Hürriyet

>

24 Haziran 2010 Perşembe

Ölümsüzlük


Bir gün, bir bakmışsınızki ölüm kaybolmuş. Kimse göçmüyor bu dünyadan. Düşünsenize ölüm artık yok semtinizde. Peki ne olur o zaman? Korkunç bir düzen yıkımı tabiki. En çok kimler etkilenir bu olaydan? Ölüm kimlerin ekmek kapısıdır toplumda? Akla ilk gelen dinlerin çöküşüdür. Çünkü tüm dinler ölüm üzerine satar malını. İyi bir hayat yaşama sorumluluğunu bile ölümden sonraki havuç ve sopayla sağlamaya kalkar din. Ölüm kalkınca, kim alır onun sattığını? Felsefe çökmeye başlar, sonuçta neden geldik, nereye gidiyoruz üzerine başlayan bir düşünce temelidir. Belki ekseni kayar, neden ölemiyoruz'a dönüşür. Mezarlıklara gerek kalmaz, onun yerini bir türlü ölemeyen yaşlı insanların bakıldığı 'Mutlu Sona Hazırlık' evleri alır. Genç nesil, bir süre sonra ölemediği için sayıları hızla artan yaşlılara bakmaktan başka bir iş yapamaz hale gelir. Hayat piramiti ters yüz olmuştur artık. Sigortacılar muhtemelen ölüm sigortalarını iptal edip emeklilik sigortası haline getirirler, ama ne kadar iflas etmeden dayanırlar, merak konusu. Çünkü hala çalışılabilir yıl sayısı 40 iken, emeklilik yıl sayısı sonsuzdur. Hastaneler dolup dolup taşmaya başlar, çünkü hiçbir hasta ölemediği için tedavileri sonsuza kadar devam etmek zorunda kalır. Yani bir bakardınız ki, toplum üretim toplumundan, bakım ve tedavi toplumuna dönüşmüş. Yükselen sektörler de sağlık ve yaşlı bakım hizmetleri olmuş. Tabi burada ekonomik başka parametrelere asla girmiyorum, sadece sosyolojik bir bakış bu. Ayrıca ben bakmıyorum, JOSE SARAMAGO, yazdığı ÖLÜM BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ kitabında anlatıyor bunları. Ne yazıkki çok geç tanıştım bu yazarla. İlk okuduğum kitabı KÖRLÜK'tü. O da birden bire görme yetisinin bir ülkede salgın halinde ortadan kalkmasıyla başlayan bir kaosu anlatır. Tıpkı bu kitabında ölümün ortadan kalkmasıyla başlayan toplumsal çöküşü anlattığı gibi. İsim, yer ve tarih kullanmaz. Ama yarattığı karakterler sizi heyecanlandıracak kadar gerçektir. O kadar gerçektir ki tanımlama ve betimlemeleri, kokusu burnunuza gelir.
Geçen hafta, 98 yaşında, yaşadığı Kanarya Adalarında hayata veda etti, 1998 yılı Nobel Edebiyat ödülünü alan bu büyük yazar. Bana, uzun zamandır kitaplarda bulamadığım yaratıcı fikirleri, felsefesi, sosyolojik bakış açısı, ahlaki ve ekonomik sonuçları ile tam bir edebi ziyafet sunan bu büyük yazarı daha okumamış tüm dostlara öneriyorum. Kitap okumak sadece vakit geçirmek değil, bir tür akıl oyunudur, zeka geliştiricidir, hayata farklı bakmaktır diyenler bu yazarı gerçekten beğenecekler.
Zevkli okumalar....

22 Haziran 2010 Salı

Ben Asker Kızıyım

Ben asker kızıyım. Türkiyenin değişik illerindeki farklı lojmanlarda yaşayıp, ismi hep Atatürk Lisesi olan okullarına gittim. Bir okulda iki yıldan fazla kalamadım. Ya da bir evde. Ve ben babamı her gün, bu gün patlatılan servise binerken izledim. Onu ve tüm arkadaşlarımın babalarını. Onlar, yeşil giymiş, apolet takmış, şapkalı babalardı bizim için. Biz de binerdik o servislere, tıpkı bugün patlatılan servise binen genç kız gibi. Babalarımızın yanına oturur, ya kursa, ya okula, ya da babamızın yanına giderdik. Bazen sadece servis çarşıdan geçiyor diye binerdik, gezmeye gitmek için. Babam öğretmendir. Subay kıyafeti giyer, apolet takar, ama her gün bir yatılı çocuğun başını okşayarak gelir eve. Babamın silahı var, ama 40 yaşındayım, bir kez kullandığını görmedim. Sanırım babam da bilmiyor nasıl kullanıldığını. Ama adı asker.Yaptığı iş eğitimcilik. Ve babamın bindiği servis hep öğretmenle dolu olur, çünkü askeri okula gider servis. Biz de o yüzden bineriz bazen, okula gidip, biraz test çözmek için.
Akşamları altıda lojmandaki tüm çocuklar toplanır, çünkü servisin gelme vaktidir. Sıralanır, bekleriz. Babalar inmeye başlar. Hepsi yeşil, hepsi şapkalı, oyun başlar, kim kimin babası. Çünkü o kadar aynıdırlar ki uzaktan, kimse tanımaz babasını. Ben hariç. Çünkü kopya hakkım var. Çünkü kedimiz Tarzan, her akşam, tıpkı benim gibi, servis saatinde babasını bekler. Ve babalar indiğinde koşarak yanına gider babamın. İşte benim babam, yanında yürüyen,kuyruğu havada siyah kediyle konuşarak gelen yeşil kıyafetli, apoletli adamdır.
Sevise bindiğimde kendimi hep güvende hissederim. Çünkü babamın yanındayım. Önümde Özlemin babası, arkamda Hakan'ın babası. Bu kadar baba varken başıma ne gelebilir ki? Eminim bugünkü kız da böyle düşünmüştür.
Askeri yurtta kaldım üniversitedeki ilk yılımda. Her gece oda arkadaşım Gamze babasının hayatta olup olmadığını merak ederdi. Biz asker çocukları babamıza çok güveniriz, ama hep içten içe onları kaybetmekten korkarız. Gamze de korkardı. Lojmanlarına füze saldırısı düzenlendiğinde, babasının arabasının yoluna mayın döşendiğinde. Kızıltepe'de hayat zordur. Alay komutanı olmak daha zordur. Gamze'nin babası kalpten vefat etti emekliliğinin hemen başlarında. Gamze buruk sevinir, en azından suikaste kurban gitmedi der, oyle olsa çok üzülürdüm.
Mahallemizdeki çocuklar bizi kıskanır, lojmanlarımızı, kamplarımızı. Sanırlar ki keyif içindeyiz. Ama onlar babalarını her gün işe güvenle yollarken, biz güvendiğimiz babalarımızı savaşa yollarız. Olmadığı söylenen savaşa. Akşama da servisten inecek mi, servis eve varacak mı diye bekleriz. Bizi kıskanan çocukları aslında içten içe biz kıskanırız. Aynı evde doğup büyüdüğü, aynı okuldan mezun olduğu, ve babasının hayatından hiç endişe duymadığı için.
Bugünkü kızla aramdaki fark sadece 25 yıldır. Onun dışında ben oyum aslında. Ölümü bir cinayettir. Tek suçu babasıyla olmaktır. Sadece 17 yaşında.....
Çok ama çok üzgünüm bugün. Tüm çocukluk anılarım lekelendi bugün. Demekki biz güven içinde babalarımızla servise binerken, asıl tedirgin olan onlardı. O zaman en korkunç şeyin babamı kaybetmek olduğuna inanırdım. Bugünse bir anne olarak, evlat kaybından daha acı bir şey olamayacağını biliyorum. Bugün bir kadın hem kocasını hem evladını kaybetti. Belki bir çocuk hem ablasını hem babasını. Halbuki sadece işe yollamışlardı sevdiklerini.
Bugün kaybettiğimiz babalara ve benim genç kızlığıma Allah rahmet eylesin. Bunu yapanlarla ilgili hiç bir şey demiyorum, çünkü gerek yok artık. Ben sadece size aslında kimlerin şehit olduğunu içlerinden biri olarak anlatmak istedim o kadar.
Başımız sağolsun....

