’ diyerek ikisini de kapının önüne koyuverdim. İçim rahatlamıştı. Akşama kocama büyük bir gururla anlattım yaptıklarımı. ‘Aferin’ dedi gözü televizyonda, elinde uzaktan kumanda. ‘Geriye kalan onbeş senedi de koydun mu adamın cebine, sokağa atarken?’ Başımı eğdim öne. ‘Yok, ödeyeceğiz mecburen’ diye fısıldadım. Tam o anda kulağıma rüya gibi gelen cümleleri duydum,
‘Ütü yapan kurutma makinası şimdi çok uygun ödeme koşullarıyla...’
Ütü yapan kurutma makinası mı? Bulaşık makinasından sonra yapılan en güzel icad. İçim heyecanla titreyerek kocama döndüm;
‘Kocam..’,
Göz göze geldiğimizde onun da bakışlarında farklı duygular olduğunu hissettim. Hem de çok yoğun. Konuşmadan sadece baktı, bakışlar tüm duyguları anlattı. Heyecanım azaldı, ‘ belki de ‘ dedim, ‘ önce deneyen birilerinden dinlemeli , ne dersin?’ kocama kocaman sevgi bakışları fırlatmayı da ihmal etmedim. Kimbilir, belki yarın , kucağında bu yeni mucize makinasıyla kendisi çıkagelir. Ama önce bu senetleri bitirmemiz gerek.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Ölümün Günlüğü

Şayet ne zaman öleceğimizi bilseydik, nasıl yaşardık, neler yapardık? Yakın bir zaman içinde bekleniyorsa yokoluş, her şeyi bırakıp dünyayı mı dolaşırdınız, yoksa lükse mi harcardınız tüm kazancınızı? Ailenizle son günlerinizi nasıl paylaşırdınız? Çocuğunuza hiç kızmayarak, şımartarak mı, eşinizin yanlışlarını görmezlikten gelip kavga etmeyerek mi? Daha mı sakin, daha mı çılgın? Daha mı tutumlu, daha mı pervasız? İşte o yüzden belki de ölümün vakti saklı. Sizi siz olmaktan çıkaran bir bilgi bu. Korkunç bir telaşa sürükleyip, maddi dünyanın elinizden alınmadan hızlıca tüketilme çabasını yaratan bir bilgi. Saklı bir bilgi.Peki gerçekten ulaşılmaz bir bilgi mi? Öğrenilemez ve değiştirilemez mi? Burada iki teori var, açıkçası yazarınız ikisi arasında seçim yapamayacak kadar kararsız. Bakalım sizin fikriniz ne?
Birincisi, geleceğin değiştirilebilir tahmin ve olasılıklar yığını olması üzerine. Herhangi birini bir şekilde öğrenmiş olmanız, onun gerçekleşeceği anlamına gelmez, aksine önleyebileceğiniz bir olgu haline getirir. Önlem alır, korunabilirsiniz. Bu çok pozitif bir düşünce tabi. İkincisi ise, yine geleceği bir olasılıklar yığını olarak görür, ama bir şekilde öğrenilen gelecekteki ihtimallerden biri, öğrenildiği anda, kendini gerçekleştirmeye başlar. Gözlemci etkisidir bu, ünlü kuantum teoremi yani. Bildiğiniz anda gerçektir artık, olmuştur. Bu durumda önüne geçmek imkansızdır. İşte o yüzden de tüm dinler ve inanışlarda fal ve falcılık yasaklanmış ve lanetlenmiştir. Çünkü olasılıkları etkileyip, geleceğe yön verilir bu sayede, bir tür tanrıyı oynamak, falına bakılan kişinin o konuyla ilgili diğer tüm olasılıklarını o anda yok etmektir. Buna da kimsenin hakkı yoktur. Şayet irade özgürse, gelecek ile ilgili ihtimallerin seçimi de kişiye kalmalıdır.
