Hürriyet

>

29 Temmuz 2010 Perşembe

Son Hava Bükücü- Avatar


Her zaman hikayelerden hoşlandım. Kimi bir filmin oyuncularından, kimiyse görsel etkilerinden hoşlanırken, ben karakterlere, onların gelişimine ve öykünün içinde yuvarlanışlarına kapılırım. O yüzden de ayırt etmeden film ve kitaplara bırakırım kendimi. Çocuk ya da yetişkin farketmez. Hem en komiği nedir bilir misiniz? En dokunaklı öykülere, en belirgin karakter yolculuklarına çocuk filmlerinde rastgelirim. O yüzdendir ki, Nichelodion, kaliteli çizgi hikayeleriyle takip ettiğim bir kanaldır. İşte Avatar'ı buradan tanırım. Her akşam, oğlum okuldan döndüğünde, beraberce otururuz ekran başına ve o mükemmel dünyanın içine akıveririz beraberce. Oğlum ne kadar anlıyor o ayrı, ama ben çok temiz ve derin bir hikaye buldum bu çizgi dizide. Şimdiyse film olmuş, 3-D karşımızda. Tabi tüm diziyi bir filme sığdırmak, hem de bu kadar derin bir öyküde imklansız. Zaten bu nedenle sadece birinci kitap filme konu olmuş. Heralde devamında üç film daha olacak, ne de olsa dört kitap tamamı. Ama tabi belli olmaz. Neyse, gelelim bence önemli olan konuya, yani öyküye. Gerçekten de çok sağlam bir hikayesi var bu filmin. Üç ayrı karakter grubunun hem içsel hem de görsel bir yolculuğu kısaca. Birinci kahraman Avatar. Dört elemente söz geçirebilen ve ruhlar ile insanları kaynaştırabilen tek insan. Dört elementin temsil edildiği dört farklı ulusun savaşı sırasında tek birleştirici kişinin Avatar olması kaçınılmaz gerçek. Ama ne yazık ki sadece bir çocuk. Onun yolculuğu bu büyük görevi kaldırabilecek kadar olgun olması üzerine. Küçük bir çocuktan, inanılmaz güçlerini, taraf tutmadan ve zarar vermeden kullanmasını bekleyecek kadar olgun insana doğru bir yolculuk. Düşününce, 40 yaşındaki bir adam için bile ne kadar zor. Ama yanında her zaman güveneceği iki arkadaşı var. Zaten onlar da ikinci kahramanlar, Katara ve Soka. Anneleri ateş ulusu tarafından öldürülmüş, babaları savaşta, iki kardeş. Katara kendi kabilesinin tek ve son su bükücüsü, bu yönüyle Avatara benziyor, çünkü, o da dünyada yaşayan tek hava bükücü.Sokanın erkek olması, Kataranın ise avatarın aklı ve vicdanı olması gelişim hikayelerinin temeli. Son ve bence en önemli kahraman ise Prens Zuko. En dokunaklı hikaye ona ait. Babası ateş kralı tarafından, daha fazla insan ölmemesi için yaptığı itiraz sonucu cezalandırılıp babasıyla dövüşe zorlanan, babasına el kaldıramaması sebebiyle babası tarafından önce dövüşte yakılıp, sonra da sürgüne yollanan prens. Başına gelenler sadece iyi niyeti ve vicdanlı olmasıyla ilgili, ama sonuç onu acımasız yapar ve onurunu kurtarıp babası tarafından affedilmek için Avatarın peşine düşer. Yanında, ona her zaman destek olan amcası vardır. Ve bu üç kahraman grubundan en büyük yolculuğu bence Zuko yapar. Başta tek derdi babasının affıyken, doğruyla yanlışı ayırt etmeye, öfkeyle değil akılla karar vermeye, ve gücüne rağmen vicdanlı olmaya giden yolu amcasının sayesinde bulur. Tüm dizi boyunca avatar ve arkadaşlarının kaçtığı korkunç düşman, aslında sadece kendi kaderiyle savaşan başka bir şanssız çocuktur, o kadar.
Merak etmeyin, ne filmi ne de sonunu anlatmayacağım. Seyrederken sadece bir çocuk filmi deyip geçmenizi engellemek için hikayesine dikkat çekmek istedim. Zaten meraklıları biliyor tüm bunları. Çünkü ister inanın ister inanmayın, tüm dünyada inanılmaz bir izleyici kitlesi var bu çigi dizinin. İnternette tüm bölümlerini, uluslararası forumlarını rahatlıkla görebilirsiniz. Her dizisini felsefesini tartışan gruplar bunlar üstelik. Çocuk olmadıklarını da rahatlıkla söyleyebilirim. Film, dizideki detaylara -mecburen- fazla girmeden, görsel olarak oldukça doyurucu, akıcı bir şekilde çekilmiş. Dizinin takipçisi bir hayran olarak Prens Zuko ve amcasının karakter oyuncu seçimini beğenmediğimi söylemeden geçemeyeceğim. Keşke çizgi dizideki kadar babacan bir amca ve içindeki öfkeyi dizginleyemeyen çekici bir genç erkek figuru bulabilselerdi. Ama sanırım yönetmen, kendi gençlik görüntüsünü bu karaktere uygun görmüş. Kimbilir, belki o da, benim gibi, en çok Zukoyu kendine yakın görmüştür:))
Bu sıcaklarda sinemeya mı gidilir diyebilirsiniz, ama ben kalkıp Bodrumda gitmişsem, inanın siz de vakit bulup gidebilirsiniz. Sırf öykünün hatırına...
İyi seyirler....