15 Haziran 2010 Salı

Şeytan Çocukta Gizlidir! 1 -Hamilelik-


Onları çok ama çok sevimli bulur, yollarda severiz. Komşununkini kucağımızdan indirmeyiz. Gün gelir evleniriz, ertesi gün baskılar başlar, çocuk ne zaman? Baskılara ve reklamlara dayanamaz bebek yapmaya karar veririz. İşte o an hayatımızda doğru gitmeyen şeyler başlamıştır. Herşeyden önce seksin zamanı hevesimizle değil, yumurta takvimimizle belirlenir. Kız ya da erkek olması için Çin takvimi tercih edilir, özel beslenme uygulanır. Tüm bunlar tutmazsa, doktora gidilir, o illaki tutturur!
Sonuç; Hamilesinizz....
İlk Ay
Zaten öğrendiğinizde ilk ayı hemen hemen bitirmişsinizdir. Problem olmaz, aile, koca, karı acayip mutludur.Tek sorun evli olmayan bayanlarda görülür. Ya hamilelikleri ya da bekarlıkları bitmek zorundadır çünkü. Sonuçta en az acılı olan, daha doğrusu mümkün olan sonuç seçilir.
İkinci Ay
Ammannn, mide bulantılarının ayıdır. Ne iğrençtir, tanrım, insan hatırlamak istemez. Hele o uyku yok mu? Nasıl bastırır adamı aniden işyerinde. Tutamaz gözlerini insan da, kapayıverir tatlı tatlı. Yani ya uyursunuz ya kusarsınız. İştah mı? O da ne? Hamileliğin ilk üç ayında kadınların çoğunun kilo verdiğini bilmiyor musunuz yoksa?
Üçüncü Ay
Mide bulantısı azalır, düşük tehlikesi azalır, artık eşe dosta yenilmiş olan bu haltın anlatılma zamanıdır. Hayret çığlıkları ve mutluluk nidaları arasında gururlar okşanır, anne-baba adayı çok iyi bir şey yaptıklarına iyice inanırlar. Halbuki bilmezler, doğumdan sonra bu arkadaşların hiç biri onlarla sabahlamayacak!Hatta, bebekten ve mecburiyetlerinden çok sıkıldıkları için artık sizinle görüşmeyip kendileri gibi çocuksuz çiftlerle takılmaya başlayacaklar. Ama bu dönemde merak etmeyin yanınızdalar. Çünkü halen gece çıkabiliyorsunuz, az da olsa içebiliyorsunuz, ve en önemlisi eve istediğiniz vakit dönebiliyorsunuz. Çıkarın keyfini, çıkarın. Altı ay sonra göreceğiz halinizi!
Dördüncü ay
Artık göbek hafiften büyüyor. Pantolon ve eteklerin beli sıkmaya başladı. Bir heves hamile kıyafetlerine gidiyorsunuz. Nedense sizin hamile değil bir fil olduğunuzu düşünerek üretilmişler, benim kadar minyonsanız hiç bir şey alamadan çıkıyorsunuz. Ayrıca ne kadar zevksiz olduklarını anlatmayacağım bile. Onlarla işe ve gezmeye değil, ancak rahibeler korosunda şarkı söylemeye çıkabilirsiniz. Terzide alıyorsunuz soluğu, ilk kıyafetler dikilmeye başlanıyor. İştah arttı biraz biraz, ama garip garip huylar da başgösterdi. Mesela farklı kokular duyuyorsunuz, bir tek de siz duyuyorsunuz. Kocanız bile size kokuyor olabilir. Et pişen eve giremiyebiliyorsunuz. Ya da balığın düşüncesi bile midenizi kaldırabiliyor. Bir anda sadece erik yemek istiyorsunuz, ya da kiraz, ya da kış ortası karpuz. O olmazsa sanki öleceksiniz. İki kilo erik satın alıp da tezgahtan yine de iki tane çalıp cebinize atıyorsunuz. Çünkü Hamilelik mantıksızlıktır . Bu arada ilk defa içinizde pır pır hissi oluyor. Bebeği ilk hissedişiniz. Ama kim demişse halt etmiş, her hangi bir bağ hissetmiyorsunuz. Tek hissettiğiniz, karnınızda kanat çırpan bir kelebek ve onun yarattığı bir fenalık.İçiniz bulanıyor. Karnınızı yağlamalısınız artık, yoksa koca koca çatlaklar açılabilir. Artık her hafta karnınız ve kasıklarınız ağrıyor. Derinizin gerildiğini hissediyorsunuz, kasıklarınız ve yumurtalıklarınız sanki küçük cüceler asılmış da sallanıyor gibi acıyor. Tek güzelleşen yeriniz memeleriniz. Büyüdü ve dikleşti. Ama lanet olsun, dokunamıyorsunuz bile hassaslığından. Gitti tüm fantaziler.
Beşinci Ay
Hareketleriniz artık kısıtlanmaya başladı. Ama kendinizi daha iyi hissediyorsunuz. Sanki poponuza bir jet motoru takıldı. Ne enerji o öyle. Kutsal hormonların mucizesine hoş geldiniz. Ne o cildiniz pırıl pırıl, ya o saçlar? Hayatınızın en sağlıklı zamanındasınız sanki. Merak etmeyin iki ay sonra geçecek.Göbeğiniz büyüyor ve kaşınmalar başladı. Habire yağlıyorsunuz ama ne çare! Acıyor işte, gerginlik hissi geçmiyor. Ayrıca duygusal hayatınız allak bullak. Ota boka ağlıyorsunuz. Mantıklı kararlarda ciddi düşüş var. Eşiniz bu işten sıkılmaya başladı. İlk aylardaki o heyecan ve şevk bayağı azaldı. Daha şimdiden kavgalara başladınız. Hoşgeldiniz ebeveyn dünyasına. Duvar kağıdından yatağa bir sürü kavga konusu sizi bekliyor, hodri meydan.
Altıncı Ay
Karnınız bayağı büyüdü, seks hayatınız pek kalmadı varsa bile ani kasılmalarda problem yaşamaya başlıyorsunuz. Orgazmı bebekler pek sevmiyor nedense!Pozisyon mu o da ne? Bir tane bulduysanız şanslısınız. Tekmeler başlıyor dikkat. O küçücük ayakların bu kadar can yakacağını kim bilebilir ki? Üstelik ne zaman olacağı meçhul. Bir toplantının ortasında aniden sizi yerinizden fırlatabilir, ya da tam bir sunumun ortasında bebek dönmeye karar verir, o an sanki bir boşluğa düşersiniz, aklınızda ne anlatacak konu kalır, ne de slayt. Rezalet an meselesidir. Yine de bunlar iyi günleriniz. Daha beter üç ayınız var, kolay gelsin.
Yedinci ay
Hormonlar bu aydan itibaren size enerji vermez, aksine sanki yere yapıştırır. Derinizdeki gerginlik ve patlama hissi dayanılmazdır. Küvet şayet yüksekse, içine yardımsız giremezsiniz. Altınızı göremediğiniz gibi, ayak tırnaklarınızı bile kesemezsiniz. Koca karnınızla ağırlaşmaya başladınız. Bebek de güçlendi hani. Bir tekme karaciğere, bir tekme böbreğe. Ama en fenası, sidik torbası. Üstüne yerleşti mi, o çişim var hissi hiç geçmez. On dakikada bir iki damla çiş için tuvalete taşınırsınız. Geceleri uyku saatinde genelde bebekler tekme ve hareket zamanına geçerler. Bu uyumsuzluk uykusuz geceleri başlatır. Zaten dönemiyorsunuz da yattığınız yerde, uygun pozisyona tam geçtiniz ve uyuyacaksınız, dua edin bebek harekete geçmesin. Yoksa, haydi baştan bul bakalım uygun uyku pozisyonunu!
Sekizinci Ay
En uzun aydır zorlu geçen, çünkü dokuzuncu ayda genelde sezaryen olunduğu için kısa geçer. Bu ay uyku yoktur. Sırtüstü yatamazsınız, omurganız ağrır, yan dönemezsiniz anca kocanız sizi çevirir. Zaten on dakikada bir tuvalete gitmeniz gerekir. Kabus gibi bir aydır, at gibi ayakta uyumak istersiniz. Dahiyane fikirler üretirsiniz tavana sabitlenen bir tür askı gibi. Onunla ayakta uyuyabileceğinizi falan düşlersiniz. Alafranga tuvalette çişinizi yapamadığınız zamanlar olabilir, küvette çömelerek deneyin o zaman, belki o zaman çişim var hissinden kurtulursunuz. Ayakkabılarınız başkası bağlar artık, tabi ayağınıza sığıyorlarsa. İki numara falan büyüyebilir ayaklar çünkü. Bebek bir tür aliendır. Ayağını derinizin üzerinden görebilirsiniz. İki ay önce aman aman ne şirin diye bakıyordunuz, artık alien filmi geliyor aklınıza. Karnımı yırtıp çıkar mı acaba?Acı mı, o sizin göbek adınız artık!
Son Ay
Ne diyim, en azından artık kurtuluyorsunuz. Çok yakında bedeninize kavuşacaksınız. En azından altı aylık görüntüsüne. Çünkü doğurunca karın hemen küçülmüyor. Ama geceleri uyuyacağınızı hayal edip, rahatça işeyebileceğinizi düşünüyorsunuz. İşemek kısmı tamam. Ama uyku? Bebek doğunca? O zor be!!