Fala bakmak, bizim coğrafyamızda her mahallede, her kahve anında yapılan basit bir eğlencedir. Sonuçlarının ağırlığı asla bilinmez, çünkü ciddiye alınmaz. Halbuki, şaka için bile yapılsa, farkında olmadan bilinç altına inen bir telkin haline gelip gelecekteki bir ihtimali tetikler. Heleki bu iş için bir de para almak, işte bu cinayetten bile kötüdür. Hiç farkına varmadan birisinin hayatını değiştirmiş, onu da seçimsiz bırakarak kuklaya dönüştürmüş oluyorsunuz, üstüne de para alıyorsunuz. Bunun cezasını buyrun siz düşünün.
İnanın geleceğin bilgisine ulaşan bir çok insan var. Çünkü gelecek, geçmiş ve şu an aslında bir. Karışık ama, bizim beynimiz, zaman denilen bir sıralamaya ihtiyaç duyuyor bu gelişmişliğinde. Dolayısıyla biz de olayları bir sıra halinde yaşadığımızı düşünüyoruz. Bazen hissettiğimiz, yahu ben bunu daha önce yaşamıştım, daha önce buraya gelmiştim gibi hisleri de(bunlar da bir tür yırtık sizin beyninizin yarattığı)dejavu olarak rafa kaldırıyoruz. Deli saçması gibi geliyor kulağa. Haklısınız vallahi, zaman olmadan yaşamak aklımızın alamayacağı bir şey. Aynı şekilde bir bardağın aslında aynı anda 2000 ayrı yerde olması gerçeğini anlayamadığımız gibi. Ama sizi bu anlamsız kuantum teorileriyle sıkmayacağım. Sadece, geleceği görebilmenin tek imkanlı yolunun, aslında geleceğin de yaşanmış olması ve sadece hatırlamamız gerektiği ya da kaydının tutulduğu bilinç seviyesine ulaşabilirlik olduğunu düşünmenizi istiyorum. Sadece bir kaç dakikalığına. Sonra deli saçması deyip geçin zaten. Peki, gelecek yaşanmışsa değiştirilemez mi? Tabiki değiştirilebilir, buna göre geçmiş te değişebilir. İşte şimdi tam bir deli saçması oldu! Neyse, burada sadece sizlere bambaşka bir bakış açısı vermek istedim, o kadar. Hiç birşeye inanmak zorunda değilsiniz. Bolca okuyun, bilgi size gelecektir.
Sevgili okur, bugün kafanı karıştırdım biraz. Amacım ezber bozmak, dünyayı biraz da tersten göstermek. Arada lütfen bunu yap, kafanın içindekini zorla, sana doğru ve gerçek diye öğrettikleri şeyleri tekrar gözden geçir. Kendi gerçeklerini mümkünse bul, bunun için de bolca oku. Okumayan bir toplumuz, düşünmeyi de sevmiyoruz. Ama biliyor musunuz, bulunduğumuz coğrafyanın eskiliği ve enerjisi sebebiyle o kadar çok insanımız hediyelerle dolu dünyaya geliyor ki. Bunları yalan yanlış kullanıp, cahilce harcamamak gerek. Felsefe bilimin temelidir. Filozofları incelemeden, ahlaki sağlam duruşa sahip olmadan yapılan bilim, pozitif değil ezberin tekrarıdır. O yüzden de benim yazıma gülüp geçen pozitif bilim insanları lütfen kendi içlerine dönsünler. Ne kadar sıklıkta felsefe okuyup tartışıyorlar? e=m*c2 onlar için sadece bir formül mü? Yoksa başka evrenlerin giriş anahtarı mı?
Şimdilik benden bu kadar. Sadece biyolojik varlıklar olmadığımızı, daha fazla bir şeylere sahip olduğumuzu düşünüyorum. Ve bunu paylaşmaktan korkmuyorum. Lütfen siz de düşünmekten korkmayın.
Yağmurlu yaz aylarınızın ilk günlerinin de keyfini çıkarın:))