13 Temmuz 2010 Salı

Viva Espanya!!


Sonunda Dünya Kupası sona erdi ve İspanya en iyisi olduğunu tüm izleyenlere ispat etti. Hele o final maçı yok mu! Bir kadından hiç yorum dinlediniz mi? Alın size final maçının bir kadının aklında kalan detayları;
Her şeyden önce Hollanda çok sert oynadı. İspanyanın tüm oyununu bozdu, üstelik İspanya yı kızdırarak sert oynamaya zorladı. Yoksa ilk yarı bayağı bir dayandı İspanya, ama o kadar faulden sonra, salla gitsin heralde deyip ikinci yarı saldı kendi kendini. Sarı kartlar uçuştu tabi. Açıkçası sevmiyorum o kadar vurdulu kırdılı maçları. Her bir oyuncu milyon euro değerinde, sakatlanacaklar diye korkuyor insan. Üstelik oyuncular da korkuyor, ne de olsa iskartaya çıkmak var, oynamaktan kaçıyorlar. Gerçi bu dünya kupası, canlarını dişlerine taktı çocuklar, ama aynı sertlik klüp maçında olsaydı, hiç bir oyuncu kendini tehlikeye atmazdı. Neyse, Hollandayı ayrıca çok da hırslı buldum. İtici bulacak kadar hem de. Özellikle iki oyuncusu, sanki sadece onlar kupayı kazanacakmışlar gibi asılmadılar mı maça, zavallı takım, onların tek görevi bu ikisini desteklemekti heralde. Neydi isimleri Robben ile Sneijder, hırslarıyla bence böldüler takımlarını, takım oyununu bozdular. Sonuçta kaybedince de sanki şahsi kupalarıymış gibi üzüldüler. Dünyanın en iyileri olabilirler, bilemem, çünkü gerçekten ilgilenmem futbolla. Zaten bu yazı da tam bir amatör kadının ne anladığını anlatıyor. Ama bu ikisi, Holllandanın kazanmak için gördükleri kozdan ziyade, tek başına ordunun getirdiği yıkım oldular. Şahsi, amatör ve de kadınca bakış açım budur Hollandaya. Gelelim İspanyaya.... Çok zarif oynadıklarını söylemiş miydim? İzlemesi zevkli bir oyun tarzları var. Pas çok heralde, ondan eğlenceli. Bir de ufak tefek bir çocuk vardı, pek sevimli, zaten golü bulan da o oldu,neydi adı, hah İniesta. Ne kadar yumuşak yumuşak attı golünü. Gerçi oyunda olduğunu maçın ikinci yarısının ortalarında fark edebildim, ondan önce yedekte miydi, yoksa sahada görünmez adam mıydı bilmiyorum. Ama çok doğru bir zamanda çok güzel çıktı ortaya. Ha bir de Casillas var di mi? Ne kaleci ama. İyi oynamasaydı heralde skor bu olmazdı. Bunun dışındaki tüm takım üyeleri mükemmel oynadılar ve tam bir bütünlük içindeydiler. Haklarıyla kazandılar, oyunlarıyla göz doldurdular. Bu amatör kula da bir final maçını baştan sona seyrettirdiler, helal olsun!