Nasıl, hiç reklamlardaki gibi değil di mi? Hani o güzel, bakımlı anne adayları, sevgiyle karınlarını okşar TVde. Ama bunu yaşamadınız, heleki son üç ay. Tabi anlatmadılar size gerçekleri. Yoksa kim doğurmak isterki? Aynen evliliklerin de aslında öyle aman aman mutluluk sebepleri olmadığını söylemedikleri gibi.Bakın ben söylüyorum işte. Ama büyük bir olasılıkla inanmıyorsunuz bana, abarttığımı düşünüyorsunuz. Evet belki biraz yanlı anlattım, yani sadece zorluklarını, sanki güzel tarafı yokmuş gibi. Var tabi, tüm çevreniz ve eşiniz size kraliçe gibi davranır, bu da harikadır gerçekten. Ama bedeninizde olup bitenler, hiç te öyle kolay ve haz verici olmaz. Aksine acı dolu ve iz bırakıcıdır.Kadın için hamilelik tam bir travmadır, asla unutulmaz. Tıpkı erkeklerin askerlik anıları gibi. Ama onlar görevlerini bitirir, o dönemi kaparlar. Siz ise daha yeni başlayan ve tüm ömrünüz boyunca sürecek bir görev için sadece hazırlık yaparsınız. Anneliğe. Ne diyeyim, kolay gelsin!!!