4 Haziran 2010 Cuma

Kaç Kez Yaşar ki İnsan?

Kaç hayatımız var? Sadece 80 yıl yeter mi bu koca dünyayı anlamaya, bu kadar karışık duyguları çözmeye ve hatta onları idare edebilecek kadar ustalaşmaya? Bir tek kez gelip, hayatta kalmayı tam öğrendikten sonra gidivermek bu dünyadan, hem de geri gelmemek üzere, haksızlık olmuyor mu?
Bu soruları sadece ben sormuyorum tabiki. Yıllardır felsefenin ve dinin konusu olmuş şeyler bunlar. Neden geldik, nereye gidiyoruz, yaşamın amacı ne, insanlar düşünüyor tabi. Çalış çabala, bir yerlere gel sonra bir bak yaş kemale ermiş, hadi bakalım gitme vakti. E suya yazı mı yazıyoruz? Şu dünyadan kaç milyar insan geçti, kaçı hatırlanacak işler bıraktı arkasında? Şayet ben de unutulmazlar arasında olmazsam, yani kalıcı, o zaman anlamı ne geçirdiğim her günün bu dünyada? Nasılsa silecek beni de sayfalarından. Ne umutsuz bir bakış açısı. Ama bir o kadar da gerçek. Ne kadar süslersek süsleyelim, hayat aslında bu. Şayet ardında bir şey de yoksa kaçınılmaz olan ölüm silip süpürüyor tüm varlığımızı bu diyardan. Geriye başarabilirsek DNAmızı taşıyan, arada bizi sevgiyle anan bir çocuk kalıyor. İki nesil sonra artık hatırlanmaz da oluyoruz, o zaman her şey boşuna mıydı?
Açıkçası, kuyruğunu kapı aralığından kurtarmış her insan bunları düşünmeye başlar. Çok doğal, çünkü ölümün çaresi yok, zamanı yaklaştıkça iç hesaplar, nedenler niçinler, keşkeler artar. Sonra o koca bilinmezlik te adamı korkutur. Hadi geldik, bin tür eziyet çektik, şimdi nereye gidiyoruz?
Ödül ve ceza toplumları olduğumuz için mi bilmem, dinler hep yaşanmışlığın için değer biçer. Yani iyiysen cennet, kötüysen cehennem. Ama bu da haksızlık, ben bilmiyordum ki, tek hakkım vardı yanlış kullandım, düzeltemez miyim? Bazı inançlar buna da çözüm bulmuşlar, tabiki düzeltebilirisn. Al sana bir sürü hayat, bir sürü seçme şansı, doğruyu bul, kendini eğit. Ama tek bir şartla, bir önceki hayatını unutacaksın. İşte bu kulağa daha hoş geliyor değil mi? Yaşasın diyor insan, bir hakkım daha var, onu değerlendirebilirim. O zaman ölüm de daha az korkutucu oluyor. En azından ardında bilinmezlikten ziyade yeni bir yaşam vadi var. Ne kadar büyük bir motivasyon. Kim inanmak istemez ki böyle harika bir vaade?
İşte inanç böyle zamanlarda yardımına koşuyor insanın. Düşünerek çözemediklerini, vaadle sorun olmaktan çıkarıp çözüm haline getiriyor. İnanıyor. Belki de bu yüzden insanlar yaşlandıkça daha bir dine yaklaşıyor. Ölümü hissettikçe yeni bir umuda sarılıyor. Son derece zararsız, aksine yararlı bence. Rahatlatıcı. Sonun aslında bir başlangıç olduğuna inanmak kadar ölümü sempatikleştiren başka bir düşünce olamaz. İster cennete git, ister yeniden doğ. Yeni bir başlangıçtır bunlar. Ve yokolmayacağına dair verilmiş bir güvencedir. Sevgili okur, nacizane fikrim inançların, makul düzeyde tutulduğu sürece insana güven, mutluluk ve umut veren harika fikirler olduğu yönünde. Bazen suçlayacak hiç bir şey bulamadığımızda, engel olamadığımız bir terslikte kader işte diyebilmek, gerçekten rahatlatıcı, yoksa inanın kafayı bozabiliriz. Ama tabi abartmamak şartıyla. Meraklı bir dostun kaleminden biraz abartılmış inanç sebebiyle yaptığı bir işten, öğrendiği gerçeklerden(!) bahsedelim biraz.
Kaç Kez Yaşadım
Gazetede okuduğum bir yazıyla heyecan içinde kaldım. Yaşadığım şehirde bir kadın, kaç kez dünyaya geldiğimizi bilebiliyor, hatta içlerinden iki tanesini de anlatabiliyormuş. Derhal kadını arayıp randevu aldım. Aslında çok ama çok kez geldiğimi tahmin ediyorum. O kadar eskiyim ki, belki de mağaralardaki resimleri ben yaptım:)) Hatta o kadar yorgunum ki, bir daha da gelmeyeceğim. Sanki son hayatım bu yaşadığım. Sebebi de, hem insanları bir görüşte anlayabilmem, hem de onlara inanmak isteyecek kadar saf olmam. Galiba ilk gelen ruhla son gelen ruh arasında böyle bir fark var. İlk gelen gerçekten inanıyor, son gelen biliyor ama yine de inanmayı tercih ediyor. Aradaki hayatlarda ise kaybetmemek için her türlü hile serbest. Neyse, bunları bilerek gittim randevuma. Açıkçası beni çok tatmin etmedi, çünkü aynen bu düşündüklerimi söyledi bu hanım da. Tam tamına 384 kez gelmişim dünyaya. Üstelik bi tanesinde Tibette rahipmişim ve o dönemlerde kazandığım bazı yetenekleri halen kullanabiliyormuşum.Düşünsenize 1150 yılından beri aslında inançlara sahipmişim. O dönem öğrendiğim bilgiler yüzünden ortaçağda yakılan cadı, başka hayatlarda şifacı, medyum gibi bir sürü yaşama sahip olmuşum. Gerçekten de son hayatımmış bu, finali yapıyor muşum-sezon finali:)).Tüm bunları öğrenmem tabiki bir maliyetti, ve ücreti ödedim. Ama çıkarken de düşünmedim değil, benim bildiğim doğrularda ve inançta hediyeler satılmaz. Ve şayet bu hanımın böyle bir yeteneği var ise (sallamadıysa yani), bu bir hediyedir, satmaması gerekir. Şayet satarsa sezon finalinde adamın canına okur karma. En az 5 hayat cezası var bu işin:)) Sen daha öğrenemedin mi hediyelerin satılamıyacağını, al sana 5 hayat daha, hepsi hediyeli, satmamayı öğrenene kadar kal bu dünyada.
E ben nerden mi biliyorum, tam 384 kez görmüşüm, heralde oradan aklıma takılmış. Bu arada, herkesin hediyesi vardır cebinde, bazıları kullanmayı öğrenir, bazıları cebinin yerini bile bilmez. Ama eski bir ruh, bunun paraya çevrilmeyeceğini çok iyi bilir...