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Şeytan Çocukta Gizlidir-2 Anne Olmak


Anne olanlar bilir, doğumdan sonra başka bir hayata terfi olur kadın. Daha iyi ya da kötü diyemeyeceğim, kişiye ve çocuğun huyuna göre değişir(!), ama farklı bir dünyadır bu. Budizm, anne olmayı bir çakranın daha açılması olarak görür. Düşündüğünüzün aksine aşağılardan bir yerde değildir, tam tersi taç çakra dedikleri evrenselliğin simgelendiği 6. çakradır. Ne alaka diyeceksiniz, işte yanıtı;
1. Bebeğiniz daha gak demeden yatağınızdan fırlayıp yanında bulduğunuz kendinizi gecenin bir yarısı. Yolda koşarken duydunuz ilk ağlamasını. Nasıl hissettiniz uyurken? Geri dönüp yatağınıza girdiğinizde bakın bakalım babaya, hiç uyanmış bir hali var mı?
2.Gecenin bir yarısı kalkıp çocuğunuzun yanına gitmek istediniz, içinizden bir şey dürttü adeta, gittiğinizde gördünüz ki çocuğunuz ateşler içinde yanıyor. İçinizde size kalkıp çocuğunuzu kontrol etmenizi söyleyen o huzursuzluk neyin nesi acaba?
3. Bebeğinizi elinize almanızın üzerinden sadece 20 gün geçti, ama şimdiden ağlama tonundan gazı mı var, aç mı, altı mı kirli anlıyorsunuz. Baba ise hala koşarak yanınıza geliyor, soran bakışlarla neyi var diyor, sizden daha mı aptal ki hala anlamıyor?
4. İçiniz sıkılıyor, bir terslik var ama nedir bilmiyorsunuz, derken telefon çalıyor, arayan oğlunuz ya da kızınız, sınavdan kötü not almış ağlıyor. Onları avuturken oh diyorsunuz, neyseki sıkıntı buymuş. Falcı mısınız yoksa?
Anne, doğurduğu canlıyla evrensel bir bağ kurar. Daha konuşamayan bebeğinin tüm sorunlarını anlayacak, 1.000 km uzaktaki oğlunun sıkıntısını hissedecek kadar hem de. Doğumda başlayan bu bağ ve sorumluluk hissi sadece annenin ölümüyle son bulur. O yüzden 40 yaşınıza gelmenize rağmen anneniz hırkanı giy der, karnın aç mı diye sorar. Çünkü annenin birinci görevi evladının hayatta kalmasını sağlamaktır. Ve bu görev asla bitmez.
Başka değişiklikler de olur annede. Örneğin kalabalık bir ortamda ilk duyduğu ses çocuk ağlamasıdır, ya da biri 'anne' dediğinde mutlaka dönüp bakar. Yanında bir çocuk düşse, elindeki torbaları bırakıp yerden kaldırır, okul müsamerelerinde elinden mendili düşüremez. Niyeyse sulugözlü olmuştur artık. Bir çocuğun başına gelen kötü bir hikayeyi dinleyemez olmuştur, anne bir kediye artık yemek verip saygı duyar olmuştur. Ne de olsa annelik müessesesi insan-hayvan dinlemeyip bizi aynı kefeye koymuştur ve empati denen şey son hızla üstümüzden geçmiştir.
Sabır denen şeyin masterını yapmak zorundadır anne. Kolay mı üç yaşında 'neden, ama neden' sorularını saatlerce açıklamak? Ya da her gün kuralları hatırlatmak, uygulanmadığında 'ama bugün söylememiştin' diyen çocuğuna 'üç yıldır hergün söylediğim şeyi hala öğrenemedin mi' diyememek? İlk yıl iki büklüm el tutarak yürütmek, sonraki iki yıl hamamböceği gibi kaçan çocuğun peşinde koşmak, kah elinde alış-veriş torbasıyla, kah kaşıkla. Üç yıl boyunca her gece en az beş kez uyanan çocuğun tekrar uyumasını sağlamak, sonraki yıllarda da gizlice koyuna girmiş çocuğun tekmeleri sebebiyle uykusuz kalmak?
İlkokulun birinci yılı...Hergece okuma ödevini yapmak, sürekli kekeleyen, aynı harfte takılıp kalan, tekrar tekrar aynı hecede dönüp duran çocuğu sabırla beklemek. Bir saatte sadece bir satırı kan-ter içinde bitirmek. Yazı bölümünü anlatmak bile istemiyorum, el yazısına geçildi ya anneler bitti zaten.
Sırf çocuklarına daha yakın, okulla daha içli dışlı olmak için okul aile birliğine giren anneler, her hafta sonu sınıf arkadaşlarını ve ailelerini tanımak için doğumgünlerine giden anneler, hep anneler hep anneler. Kusura bakmayın babalar ama, daha çoğunluk olamadınız partilerde, o yüzden hakkınızı çatır çatır yiyeceğim.
Binlerce şey sıralayabilirim, tüm anneler de başlarını sallayabilirler. Ama artık yeter diyorum ve yazımı bitirmeden önce son uyarımı yapıyorum. Anne olmak başka bir hayata adım atmaktır, hayat yolunda yürürken çok dikkatle dönülmesi gereken bir kavşaktır, geri dönülmez sokaktır. Daha buralara gelmediyseniz tekrar ve tekrar düşünün, sadece çok isteyenler mutlu olacaktır çünkü bu yaşam seçiminden...