Coming Out


Türkçesi biraz muallak. Daha doğrusu tek bir kelimeyle tam doğru çevirisini bulamadım. Çünkü içinde hem 'gönüllü' olmak var,'paylaşmak' var, bir tür 'itiraf' var. Ama itiraf tam da uymadı, neyi itiraf eder insan, bir suçu, bir yanlışı? O zaman bu duruma uymuyor itiraf. Başka ne olabilir? Neyse ne, çok da önemli değil, siz anladınız konunun ne olduğunu. Bir hayat tarzı ve seçimin çevreyle ve toplumla paylaşımı. Bu konuyla ilgili yıllardır düşünürüm, diyeceksiniz ki sana ne, olur mu, tabi ki hepimize bir şey.O yüzden siz de düşünün diye yazıyorum bu yazıyı.
Her şey millattan önce bir günde başladı. O gecenin benim için bir milat olacağını bilemezdim doğrusu. Sıradan bir gece ve sıradan bir telefon görüşmesiydi. Ama sıradan olmayan duygular vardı arkadaşımın sesinin titreşiminde. Özel birinden bahsediyordu, aşık olmuşsun dedim hemen, sonra da ekledim, kim bu şanslı kız? Biraz duraksadı, 'gelsene, daha rahat konuşuruz' dedi. Atlayıp arabama gittim. Oturduk önce dağınık salonunda. Hep pasaklı olmuştur, o gece de farksızdı ev, sarışın kedisi yayılmış yatıyordu minderde, yanına kıvrılıverdim hemen. Sonra da başladım sorgulamaya. O da ne, susuturdu beni hemen. Dikkatle dinle dedi. Sana bir şey söylemem gerek.
-Aşık olduğum kişi bir kadın değil, erkek.
Nasıl yani? Benim straight aklım ve geçmişim ve o genç yaşım bunu asla anlayamıyor o an. Canım arkadaşım, neredeyse beş yıldır herşeyimi paylaştığım dostum aslında bir ne?
-Gay'im ben.
O da ne demek? Hani televizyonlarda gördüğümüz, fahişelik yapan, kadın elbiseleri giyen o korkunç yaratıklar mı?( Bakın, ne kadar sığım o zamanlar-medya görevini yapmış, önyargılarımızı başarıyla oturtmuş kafamıza). Gizli kamera nerede?
-Saçmalama, yok öyle şeyler, en azından senin inandırıldığın anlamda.
Kafam karmakarışık. Bir yanda bana öğretilen tuh-kakalar, diğer yanda, çok iyi tanıdığım, çok ama çok sevdiğim bir insan. O iğrenç değil. Biliyorum, son derece tatlı, harika bir dost. Ona inanmalıyım, inanmak istiyorum. Çünkü onu kaybetmek istemiyorum. Ama anlamaya ihtiyacım var, doğrularımı değiştirmeme yardım et.
Ve başlıyor bana tüm yalınlığıyla gaylik hikayesini anlatmaya. O güne kadar hiç duymadığım, bilmediğim bir dünya bu. Önce önyargılarımı yıkması gerek, sonra da üstüne yeni ve temiz bir dünya kurması. Tüm gece konuşuyoruz. Daha doğrusu o anlatıyor, ben dinliyorum. Meğer dostum ne uzun ve zorlu bir ruh yolculuğu yapmış. Kabullenmek, kendini bilmek, üstüne de çevrene anlatıp kabul beklemek. O, benim belkide o olmasa gelemeyeceğim olgunluğa çoktan gelmiş, çevresini de olgunlaştırıyor. O gece çok önemli bir şeyi sadece öğrenmedim, hissettim ve inandım. Aslolan bir canlı olmaktır, yargılamak bize düşmez, bizim görevimiz koruyup kollamak, destek olmak, bir olmaktır. Tercihler kişiye özeldir, cinsel kimlik asla ve asla kim olduğunu belirlemez. Belki ekstradan bir olgunluk ve akıl katabilir o kadar. Bu ekstralara da heterolarda pek rastlamadığımı itiraf etmeliyim.
O gecenin sonunda gaylikle tanışıyorum. Kanlı-canlı karşımda duruyor, bana güvenerek açılıyor, ve en zorunu yapıyor, beni yeniden kazanıyor. Ama bu sefer sadece bir dost olarak değil, evrensel düşünebilen bir fert olarak. İşte benim miladım o gece oluyor. Küçük, kendi doğrularıyla, sınırlarıyla gözü kapalı yaşayan o kız gidiyor, yerine geniş düşünen, esnek, insan sevgisini önde tutan bir kişi geliyor. Beni bugünkü ben yapıyor. Hani derler ya, dostunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, çok doğru. Ben gururla O'nun dostu olduğumu söylüyorum, çünkü bu beni ÖZGÜR kılıyor. Ne şanslıyım ki böyle bir dostum var, ve ne kadar şanslıyım ki bana açılıp o gece tüm kişiliğimi ve dünyamı değiştirmiş.
Şayet halen hayatınızda gay birileri yoksa, ya çok dar görüşlü olduğunuz için size söyleyemiyorlar, ya da gerçekten çevrenizde barındıramayacak kadar sığ bir deniziniz var.
Şu an MS 15. yıl. Bu süre zarfında aynı evi paylaştık, birlikte tatiller yaptık, düğünümde dans ettik, oğlumu gezdirdik. Her anından büyük keyif aldığım zamanlar geçirdik. Öğrenci evinde sefilliği, buz gibi evimizde bir battaniyeyi, dertlerimizi, sevinçlerimizi, dolu dolu 20 yılı paylaştık. Belki de bekar hayatımın en eğlenceli bir yılını yaşadım onunla aynı evde. Sokaktan bulup getirdiğim kedilere babalık yapmasından, vejeteryan olduğu için aldığım etleri iğrenerek buzdolabına koymasından, bazı geceler korkup beraber yatmamıza kadar ne çok şey yaşadık.

Ne olursa olsun, önyargıların kurtulunması gereken beyin şartlandırmaları olduğunu gördüm. Onları yıkarak, çok daha kaliteli bir yaşama, insan ilişkilerine sahip olduğumu gördüm. Tuh-kaka denen şeylerin aslında öyle olmadığını, bizim özgür irademizle o konularda karar vermemiz gerektiğini öğrendim. Evrensel olmanın, ayrımcılıkla aynı satırda geçemeyeceğini öğrendim. Ve bunları yazıp, sizlere anlatmak istedim. Tek bir satırı işe yarasa bana yeter, amacıma ulaştım demektir.
Bu arada her kadının mutlaka gay bir dosta ihtiyacı olduğunu da anladım ama o başka bir günün yazısı....

14 Haziran 2010 Pazartesi

Satış Yalanları


Hayatta dayanamadığım şeylerden biri de gözümün içine bakılarak söylenen, desteksiz yalanlardır. Aptal yerine konulmak bir yana, bu yalanları bu kadar rahatça söyleyebilecek kadar bozulmuş insanlarla karşılaşmak sinirlerimi bozar. Ve o zaman düşünürüm, ne tür bir sebep, ahlakın çöküşünü getirir? Aslına bakarsanız satıcının söylediği yalanlar tabiki ölümcül değildir. Sonuçta seçim size aittir, kanmak da bir seçimdir sonuçta. Çok az da olsa bir ihtimal doğru söylendiği düşünülebilir, o zaman da siz çok şanslısınızdır demektir. Geçenlerde bir arkadaşımla beraberdim. Gayet iyi giden bir sohbet, birden bire arkadaşımın satışını üstlendiği ürüne geldiğinde, arkadaşımın sohbeti değişti, yerine bir satıcı geldi.Satıcı ağzı denilen şey heralde buydu. Ben, az önce kahve içilip dertleşilen arkadaştan, potansiyel bir müşteriye dönüşmüştüm. Kusura bakmayın ama rahatsız edici bir durumdu. Üstelik, o ürün ne yazıkki zaten eve girmişti, ve zoraki kulanılıyordu. Yani ben de biliyordum, en azından anlatıldığı halde ne yapmadığını.İçim sıkıldı, kızdım. En çok da,
- Ben o ürünü kullandiğimdan beri saç dökülmem %30-40 azaldı, lafına.
Nasıl olurda bir gözlemine insan, bilimsel olmak adına rakamsal veriler ekler? Ne yani, şimdi sen saydın mı, önceden 100 saçın dökülüyordu da, şimdi 60-70 tel mi eksiliyor, kaç gün saydın? Başka değişen parametre yok mu?
Bunların hiçbirini düşünmeden söylediğine eminim. Satış kitaplarında, insanların güvenini kazanmak için rakamsal veriler verin der. Ama kıçınızdan uydurun demez. Temellerini bilime-deneye dayanmış, istatistiki bilgileri sunun karşınıza. Yoksa adama sorarlar, her gün saçını mı sayıyorsun diye. Neyse, sonuçta o kadar çok sıkılmışım ki, dayanamayıp bende hiç de o dediklerinden olmadı deyiverdim. Aylardır kullanıyorum, ne saçımın dökülmesi azaldı, ne de yumuşadı. Ayrıca yok efendim ciltteki lekeleri yokediyormuş. Hikaye, zaten bunlara inandığım için değil, çok daha özel sebepler nedeniyle alınmıştı o ürünler, ama lütfen artık yeter, ben de görüyorum, benim de saçım var. Keşke ben bunları söyleyip teşekkür edebilseydim. Sonuç; bozulan ilişkiler. İşin kötüsü yalancı değil, her zaman doğruyu söyleyen kovulur köyden. Sanırım bu kişi de ben oluyorum. Aman diyim, satıcı arkadaşlar, lütfen dikkatli olun. Ürününüzü svdiğinizi, ona çok inandığınızı biliyoruz. Ama sırf biz inanalım diye sallamayın allahaşkına. Biz o ürüne sizin kadar sadık olmayabiliriz de. Deneriz, olmazsa başkasına geçeriz. Sizin ise başka bir ürüne geçmeniz daha iyi şartlar için olur. Dolayısıyla sizin de kolaylıkla sırtınızı dönebileceğiniz bir şey için, bizimle olan ilişkilerinizi bozmayın.
Aklıma, yazdığım bir öykü geldi, bir satış öyküsü. Buyrun okuyun, bakalım hoşunuza gidecek mi?