İşte sevgili okur, çok bilen, çok da inanan bir dost iletti bu satırları. Şayet konuya ilgi duyarsanız sizlere bilgi aktarabileceğini, çünkü etraftaki şarlatanlardan çok daha fazla saf bilgiye sahip olduğunu iddia ediyor. Bana bakmayın, ben sadece elçiyim, siz isteyin yeter. Ama inançları gerçeklerden ayırmayı da ihmal etmeden okuyun. İnanç bir tercihtir, ispatı yoktur, tartışmaya da açık değildir. Kim neye nasıl isterse öyle inanır. Hiç görmediğimiz bir şeye milyarlarca insan inanıyorsa, üstüne milyarlarca dolarlık organizasyonlar kurulabiliyorsa, demekki ispat edilemeyen şeylerin inanırlığı var bu dünyada:))

7 Mayıs 2010 Cuma

ITP ile Yaşamak-2

Bir önceki yazımda ITP hastası çocuk ve ailenin artık evde olduklarını söylemiştim. Bugün ara tahlillerini yaptılar, sonuçlarını aldılar. Ama bugüne nasıl geldiler? İşte annenin günlüğü;

1. Gün (Çarşamba)
Hastaneden çıkmamız, girmemizden çok daha uzun sürdü. Artık ayakta bekliyorum. 41.000 haberi inanılmaz bir yankı yaptı, bu kadar sevildiğimizi bilmiyordum. Aşağı kattaki servis hemşiresi aradı az önce, bizimkiler 41.000 deyince attığı çığlığı odadan duydum. Ya herkesin umudu tükenmişti de şaşkınlıktan atıyorlar bu çığlığı, ya da gerçekten bekliyorlardı da sonunda oldu dediler. Oğluma cesaret sertifikasını törenle verdiler. Çok gururlu şimdi, anne ağlamadığım için verdiler di mi? diyor. Evet diyorum, çok cesurdun, o yüzden hakettin bunu.
Evde annemler heyecan içinde, sarılıyoruz sevinçle. Daha bitmedi ama diyorum, en azından evdeyiz artık. O gece ailecek kutluyoruz, akşam yemeğimiz keyifli, kafaları bile çekiyoruz, ne de olsa evdeyiz artık.
2. Gün (Perşembe)
Saçlarım rezil durumda. Bu ay daha erken çıktı beyazlarım. Kuaföre gidiyorum, saçımı boyayan çocuk alnınızdaki beyazları da boyayayım mı diye soruyor. İlk defa dikkatli bakıyorum, alnımdaki tüyler bile beyazlamış. Hayır diyorum, kalsın, onlar bana çok önemli bir şeyi hatırlatıyor, kıymetli beyazlar onlar, boyama.
3. Gün (Cuma)
Artık her günümüz aynı. Oğlumun üst kata çıkması yasak. Merdivenlerde düşmesin. Cam bardak yasak, eli kesilmesin. Ziyaretçi yasak, hastalık bulaşmasın. Ev hapsimiz başlamış bulunuyor. Daha tahlile yedi gün var. Gel bakalım şafak 7...
6.Gün (Pazartesi)
Oğlumun okuluna gidiyorum. Hayat devam ediyor ve derslerden çok geri kaldı. Kitaplarını istiyorum. Öğretmenleri önemli olan sağlık diyorlar ama bilmiyorlar ki bizim normal hayatımıza ihtiyacımız var. Tekrar okula döneceğimiz günlerin hayaline ihtiyacımız var. Yoksa hastalıkla kafayı yer insan. Eve getiriyorum kitaplarımızı. Artık her gün iki saat ders, bir saat okumamız var. Hedefimiz en kısa zamanda okula dönmek, kaldığımız yerden hayatımıza devam etmek. Bu işe tek bozulan oğlum. Ne gerek var bunlara, ne güzel oynuyorduk diyor. Haklı tabi, ama artık cennetinden biraz kopması gerek. Biz okula döneceğiz, karar verildi, geri dönüş yok.
7.Gün(Salı)