9 Temmuz 2010 Cuma

Boşanma- Medeniyetler üstü


Evlilik, ticari, ruhani, hayati bir ortaklık. Ölüme kadar sözüyle girilen, iyi günü de-kötü günü de beraberce geçireceğinin yemini edilen, malların ortaklığı ilkesine dayalı bir sosyal kurum. Hiç bir ticari ortaklık bu kadar çaba ve özveri istemez. Zaten kimse de bir evliliğe itildiği kadar ticarete itilmez toplum tarafından. Tüm çocukluğumuz ve gençliğimiz illa evleneceğimizi öğrenerek geçer, masalların mutlu sonları olarak zihnimize kazınır. E bir de çocuk oldu muydu, ekmek kadayıfının kaymağı da gelmiştir artık. Onlar ererler muradına, biz de çıkarız kerevetine...
Ama....
Ya mutlu son değil de aslında bambaşka bir başlangıçsa? Bekarların mutlu sonu, biz evlilerin her gün çözmekle uğraştığı, üstelik bekarken asla başına gelmeyecek sorunlar yumağıdır. Gün geçtikçe de arap saçı gibi dolanıp durur. Aşk, cazibe, şehvet gibi aklı baştan alıcı faktörlerin iki yıl içinde ortadan kalkmasıyla da geri dönen akıl başlar muhasebeye. Ama tek yönlü yoldur bu çoğumuz için, dönüşü yoktur, sorun yumağıyla yaşamayı öğrenmek gereklidir. Başlar büyüklerimiz tavsiyelerde bulunmaya. Bekarken evliliğin cennet reklamını yapan bu şahıslar, şimdi tam anlamıyla tüm bu sorunların olması gereken pürüzler olduğuna bizleri inandırmaya çalışan evlilik gönüllüleridir. Biri de çıkıp, ayrılın bitsin demez. Habire barıştırma, alttan alma, idare etme derdindedirler. Ve bu harala gürelede zaman geçer, ne yaşanandan zevk alınır ne de kurtulmaya çalışılır. Zaten zamanı da geçmiştir, artık o yaştan sonra boşansan ne olacaktır falan filan...Bazen ileri görüşlü bir cesur, demoklasin kılıcını çıkarıp bu düğümü keser atar, boşanmadır bu. Ama sanki kesilip atılan sorunlar değildir de, diğer partnerin kuyruğudur. O ana kadar iki kişinin de aslında istemediği evlilik, boşanma lafını kullanan ilk şahsın alehine döner. Herkes birbirini suçlar, çevrenin önderliğinde barıştırma turları başlar. Halbuki iki kişinin vereceği bir karar. Kime ne? Ne yaşandığını biliyor musun ki, tutup yargılıyor, suçluyor ya da baskıyla barıştırmaya çalışıyorsun? Alehte söylenen şeylere inanıyorsun? Boşanma çok can yakan, insanın en özelini paylaştığı kişiden kopmasını gerektiren bir süreçtir. Bunu can acıtmadan başarabilmek çok ama çok zor bana göre. Sadece benimle olanı bir başkasıyla görme ihtimalidir o. Bir başkasıyla, bizim geçmişte yaşadığımız mutluluğu paylaşma olasılığıdır. Bir zamanlar yere göğe koyamadığınız sevdiğinizin, sizi değil, bir başkasını pamuklara sarma günüdür artık. Medeniyetimi çoktan kaybettiğim gündür artık. Beni üzeni üzmeye hakkım olduğuna inandığım andır. Heralde ilk başlar en zordur, o zaman tutabilirsek kendimizi, zaman geçtikçe, acılar küllendikçe, kirlileri dökme isteği de azalacaktır. O zaman da 'arkadaşça ayrıldık, medenice boşandık' durumuna gelinecektir.
Evliliğe de,boşanmaya da karşı değilim, yeterki baskıyla alınan kararlar olmasın. Kopan kuyruğa derman bulunabilsin, karşılıklı çeneler tutulabilsin. Sevgi bitse de saygı devam etsin. Başa gelmeden bilinmez elbet, ama emin olduğum bir şey var ki, haykırmak isterken susulması gereken andır o an...