Temizlik Makinası
Ne kadar zaman önceydi hatırlamıyorum onunla tanışmam. Daha doğrusu varlığından haberdar olmam. Fırınımı yeni temizlemiştim, iki saat kadar sürmüştü işlem, ama yine de içime tam anlamıyla sinmemişti. Aralara sıkışmış yağlar çıkmak bilmiyordu ve ellerim deterjandan acımaya başlamıştı. Derken telefon çaldı. Arayan çok samimi bir dostumdu. Biraz hoşbeşten sonra fırın temizleme sohbetine dalmıştım ki, arkadaşım o can alıcı cümleyi sarfediverdi;
‘Biliyor musun, yeni bir makina çıkmış, senin iki saatte temizleyemediğini tam tamına beş dakikada silip süpürüyormuş.’
Kulaklarıma inanamadım. Daha çok detay istiyordum, hatta gözlerimle görmek. Böyle bir alet varsa eğer, bulaşık makinasının icadından beri başıma gelen en iyi şey olacaktı. Derhal ayrıntılara odaklandım. Bir arkadaşında görmüş, buharla temizliyormuş herşeyi. Puf diye uçup gidiveriyormuş yağlar. Yer seramiklerinin arasını bile temizliyebiliyormuş. Tanrım, istiyorum onu, hemde hemen. Daha çıkmamış o kadar çok kir var ki evimde. Arkadaşım anlatmaya devam ediyordu, istersem vereceği numarayı arayıp evime davet edebilirmişim bu makinayı pazarlayanları. Onlar hem makinanın marifetlerini anlatıyorlarmış, hem de fiyatta kolaylık sağlıyorlarmış. Gerisini pek dinlemeden sözünü kesiverdim arkadaşımın, ‘ numarayı ver, acilen’ dedim. Sesimdeki ciddiyet ve asabiyetten hafif ürkmüş olan karşı taraf verdi numarayı. Kuru bir teşekkürün ardından telefonu kapayıp, elimdeki numarayı çevirdim. İşte maceram tam bu anda, karşı tarafın telefonu açmasıyla başladı. Nerden bilebilirdim hayatımın bu hale geleceğini?
Telefondaki ses ertesi gün için benimle randevulaştı. Gayet kibardı, güvenilirdi. Üstelik beni en can alıcı yerimden yakalamıştı. Kirler benim Aşil topuğumdu. Ve ben oku tam onikiden yemiştim.
Ertesi gün denilen saatte geldi Bay Eleman. Yanında da mucizesi. Muhteşem makina çalışmaya başladığı anda aşık oldum ona. İkimiz de aynı şeye bayılıyorduk, kir çıkarmaya. Ama o benden daha hızlıydı. Benim bir fırın temizleme süremde, tüm mutfağı, seramik araları dahil bitiriveriyordu. İnanılmazdı. O ve ben harika bir ekip olabilirdik. Hatta birbirimiz için yaratıldığımızı dahi düşünmeye başlamıştım. Derken fiyatını söyleyiverdi Bay Eleman. Kesinlikle ayrı dünyaların aşklarıydık artık. Benim sefil hayatıma dahil olamayacak kadar lükstü. Tam tamına bir salon takımı fiyatınaydı. Yaşlı gözlerle makinama bakakaldım. Onsuz nasıl yaşardım bilmiyordum, keşke hiç görmeseydim, varlığından haberdar olmasaydım. Acı çektiğimi gören Bay Eleman fiyat konusunda o kadar cazip tekliflerde bulundu, o kadar taksitlere böldü ki, kendimi kaybetmişim. Yarım saat sonra ben ve makinam salonda başbaşaydık. Kendime gelmiştim ve ne kadar bölünürse bölünsün hala bir salon takımı fiyatını ödeyeceğim gerçeği kafama balyoz gibi inmişti.
O sersemlikle makinamı çalıştırıp deliler gibi temizliğe başladım. Sanki çaliştıkça ödenecekti mucizemin parası. O gün rüya gibiydi. Yaklaşık beş saat çalıştıktan sonra kalorifer peteklerimin arası bile tertemiz olmuştu. Onunla her günüm dopdolu geçiyordu. Meğer evde ne çok temizlenecek yer varmış. Tam helal olsun verdiğim paraya derken, ilk elektrik faturam geldi. Bay Elemanın deterjansız ucuz temizlik diye bana sattığı mucizem, on yıllık deterjan parası kadar enerji tüketmişti. İkinci darbeyi ise doların ikiye katlanmasıyla yedim, çünkü senetlerim dolar üzerindendi. Mucizem artık salon artı yemek odası takımı fiyatındaydı. Eşimle bu konuyu pek konuşmamaya çalışıyorduk, aksi halde ilişkimiz zedelenecekti. Yine de makina harika iş çıkarıyordu. Üçüncü senedimizi ödediğimiz ay – daha ödenecek sekiz senedimiz vardı- mucizem teklemeye başladı. Kocam bunun için beni suçladı, kediyi bile bu makinayla temizlememe gerek varmıymış tartışmasına girdi. Söyleyecek tek kelimem yoktu. Nasıl anlatabilirdim ki bu adama beyaz kedilerin ne kadar kir gösterdiğini? Neyse, içime atıp ertesi gün Bay Elemanı aradım. Koşarak geldi sağolsun. Baktı mucizeme.’Ablacım’ dedi, ‘ sen bunu topraklı prizde kullanmamışsın, bak yanmış bunun içi. Neyse ki çok önemli değil hasar, yaparız’. İçim rahatlamıştı. Bay Eleman sevgili makinamı götürürken, ilişkimiz de, müşteri-satıcı dan abla- kardeşe dönüşmüştü. Ertesi gün kardeşim Eleman telefon açtı. Hasar benim yanlış kullanımımdan dolayı gerçekleştiği için sigorta kapsamına girmiyordu ve yaklaşık değerinin onda biri kadar miktara tamir olabilecekti. Ne diyebilirdim ki kardeşime. O kadar içten ‘ ablacım be, valla elimden bir şey gelmez, ben de bir elemanım sonuçta. Ama inan bana en ucuza çıkaracağız bu onarımı.’ demişti ki, el mahkum kabul etmiştim. Akşam eşim makinanın içine sıkışan rakamı duyunca, konuyla ilişkisini tümden kestiğini duyurdu. Artık yalnızdım. Ama o mucize için hala değdiğine inanıyordum.
Bir hafta sonra evine döndü canım temizlik ilahım. Ne kadar da özlemişim, onsuz hiç tadı yokmuş meğer ovalamanın. Halılarım bile solmuştu yokluğunda.
Birbirimize kavuşmanın heyecanı daha geçmeden, sevgili mucizem bu sefer de sağından solundan buhar kaçırmaya başladı. Biraz idare edeyim dedim ama, bir düdüklü tencereyi delik ne kadar kullanabilirsiniz ki? Üstelik tanrı korusun, ya patlarsa?
Kardeşim eleman bir kez daha evimizdeydi. Karşılıklı oturmuş ortamızda duran makinama bakıyoruz. Kardeşim Eleman, teşhisini açıkladı,
‘Ablacım be, biliyorsun makina hassas. Demiştim sana sadece iyi su kullan diye. Bak su tankı kireç tutmuş, o da termostadı bozmuş. İyiki beni hemen çağırdın, patlasa yanmıştın alimallah’ dedi. ‘ Aman, allah korusun ‘diye karşılık verdim içtenlikle. Ucuz atlatmıştım. Ama anlamadığım bir nokta vardı, ben hep iyi su kullanmıştım! Kardeşim Eleman bana kesinlikle inandığını, ama patronuna bunu açıklayamıyacağını, o yüzden ispatı olmayan bu tip bir iddianın sigorta kapsamına giremiyeceğini açıkça izah etti. Yine şaşkındım. İki senet kadar daha masraf çıkmıştı. Her ay ödüyordum, ama daha makinanın yarı fiyatına dahi ulaşamamıştım. Üç senet ekstra tamiratlardan, on senet eki de döviz artışından yemiştim ve çarşıdan aldım bir tane, eve geldim bin tane atasözününde ne demek istendiğini ilk defa gerçekten anlamıştım.
Başım eğik, gönderdim makinayı. Ne yapabilirdim ki? Akşama kocama asla bahsetmedim. Paralı günden gelenlerle öderim, kocamın ruhu duymaz diyordum.
Kısa süre sonra geldi makinam. Artık akıllanmıştım. Sadece iyi su kullanmakla kalmıyor, haftada bir kireç sökücüyle de kazanını temizliyordum. Ne akıllıydım ama.
Derken, iki ay sonra makina teklemeye başladı. Görmezden geldim ama, nereye kadar?
Yine karşılıklı oturuyoruz Bay Elemanla (artık kardeşim değil o adam), ortamızda makina. ‘Ablacım’diyor, ‘kazana kireç sökücü koymadığına emin misin? Bu aletler öyle temizlenmez çünkü’. Panikle etrafıma bakınıyorum, gizli kamera mı var? ‘Su deposu delinmiş ablacım, ya yeni depo koyacağız, ya da bunu geri alıp yeni makina vereceğiz sana. Üstüne az bir miktar ödeme yaptın mı tamamdır.’
‘ Ne kadar az?’ diye sordum korkarak. ‘Beş-altı ek senet daha yaparız abla, ama inan sırf seni sevdiğimden. Başkası olsa valla iki katı fiyata olur. Sen benim eski müsterimsin’, yüzündeki gülümseme neden inandırıcı gelmiyor artık?
Kulaklarıma inanamıyordum. Tamam makinaya vurgundum ama hiç bu kadar pahallı aşk olur mu? Yeni bir atasözü aniden geçti aklımdan;