Her kötü olay, yanında bir güzellikle gelirmiş. Bizimki de iştah oldu. Bir tabağı bitiremeyen oğlumu artık doyurmak mümkün değil. Mutluluktan sarhoşum. Sofradan kalkan oğlum muza saldırıyor, iki taneyi mideye indirdikten sonra bir litre sütü içiyor, Corn flakes istiyor hemen ardından, mısır patlatmamı istiyor akabinde. Tuz ve şeker yok, bunun dışında uygun porsyonlarda verildiğim takdirde beni bile yiyebilir. Mutfaktan çıkamıyorum, ama keyfim yerinde...
8. Gün (Çarşamba)
Oğlum artık patlamak üzere sıkıntıdan. Ejderhanı Nasıl Eğitirsin filmini tutturmuş. Ama sinema bize imkansız, yalvarıyor, kıramıyorum. Sabahki ilk seansa götürüyorum oğlumu. Ağzımızda maskemiz. Allahtan bomboş. Oturup gözlüklerimizi takıyoruz, tabiki elimizde en büyüğünden patlamış mısırlarımız. Oğlum soruyor, anne, ağzımda maske varken nasıl yiyeceğim ki ben bu mısırları? Yine haklı, etrafa bakıyorum kimse yok, çıkar o zaman diyorum, atıyoruz maskelerimizi. Derken içeriye bir çocuk ve annesi giriyor, biraz ilerimize oturuyorlar. Maskeleri var. Şey, diyor, oğlum hasta o yüzden salon boş olur diye getirdim, kortizon kullanıyor da, diyor. Biz de diyorum. Devam ediyor, 10 gün önce hastanedeydik, iki hafta yattık. Biz de diyorum şaşkınlıkla. Aynı hastanede yattığımızı öğreniyorum. Aynı ilacı kullandığımızı da. Onun da sorunu bağışıklık sistemiymiş. Antikorlar karaciğerine saldırıyormuş ve bir tür hepatit oluyormuş çocuk. O yüzden de ömrünün sonuna kadar bu ilaca devam edecekmiş. Sizinkinin tedavisi var mı, geçecek mi diye soruyor. Evet, tedavimiz var ve biz bu hastalığı yeneceğiz, geçecek, ama bu yanıtı vermek çok zor geliyor işte. İnşallah hepimizin geçecek, çocuklar kuvvetlidir, moral bozmamak gerek diyorum. İçim acıyor, bakıyorum ufaklığa, oğlumdan bile küçük, dört yaşında ya var ya yok. Çıldırmış bu virüsler, mutant canavarlara dönüşmüş. Keyfim kaçık seyrediyorum filmi, teknoloji harika ama ne pahasına?
9. Gün(Perşembe)
Tüm günümüz yarına endeksli. Oğlum bile tahmin yapıyor, çok iyimser, yüz bin üstü olmuşumdur kesin diyor. Geldiğimizden beri hep beraber yatıyoruz. Kedi dahil. Oğlumu uyuttuktan sonra sarılıyorum, mis gibi kokuyor (iyi ki yıkamışım bugün). Kafamda rakamlar uçuşuyor, doktorun yüzü, ilacının vermiş miydim şüphesi...Kedim geliyor gurlayarak, yatıyor üstüme. Onu da ihmal ettim bu aralar, okşuyorum başını. Sanki her şeyi anlıyormuş, beni sakinleştirmek istiyormuş gibi sürtünüyor, genelde yapmaz çünkü. Soğuk bir kedidir kendileri. Ama bu akşam gurul gurul başını yanağıma dayıyor. Oğlum ve kedim, daha ne isterim, içim geçmiş...
10. Gün (Cuma)
Büyük gün geldi, baba-oğul kan vermeye hastaneye gittiler, evde kalıp kahvaltı hazırlamak bana düştü. Her şeyi hazırladım, halen gelmediler. Telefon açıyorum sonunda, nerelerdesiniz? Geldik diyor eşim, park ediyoruz, sonuçlar iki saat sonra çıkacak.
İki saati e-posta kutumuza bakarak geçiriyoruz, ve sonunda beklediğimiz posta geliyor. Açıyoruz, baktığımız satır belli, Trombosit;
299 bin
Gözlerimize inanamıyoruz. Çığlık çığlığa sarılıyoruz, çok şükür bitti. Artık yavaş yavaş kortizonu azaltıp bitireceğiz, ve oğlum pazartesi günü okuluna başlayabilecek. Oğlum hariç herkes bayram yapıyor, o ise bana dikmiş gözlerini soruyor;
Gerçekten okula gitmek zorunda mıyım?