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Uncharted 2: Among Thieves Video Game, Co-Op and Multiplayer Debut Trailer | Game Trailers & Videos | GameTrailers.com

Uncharted 2: Among Thieves Video Game, Co-Op and Multiplayer Debut Trailer | Game Trailers & Videos | GameTrailers.com

Sanal Bir Oyun Partisi


Bilgisayar oyunlarına bayılırım, gençliğimden beri. Çocukluk diyemeyeceğim, çünkü o dönemler bilgisayar pek yoktu, Commodor 64leri saymazsak tabi. Onlar bile ben lisedeyken çıkmıştı. Neyse, yaşımı daha fazla ifşa etmeden konuya gireyim. Çılgın bir oyun keyfine sahip olduğum için iki yıl önce eşim bana PS3 hediye etti anneler gününde. Tüm kadınların rüyası değil biliyorum ama ben zevkten sekiz köşeydim, itiraf ediyorum. Sonra başladık oyunlara, gel zaman git zaman oyunlardan sıkılmaya başladım, başka bir şey olmalıydı, daha insani ama yine sanal. Ve ocak ayında aldığım Uncharted2 Among the Thieves isimli oyunla yepyeni bir dünyaya adım attım. Online Multiplayer seçeneği....Uzunca bir süre eşim de ben de cesaret edip giremedik. Komik olan, eşimin bilgisayar Mühendisi olmasına rağmen çekinmesiydi. Derken bir gün, bir alış-veriş merkezinde, PS oyunları satan bir dükkanın vitinindeki ekranda, uncharted oyunun çok değişik bir versiyonunu gördüm. Ortada kahraman Drake'den en az beş tane vardı ve hepsinin üzerlerinde nicknameler yazılıydı. Orada kalakaldım. Bizim çekindiğimiz online meğer buymuş...Bir sürü insan aynı anda bir öyküyü kurup takımlar halinde oynuyorlardı. Dolayısıyla her oyun bir diğerinden farklıydı. Üstelik bilgisayara karşı oynamaktan kat ve kat zordu, çünkü her defasında değişen bir insan zekası vardı karşıda. Tek kelimeyle rüyaydı. Eve uçarak gidip internetten multiplayerla ilgili her şeyi okudum, nasıl gireceğimi, nasıl oynandığını, grupları ve eşime kurulum baskısına başladım. Neyseki kolaymış, öyle mühendis falan olmanıza gerek yok, o gece ilk kez online oyuna dahil olduk. O da ne, o kadar acemiyiz ki keklik gibi vuruluyoruz. Herkes kurt olmuş, bizler de ortalıkta vurun bizi diye dolanan kuzular. Kısa süren acemilikten sonra biz de kendimizi göstermeye başladık hafiften. Yani en azından hayatta kalmayı başarıyoruz.Fakat çok iyi oyunlar kurduğmuz grupları bir daha bulma şansımız 1/48000. Şayet eşleştir seçeneğini kullanırsam tabi. Aynı anda oyun oynayan kişi sayısı günlük yaklaşık 48000-57000 arası.)Diğeri parti kurmak. Ama bende nerde o cesaret. İşte dün gece ilk defa şans eseri eşleştiğim biriyle arkadaş olup onun davet ettiği bir partiye katıldım.Yani katılabildim desem daha doğru olur, önceden de davet almışlığım vardı ama nereye basacağımı anlayana kadar partiler bitiyordu:)) Sonuçta İspanyol bir gençle kendimi hazine avında buldum. Derken kulaklıklarımızı da taktık ve hem sohbet, hem de oyun yaptık. Fakat büyük bir sorun vardı, Dr.Pinty, benim İspanyol partner, İngilizce konuşamıyordu. O İspanyolca ben İngilizce, ama ortak dilimiz kahkahalarla saatlerce savaştık. Aramıza sonradan katılan Hollandalı arkadaşsa muhtemelen İngilizce biliyordu ama kulaklığı yoktu, dolayısıyla sadece dinledi. Dr. Pinty, bana farklı bir dünya açtı. Büyük bir sabırla İspanyolca bana parti işini anlattı, nasıl bir oyundan keyif aldığını söyledi, işin komiği ben de anladım. O güne kadar insan olduğunu bildiğim, ama çok da konuşmadığım için bana sanal gelen yüzlerce oyun partnerimin aslında birer delikanlı olduklarını, o kadar vahşi oyunları oynamalrına rağmen her konuda nasıl da sabırlı ve iyi niyetli olduklarını gösterdi bana. Ne yalan söyliyim, onlar tarafından o kadar çok vurulmuşluğum varki, onların gözü dönük, ruhsuz canavarlar olduklarını falan düşünmeye başlamıştım. Hatta bazı oyunlarda korkup kaçıyordum. Dr. Pinty ise bunun sadece bir oyun olduğunu, konuştuğumuzda işin içine kişiliklerin girdiğini gösterdi. Şayet konuşmasaydım, Dr. Pinty'i kurtarmak için kendi canımı bu kadar kolay tehlikeye atmazdım sanırım, diğer sanal partnerlarda yaptığım gibi. Kim ne derse desin, artık video oyunlarını oynayanların ruhsuz, hayattan keyif almayan, ya da asosyal varlıklar olduğunu asla düşünmüyorum. Her grupta olduğu gibi burada da istisnalar vardır tabi, ama genel kanıya katılmam mümkün değil. Dün gece ben, bu oyunda en üst seviyelere gelmiş, gözünü kırpmadan savaşa dalan, ve onlarca askerin arasından sağ çıkabilecek kadar becerikli bir gencin aslında ne kadar naif olduğunu gördüm. Beni kurtarmak için çabalamalarını, öldüğümde üzülmesini, onu kurtardığımda sevinmesini, arkamı kollamasını, en önemlisi onunla oyun oynamaktan zevk almama çabalamasını seyrettim. Teşekkür ederim Dr.Pinty, dün gece, geceme keyif, aklıma akıl, ruhuma da can verdin. Umarım bu akşam yine hatta olursun, dilini bilmiyorum ama insanlığını sevdim, partime davetlisin...