Zararından neresinden dönülse kardır....

Ayağa kalktım. Artık o ezik, gözü kör aşık değildim. Makinaya diktim en sert bakışlarımı. ‘İstemiyorum’ dedim. ‘Artık yeter, istemiyorum, kalsın böyle. Elimizi verdik , kolumuzu kurtaramıyoruz. Yaptırmıyorum da, yenisini de istemiyorum’ deyiverdim kararlılıkla. Bay Eleman şaşkındı, kırkbin dereden su getirdi beni ikna etmek için. Ama boşuna. Uyanmıştım gaflet uykumdan. ‘Ne seni , ne de bu makinayı bir daha görmek istemiyorum’ diyerek ikisini de kapının önüne koyuverdim. İçim rahatlamıştı. Akşama kocama büyük bir gururla anlattım yaptıklarımı. ‘Aferin’ dedi gözü televizyonda, elinde uzaktan kumanda. ‘Geriye kalan onbeş senedi de koydun mu adamın cebine, sokağa atarken?’ Başımı eğdim öne. ‘Yok, ödeyeceğiz mecburen’ diye fısıldadım. Tam o anda kulağıma rüya gibi gelen cümleleri duydum,
‘Ütü yapan kurutma makinası şimdi çok uygun ödeme koşullarıyla...’
Ütü yapan kurutma makinası mı? Bulaşık makinasından sonra yapılan en güzel icad. İçim heyecanla titreyerek kocama döndüm;
‘Kocam..’,
Göz göze geldiğimizde onun da bakışlarında farklı duygular olduğunu hissettim. Hem de çok yoğun. Konuşmadan sadece baktı, bakışlar tüm duyguları anlattı. Heyecanım azaldı, ‘ belki de ‘ dedim, ‘ önce deneyen birilerinden dinlemeli , ne dersin?’ kocama kocaman sevgi bakışları fırlatmayı da ihmal etmedim. Kimbilir, belki yarın , kucağında bu yeni mucize makinasıyla kendisi çıkagelir. Ama önce bu senetleri bitirmemiz gerek.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Ölümün Günlüğü