İşte böyle sevgili okur, siz de ben de bu hikayeden kurtulduk sonunda. Kahramanımız küçük oğlan dışında herkes için mutlu son. Keşke tüm öyküler böyle bitse.

Başka konularla yine buralardayım. Galiba Anna Kareninna hakkında yazmak istiyorum. Çok ama çok ilginç, bir o kadar da muhteşem bir kitap. Tekrar okuyun, okumak zor geliyorsa benim yazıma bir göz atıverin, belki fikrinizi değiştirirsiniz...

28 Nisan 2010 Çarşamba

ITP İle Yaşamak


Açık adı immün trombositopenik purpura. Bir tür kan hastalığı. Ama bu yazı bilimsel bir yazı olmayacak. Bir annenin dertlerini paylaşması olabilir ancak. Ya da duygularını. Ve sevgili okuyucu, beni tanıyorsan bilirsin, kesinlikle başıma gelen şeyleri yazmam, ama belki de bu yazı bir istisnadır, kim bilebilir?

Bir Annenin Günlüğü
Herşeye en başından başlamak gerek. 5n1k kuralını atlamadan hem de. Herşey bir cuma gecesi uyumamızla başladı. Yani tüm olaylar olurken biz sadece uyuyorduk, hem de mışıl mışıl. 6,5 yaşındaki oğlumu her zamanki saatinde yatırdım. Her şey mükemmeldi, son derece sağlıklıydı, ve kolayca da uyudu. Ama ertesi gün...
1. Gün (Cumartesi)
Uyandık, sıradan bir haftasonu sabahı. Oğlum daha uyanmamış. Kalkıp kahvaltıyı hazırladım. Çayı koyduktan sonra oğlumu uyandırmaya ikinci kata çıktım. Halen uyuyordu. Yaklaştıkça dudak kenarlarındaki koyu kahve çerçeveyi farkettim. Sanki çikolata yiyip yatmıştı. Yavaşça oğlumu uyandırdım, gülümseyerek gözlerini açti. İşte o zaman aynı koyu rengi dişlerinde ve diş etlerinde de gördüm. Ben dişlerini fırçalatıp yatırmamış olsam, gece çikolatalı kek yiyip uyuduğuna bahse girebilirdim. Bir pamuk ve suyla sildim önce dudaklarını. O zaman bunun kurumuş kan olduğunu anladım. Tüm ağzı kan içindeydi. Paniğe kapılmadım, çünkü uyurken dilini ısırabilir, azı dişleri çıkıyor kanama yapabilir gibi mantıklı ve zararsız tahminlerde bulundum. Sonra da oğlumu kaldırdım. Gayet enerjik kalkıp giyindi, ben aşağıda tabağına yumurtasını koyarken yukardan sesi geldi,' anne, çişim koyu çıktı, içtiğim ilaç yüzünden mi?' Perşembeden beri Beta teşhisiyle antibiyotik alıyordu, bana yine çok mantıklı geldi oğlumun dedikleri. Onayladım ve kahvaltıya çağırdım. Masada oğlumun alnında ve boynunda iki küçük noktacık farkettim. Ben gibi duruyorlardı ama mor renkteydiler, sanki kan oturması gibi (sonradan bu noktalara peteşi isminin verildiğini öğrenecektim). Eşime gösterdim, pek ciddiye almadı, ama ben yine de doktorumuzu (Doç. Dr. Meral Saraçel, hayatımda tanıdığım müthiş çocuk doktorlarından biri, daha bir kez bile yanıldığını görmedim) aradım. Detayları verince doktorumuz Betanın kızıla çevirebileceğini, döküntüleri görmek istediğini söyledi. Ve bizim maceramız böyle başladı.
Doktorumuz oğlumuzu muayene ettikten sonra kan ve idrar örneği istedi, kanı verirken zorlandık ama becerdik, sıra idrara geldi. Tuvalette oğlum çişini yaparken öleceğimi sandım, sadece kan işiyordu çünkü. Sabah koyu dediği idrarı aslında kandı. Ellerim titreyerek örneği doktorumuza gösterdim. Kafasını sallayarak, tabi dedi, tahmin ettiğim gibi, bu bir ITP. İlk defa duyuyordum. Nedir bu ITP? Şimdi burada size son derece bilimsel makalelerden alınmış süslü cümleleri yapıştırabilirim. Ama bir anne olarak bu tarz bir yazıyı bilim insanlarına bırakıyorum(http://www.sarginforum.com/index.php?action=printpage;topic=7569.0), ve size benim anladığım, halk ağzıyla bir ITP tanımı yapmak istiyorum.
ITP nedir?
Oğlum bir ay önce suçiçeği geçirmişti. Ardından da o hafta betaya yakalanmıştı. Vücut böyle zorlu hastalıklardan sonra bağışıklık sisteminde bir guru oluyor ve inanılmaz saldırgan antikorlar üretiyor. Koskoca bir Rambo ordusu yani. Amacı sadece mikropları yoketmek. Fakat nasıl ki Rambo düşmana değil, kendi ülkesinde bir kasabanın başına bela olmuştu, bunlar da zavallı Trombositlere saldırıp yokediyorlar. Trombositlerin temel görevi kanamaları durdurmak ve kanda yaklaşık değerleri 210-400 bin arası. Vahşi Ramboların zavallı Trombositlere saldırıp yokettikleri yer de dalak. Ve bizim oğlanın bir gece önce dalağında öyle bir katliam olmuş ki, biz hastaneye gittiğimizde kandaki değerimiz sıfır idi. İşte ITP denen olay en basit haliyle buydu, Ramboların kasabayı işgali. Tek yapmamız gereken bizi Rambolardan kurtaracak generali kasabaya acilen getirmek. Ve biz de bunun için hastaneye acilen yattık.
1. Gün devam.