Şayet ne zaman öleceğimizi bilseydik, nasıl yaşardık, neler yapardık? Yakın bir zaman içinde bekleniyorsa yokoluş, her şeyi bırakıp dünyayı mı dolaşırdınız, yoksa lükse mi harcardınız tüm kazancınızı? Ailenizle son günlerinizi nasıl paylaşırdınız? Çocuğunuza hiç kızmayarak, şımartarak mı, eşinizin yanlışlarını görmezlikten gelip kavga etmeyerek mi? Daha mı sakin, daha mı çılgın? Daha mı tutumlu, daha mı pervasız? İşte o yüzden belki de ölümün vakti saklı. Sizi siz olmaktan çıkaran bir bilgi bu. Korkunç bir telaşa sürükleyip, maddi dünyanın elinizden alınmadan hızlıca tüketilme çabasını yaratan bir bilgi. Saklı bir bilgi.Peki gerçekten ulaşılmaz bir bilgi mi? Öğrenilemez ve değiştirilemez mi? Burada iki teori var, açıkçası yazarınız ikisi arasında seçim yapamayacak kadar kararsız. Bakalım sizin fikriniz ne?
Birincisi, geleceğin değiştirilebilir tahmin ve olasılıklar yığını olması üzerine. Herhangi birini bir şekilde öğrenmiş olmanız, onun gerçekleşeceği anlamına gelmez, aksine önleyebileceğiniz bir olgu haline getirir. Önlem alır, korunabilirsiniz. Bu çok pozitif bir düşünce tabi. İkincisi ise, yine geleceği bir olasılıklar yığını olarak görür, ama bir şekilde öğrenilen gelecekteki ihtimallerden biri, öğrenildiği anda, kendini gerçekleştirmeye başlar. Gözlemci etkisidir bu, ünlü kuantum teoremi yani. Bildiğiniz anda gerçektir artık, olmuştur. Bu durumda önüne geçmek imkansızdır. İşte o yüzden de tüm dinler ve inanışlarda fal ve falcılık yasaklanmış ve lanetlenmiştir. Çünkü olasılıkları etkileyip, geleceğe yön verilir bu sayede, bir tür tanrıyı oynamak, falına bakılan kişinin o konuyla ilgili diğer tüm olasılıklarını o anda yok etmektir. Buna da kimsenin hakkı yoktur. Şayet irade özgürse, gelecek ile ilgili ihtimallerin seçimi de kişiye kalmalıdır.
Fala bakmak, bizim coğrafyamızda her mahallede, her kahve anında yapılan basit bir eğlencedir. Sonuçlarının ağırlığı asla bilinmez, çünkü ciddiye alınmaz. Halbuki, şaka için bile yapılsa, farkında olmadan bilinç altına inen bir telkin haline gelip gelecekteki bir ihtimali tetikler. Heleki bu iş için bir de para almak, işte bu cinayetten bile kötüdür. Hiç farkına varmadan birisinin hayatını değiştirmiş, onu da seçimsiz bırakarak kuklaya dönüştürmüş oluyorsunuz, üstüne de para alıyorsunuz. Bunun cezasını buyrun siz düşünün.
İnanın geleceğin bilgisine ulaşan bir çok insan var. Çünkü gelecek, geçmiş ve şu an aslında bir. Karışık ama, bizim beynimiz, zaman denilen bir sıralamaya ihtiyaç duyuyor bu gelişmişliğinde. Dolayısıyla biz de olayları bir sıra halinde yaşadığımızı düşünüyoruz. Bazen hissettiğimiz, yahu ben bunu daha önce yaşamıştım, daha önce buraya gelmiştim gibi hisleri de(bunlar da bir tür yırtık sizin beyninizin yarattığı)dejavu olarak rafa kaldırıyoruz. Deli saçması gibi geliyor kulağa. Haklısınız vallahi, zaman olmadan yaşamak aklımızın alamayacağı bir şey. Aynı şekilde bir bardağın aslında aynı anda 2000 ayrı yerde olması gerçeğini anlayamadığımız gibi. Ama sizi bu anlamsız kuantum teorileriyle sıkmayacağım. Sadece, geleceği görebilmenin tek imkanlı yolunun, aslında geleceğin de yaşanmış olması ve sadece hatırlamamız gerektiği ya da kaydının tutulduğu bilinç seviyesine ulaşabilirlik olduğunu düşünmenizi istiyorum. Sadece bir kaç dakikalığına. Sonra deli saçması deyip geçin zaten. Peki, gelecek yaşanmışsa değiştirilemez mi? Tabiki değiştirilebilir, buna göre geçmiş te değişebilir. İşte şimdi tam bir deli saçması oldu! Neyse, burada sadece sizlere bambaşka bir bakış açısı vermek istedim, o kadar. Hiç birşeye inanmak zorunda değilsiniz. Bolca okuyun, bilgi size gelecektir.
Sevgili okur, bugün kafanı karıştırdım biraz. Amacım ezber bozmak, dünyayı biraz da tersten göstermek. Arada lütfen bunu yap, kafanın içindekini zorla, sana doğru ve gerçek diye öğrettikleri şeyleri tekrar gözden geçir. Kendi gerçeklerini mümkünse bul, bunun için de bolca oku. Okumayan bir toplumuz, düşünmeyi de sevmiyoruz. Ama biliyor musunuz, bulunduğumuz coğrafyanın eskiliği ve enerjisi sebebiyle o kadar çok insanımız hediyelerle dolu dünyaya geliyor ki. Bunları yalan yanlış kullanıp, cahilce harcamamak gerek. Felsefe bilimin temelidir. Filozofları incelemeden, ahlaki sağlam duruşa sahip olmadan yapılan bilim, pozitif değil ezberin tekrarıdır. O yüzden de benim yazıma gülüp geçen pozitif bilim insanları lütfen kendi içlerine dönsünler. Ne kadar sıklıkta felsefe okuyup tartışıyorlar? e=m*c2 onlar için sadece bir formül mü? Yoksa başka evrenlerin giriş anahtarı mı?
Şimdilik benden bu kadar. Sadece biyolojik varlıklar olmadığımızı, daha fazla bir şeylere sahip olduğumuzu düşünüyorum. Ve bunu paylaşmaktan korkmuyorum. Lütfen siz de düşünmekten korkmayın.
Yağmurlu yaz aylarınızın ilk günlerinin de keyfini çıkarın:))

4 Haziran 2010 Cuma

Kaç Kez Yaşar ki İnsan?

Kaç hayatımız var? Sadece 80 yıl yeter mi bu koca dünyayı anlamaya, bu kadar karışık duyguları çözmeye ve hatta onları idare edebilecek kadar ustalaşmaya? Bir tek kez gelip, hayatta kalmayı tam öğrendikten sonra gidivermek bu dünyadan, hem de geri gelmemek üzere, haksızlık olmuyor mu?
Bu soruları sadece ben sormuyorum tabiki. Yıllardır felsefenin ve dinin konusu olmuş şeyler bunlar. Neden geldik, nereye gidiyoruz, yaşamın amacı ne, insanlar düşünüyor tabi. Çalış çabala, bir yerlere gel sonra bir bak yaş kemale ermiş, hadi bakalım gitme vakti. E suya yazı mı yazıyoruz? Şu dünyadan kaç milyar insan geçti, kaçı hatırlanacak işler bıraktı arkasında? Şayet ben de unutulmazlar arasında olmazsam, yani kalıcı, o zaman anlamı ne geçirdiğim her günün bu dünyada? Nasılsa silecek beni de sayfalarından. Ne umutsuz bir bakış açısı. Ama bir o kadar da gerçek. Ne kadar süslersek süsleyelim, hayat aslında bu. Şayet ardında bir şey de yoksa kaçınılmaz olan ölüm silip süpürüyor tüm varlığımızı bu diyardan. Geriye başarabilirsek DNAmızı taşıyan, arada bizi sevgiyle anan bir çocuk kalıyor. İki nesil sonra artık hatırlanmaz da oluyoruz, o zaman her şey boşuna mıydı?
Açıkçası, kuyruğunu kapı aralığından kurtarmış her insan bunları düşünmeye başlar. Çok doğal, çünkü ölümün çaresi yok, zamanı yaklaştıkça iç hesaplar, nedenler niçinler, keşkeler artar. Sonra o koca bilinmezlik te adamı korkutur. Hadi geldik, bin tür eziyet çektik, şimdi nereye gidiyoruz?
Ödül ve ceza toplumları olduğumuz için mi bilmem, dinler hep yaşanmışlığın için değer biçer. Yani iyiysen cennet, kötüysen cehennem. Ama bu da haksızlık, ben bilmiyordum ki, tek hakkım vardı yanlış kullandım, düzeltemez miyim? Bazı inançlar buna da çözüm bulmuşlar, tabiki düzeltebilirisn. Al sana bir sürü hayat, bir sürü seçme şansı, doğruyu bul, kendini eğit. Ama tek bir şartla, bir önceki hayatını unutacaksın. İşte bu kulağa daha hoş geliyor değil mi? Yaşasın diyor insan, bir hakkım daha var, onu değerlendirebilirim. O zaman ölüm de daha az korkutucu oluyor. En azından ardında bilinmezlikten ziyade yeni bir yaşam vadi var. Ne kadar büyük bir motivasyon. Kim inanmak istemez ki böyle harika bir vaade?
İşte inanç böyle zamanlarda yardımına koşuyor insanın. Düşünerek çözemediklerini, vaadle sorun olmaktan çıkarıp çözüm haline getiriyor. İnanıyor. Belki de bu yüzden insanlar yaşlandıkça daha bir dine yaklaşıyor. Ölümü hissettikçe yeni bir umuda sarılıyor. Son derece zararsız, aksine yararlı bence. Rahatlatıcı. Sonun aslında bir başlangıç olduğuna inanmak kadar ölümü sempatikleştiren başka bir düşünce olamaz. İster cennete git, ister yeniden doğ. Yeni bir başlangıçtır bunlar. Ve yokolmayacağına dair verilmiş bir güvencedir. Sevgili okur, nacizane fikrim inançların, makul düzeyde tutulduğu sürece insana güven, mutluluk ve umut veren harika fikirler olduğu yönünde. Bazen suçlayacak hiç bir şey bulamadığımızda, engel olamadığımız bir terslikte kader işte diyebilmek, gerçekten rahatlatıcı, yoksa inanın kafayı bozabiliriz. Ama tabi abartmamak şartıyla. Meraklı bir dostun kaleminden biraz abartılmış inanç sebebiyle yaptığı bir işten, öğrendiği gerçeklerden(!) bahsedelim biraz.
Kaç Kez Yaşadım
Gazetede okuduğum bir yazıyla heyecan içinde kaldım. Yaşadığım şehirde bir kadın, kaç kez dünyaya geldiğimizi bilebiliyor, hatta içlerinden iki tanesini de anlatabiliyormuş. Derhal kadını arayıp randevu aldım. Aslında çok ama çok kez geldiğimi tahmin ediyorum. O kadar eskiyim ki, belki de mağaralardaki resimleri ben yaptım:)) Hatta o kadar yorgunum ki, bir daha da gelmeyeceğim. Sanki son hayatım bu yaşadığım. Sebebi de, hem insanları bir görüşte anlayabilmem, hem de onlara inanmak isteyecek kadar saf olmam. Galiba ilk gelen ruhla son gelen ruh arasında böyle bir fark var. İlk gelen gerçekten inanıyor, son gelen biliyor ama yine de inanmayı tercih ediyor. Aradaki hayatlarda ise kaybetmemek için her türlü hile serbest. Neyse, bunları bilerek gittim randevuma. Açıkçası beni çok tatmin etmedi, çünkü aynen bu düşündüklerimi söyledi bu hanım da. Tam tamına 384 kez gelmişim dünyaya. Üstelik bi tanesinde Tibette rahipmişim ve o dönemlerde kazandığım bazı yetenekleri halen kullanabiliyormuşum.Düşünsenize 1150 yılından beri aslında inançlara sahipmişim. O dönem öğrendiğim bilgiler yüzünden ortaçağda yakılan cadı, başka hayatlarda şifacı, medyum gibi bir sürü yaşama sahip olmuşum. Gerçekten de son hayatımmış bu, finali yapıyor muşum-sezon finali:)).Tüm bunları öğrenmem tabiki bir maliyetti, ve ücreti ödedim. Ama çıkarken de düşünmedim değil, benim bildiğim doğrularda ve inançta hediyeler satılmaz. Ve şayet bu hanımın böyle bir yeteneği var ise (sallamadıysa yani), bu bir hediyedir, satmaması gerekir. Şayet satarsa sezon finalinde adamın canına okur karma. En az 5 hayat cezası var bu işin:)) Sen daha öğrenemedin mi hediyelerin satılamıyacağını, al sana 5 hayat daha, hepsi hediyeli, satmamayı öğrenene kadar kal bu dünyada.
E ben nerden mi biliyorum, tam 384 kez görmüşüm, heralde oradan aklıma takılmış. Bu arada, herkesin hediyesi vardır cebinde, bazıları kullanmayı öğrenir, bazıları cebinin yerini bile bilmez. Ama eski bir ruh, bunun paraya çevrilmeyeceğini çok iyi bilir...

İşte sevgili okur, çok bilen, çok da inanan bir dost iletti bu satırları. Şayet konuya ilgi duyarsanız sizlere bilgi aktarabileceğini, çünkü etraftaki şarlatanlardan çok daha fazla saf bilgiye sahip olduğunu iddia ediyor. Bana bakmayın, ben sadece elçiyim, siz isteyin yeter. Ama inançları gerçeklerden ayırmayı da ihmal etmeden okuyun. İnanç bir tercihtir, ispatı yoktur, tartışmaya da açık değildir. Kim neye nasıl isterse öyle inanır. Hiç görmediğimiz bir şeye milyarlarca insan inanıyorsa, üstüne milyarlarca dolarlık organizasyonlar kurulabiliyorsa, demekki ispat edilemeyen şeylerin inanırlığı var bu dünyada:))