Elimizde kan tüpleriyle, doktorumuzun önerdiği hematolog doktorun ( Prof. İnci Yıldız, bu konuda sadece Türkiye'de değil, dünyada sayılı doktorlardan biridir) cebiyle acil konuşarak, onerilen hastaneye yatışımızı yaptık. Yeni hematolog-onkolog ve de Profesör doktorumuz, yaptığı bir dizi inceleme - tahlil sonucu teşhisi teyit etti: ITP. Peki, ne olacak dedik? Bize bir general adı verdi, iki gün damardan verilecek özel bir ilaç, vakaların %95'inde tamamiyle iyileştirme sağlıyor. Günün şanslısı (!) olduğumuz için ilacı kolayca bulduk, fiyatını ne siz sorun ne ben söyleyeyim (şişesi 2.000 TL ve dört şişe veriliyor), akşam beşte oğluma damardan verilmeye başlandı kutsal ilaç. Öncesinde tabiki alerji ilacı verildi, çünkü her ilaç gibi bu da masum değildi, ciddi yan etkileri vardı, ama kar-zarar analizinden ölümden iyidir temasıyla çıktığı için kazandı. Bu esnada oğlumun hareket etmesi yasaklandı, çünkü bir sarsılma-düşme-vurma derhal iç kanamaya sebep oluyordu ve her yanı mosmordu. Beyin kanaması tehlikesi sebebiyle hapşırması dördüncü şişenin bitimine kadar yasaklandı.O gece korku içinde ve uykusuz geçti.
2. Gün (Pazar)
Sabah 6:00 itibariyle uyandırıldık, oğlumun çığlıklarına aldırılmadan ve dikkatsizce kan alımı yapıldı (ki o morluk çoook uzun süre geçmeyecekti), tahlile gitti. Yarım saat sonra halen sıfır trombosite sahip olduğumuzu öğrendik. 8:00 da kahvaltı yaparken öksürme ve kusma da yasaklandı. İki şişe verilen ilaç işe yaramamıştı. Sıra 3. ve 4. şişelerdeydi. Akşam 16:00 gibi ilaç verilmeye başlandi, Hala %95lik şansımız devam ediyordu. Uzun bir geceydi bu sefer bizi bekleyen.
3.Gün (Pazartesi)
Sabah 6:00, kan alımı. Oğlumun elleri mosmor. Bu işlemden nefret etmeye başlıyorum artık. hemşireler mi yoksa kandaki antikorlar mı daha vahşi bilemedim. 8:00 sonuçlar geldi, trombosit sıfır. %5'e girmeye başardık. Eşimle gözyaşları içinde kutluyoruz:(( Şimdi ne olacak? Doktorumuz kortizon tedavisini anlatıyor, üç günlük bir yükleme yapılacak, bu sayede kemik iliği coşacak, trombositler artacak,antikorların (Rambolar) isyanı bastırılacak.Kulağa çok başarılı bir tedavi gibi geliyor, kabul ettik. Yalnız bir sorun var. Bu işlemden önce kemik iliğinden parça alınacak, ondan sonra tedavi başlayacak. Çünkü olası bir başarısızlıkta kortizon tüm iliğin tarihçesini silermiş ve teşhis imkansızlaşırmış. ITP olarak geldiğimiz hastanedeki 3. günümüzde lösemi testi yapılmasına izin verdik. Bizden Donör istendi, işlem için Trombosite ihtiyaç vardı,
ani bir kanamada oğlumun kanı durmadığı için başkasının trombositlerini kullanacaklardı.Biz de akşam 18:00 için iki donör bulduk. Bize verilen listedeki tüm şartlara uyuyorlardı, tek bir eksikle ki bize söylenmeyen bir ayrıntı, erkek istiyorlardı. Biz iki bayan donörle kalakaldık ortada. Acil bir çırpınışla allahtan bulabildik yeni derkek donörü ve trombositleri alabildik. O gece stres içinde sabahı zor ettik. Bu arada oğlum halen kan işiyor.
4.Gün (Salı)
Oğluma vücudundaki savaşı anlayacağı dilde anlatmaya başladım. Kanda üç tip asker olduğunu, beyaz askerlerin (insanazorlar), kendi arkadaşları kan pulcuklarını (elmaskafalar) tanıyamayarak onları kemik içinde bir odacığa hapsettiklerini yani esir aldıklarını anlattım. Bu yüzden kanama olunca durmuyor, çünkü elmaskafalar attıkları elmas parçalarıyla delikleri tıkayamıyorlar. Tabi esir alındıkları için..Neyseki doktorlar kemiğin içine bakıp odacığın yerini tespit edebiliyorlar. O yüzden de doktorlarla gidip bu işlemi yaptırması gerekiyor. Ben 10 hiçbir şeyden korkmaz ve benim oğlum da. İşte oğlum ilikten örnek alınması işlemine böyle hazırlandı. Kahraman olduğu için de hastanede tekerlekli yatakla bir tur kazandı. Kahramanlık tacı olan ameliyat bonesini de büyük bir keyifle taktı. Sabah 10:00 da oğlum ameliyathaneye giderken sanki bir partiye gider gibi neşeliydi. Hemşireler bile sordu, nereye gittiğini biliyor mu? Kısmen dedim. 11:30 da işlem bitti, ameliyathanenin önünde volta atmaktan kazmış olduğum çukur oğlumun çıkışıyla bir anda doldu. Beraber odaya döndük, 12:30 da lösemi olmadığımızı öğrendik. Yeni tedavimiz belirlendi, olması gerekenin 10 katı Prednol (kortizon) yüklemesi yapılacak. Hem de üç gün boyunca. Böylece insanazorlar yani Rambolar bastırılacak, Elmaskafalar özgürlüklerine kavuşacak. 16:00 da ilaç damardan verilirken, oğlum Dörtkolların, içine, elmaskafaların artık yerini tespit ettiğimiz odasına kurtarma harekatı için girdiğine inanıyordu. O akşam oğlum ilacın yan etkisi sebebiyle kustu. Bu bizim için basit bir hareket iken, oğlumun gözlerine basınçtan kan oturdu, burnundan ve ağzından kan geldi. İdrar halen kan kırmızısı. İlaçların ne kadar işe yaradığından artık şüpheliyim.
5. Gün (Çarşamba)
İdrarın rengi açılmaya başladı. Sabah 6:00 rutin tahlilimiz yine sıfırı gösteriyor. Oğlumun elindeki kelebek artık çıkıp diğerine geçmeli, ama damar kalmadı, girilen bir damar iyileşmediği için artık zorlanıyoruz. Doktorumuz cuma günü beklene yükselişin olacağını söylüyor, belki eve bile çıkabilir mişiz, tabi Trombositler 30.ooo olunca. Sıfır nere, 30.000 nere. Yolumuz çok uzun.
6.Gün (Perşembe)
İdrarın rengi pembeye döndü. Sabah 6:00 tahlilimiz trombositi halen sıfır göstermekte, kortizon yüklemesinin 2. günü, yaprak kıpırdamıyor. Çok kan kaybettiği için hemoglobin 11'den 8,5'a düştü. Artık tüm kan değerleri ya yüksek ya düşük. Tam umutlarım sönerken oğlum merak etme anne dedi, insanazorlar Dörtkollardan daha güçlüdür, o yüzden olmuyor dedi. Ben de sordum peki ne gerekiyor sence? Duplo yollayın anne dedi, onlar insanazorları yener. Oğlumu çok seviyorum...
7. Gün (Cuma)
Yükleme tedavisinin son günü. Artık idrarımız düzeldi, sadece mikroskopik seviyede kanama var. İkinci tedavimiz de işe yaramıyor galiba, ilaçtan sonra kan alıp bakacaklar. Eve çıkamiyoruz.
8. Gün (Cumartesi)
6:00 tahlili berbat. Yine sıfır, üstelik hemoglobin 7.5. Oğlumun rengi acı sarı, dudakları bembeyaz. Hali yok, neşesi yok. Artık paniğim. Sağı solu tırmalıyorum, tam bir haftadır sadece daha kötüye gidiyoruz. Artık bir şeyler düzelsin... Ve oğluma kan veriliyor. Bu arada bir damarı patlıyor, başka bir damarı açabilmeleri için oğluma PSP sözü veriyorum. Bağırtılar arasında damar açılıyor, eşim de PSP elinde geliyor.Üç saatin sonunda rengi düzeliyor. Umarım trombositleri artmıştır. Üçüncü tedavi başlıyor, bu seferki üç haftalık bir maraton. Daha az dozda Kortizona devam. Akşam arkadaşlarımız geliyor, ellerinde Sushi. O kadar hoşumuza gidiyor ki, esir kampında felekten bir gece. Eşim eve gidiyor, yalnız bir akşam geçiriyorum ilk defa. Oğlum uyuyor, ben de içimden söz veriyorum, bir iyileşsin Legoland'e götüreceğim onu...
9. Gün (Pazar)
Bugün tahlil yok. Kortizon var, eşim geliyor ve ben ilk defa eve gidiyorum. O gece rahatsız ama deliksiz bir uyku çekiyorum, on günden sonra ilk defa.
10. Gün (Pazartesi)
Yaşasın tahlil diyemeyeceğim sadece 15.000. Bize 30.000 lazım, yoksa tahliye etmiyorlar buradan bizi. Aklıma Bayrampaşa Ben Fazla Kalmayacağım filmi geliyor. Bakalım bizim cezamız ne kadar?
11. Gün (Salı)
İnanmayacaksınız ama sabah 6:00 tahlili 8.000'e düştüğümüzü söylüyor. Ben labarotuarı bombalamayı düşünüyorum. Tamam oğlumun her işi ağırdır, ama bu ne yaa??? Bir tek şeyden memnunum, kortizon oğlumun iştahını açtı, artık tabağını bitiriyor:)) Akşam doktorumuz geldi, bize şöyle bir baktı. Karşısında hastane yaratıklarına dönmüş iki zavallı vardı artık. Siz artık eve çıkın, evden takip edelim, aman dikkatli olun dedi. Sevinemedik bile, 30.000 olmadan iç kanama tehlikesini atlatamıyoruz. Ev tehlikelerle dolu. Çıkmak istemiyorum, ama eşim artık yeter diyor, çıkıyoruz. Son gecemizi yine tek kişilik koltukta iki kişi sarılıp yatarak geçiriyoruz. Tüm gece çocuklar ağlıyor, çıkıp hepsinin ağzını bantlamak istiyorum. Biraz sussalar da uyusak?
12. Gün (Çarşamba)
Bu sabah saat 5:00 de kan almaya geliyorlar, maksat uykusuzluk olsun. Hastane yaratıkları olarak sessizce kalkıp kan alımını seyrediyoruz, oğlum artık gıkını bile çıkarmıyor. Hemşireler gidince tekrar uyumaya çalışıyoruz. Taki, 7:00 da hemşirenin odamıza girişine kadar. Kafamı kaldırıp umutsuzca soruyorum aynı soruyu; kaç olmuş? 41.000 diyor hemşire gülerek. Ağzımdan Allaaahhhhh lafıyla fırlıyorum yataktan. Eşimle sarılıyoruz birbirimize. Mucizee.. Tam tamına 12 günlük sefaletten sonra ilk güzel haber. Derhal eve çıkıyoruz....

Bu hikayenin kahramanları şu an evde, tedavilerinin sonunu bekliyorlar. Daha iki haftaları var. Hedef 300.000. Bakalım ne zaman ulaşacaklar. Ben sizi haberdar ederim merak etmeyin. Peki bunları neden yazdım? Herşeyden önce böyle bir hastalık var, bilin. İkincisi bazı hastalar iki günde tedavi olurken, bazı hastaların tedavisi bir ay sürebiliyor, korkmayın. Ve asla unutmayın tedavisi olan bir hastalık. Başınıza gelirse çok üzülmeyin, yukarıdaki öykü aklınıza gelsin, yalnız değilsiniz...