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Hayvan Hakları(!)


Uzun bir süredir hayvanseverlik konusunda insanlarımızın samimiyetsiz olduğunu düşünüyorum. Sivil örgütlerin yazıları, yardım istekleri, diğer bir hayvansever örgütle kavgaları, internette uçuşan küfür ve suçlamalar, kafamı gerçekten karıştırdı. Daha bugün, Bekir Coşkun'un bir yazısını linkleyen hayvan dostu bir arkadaşıma gelen yorumlar bile olayın ne kadar farklı boyutlara uzandığını gösterdi bana. Kemalist elitlikten vegeteryanlığa, halk olmaktan kopmaya daha nerelere gitmiş yorumlar. Halbuki yazıda sadece hayvan sevgisi anlatılmaktaydı bana göre. O zaman daha iyi anladım, ne anlatırsan anlat, karşındaki anlayabildiğini alıyor senin cümlelerinden. Sonuçta içinizde ne varsa o dışarı yansıyor. Hani derler ya, fikrin neyse zikrin odur diye, sonuna kadar katılıyorum.
Bir çok hayvansever bundan sonra yazdıklarıma katılmayacaktır, adım gibi biliyorum. Ama benim olaya bakışım bu ve o yüzden de aktif bir örgütte asla yer alamadım. Hatta en iyi dostumla bile fikir birliğimiz yok bu konuda. O yüzden de örgütlerin kavgaları çok doğal olsa gerek. Nedense herkes kendi gibi sevsin istiyor hayvanları, en doğruyu da kendi biliyor zannediyor. Ama bu imkansız...
Hayvanlara acımam ve merhamet etmem. Ben hayvanları severim, dostum gibi, oğlum ya da kızım gibi. Nasılki bir dostuma acımıyorsam, zor durumunda merhametten değil sevgimden yardım ediyorsam, görev kabul ediyorsam, hayvan dostlarıma da aynı duygularla yaklaşıyorum. Çünkü en başta acıma ve merhametin onları aşağılamak olduğunu, daha alt bir seviyede görmek olduğunu düşünüyorum. Onların da kendilerine ait bir yaşam standardı olduğuna ve kesinlikle karışmamamız gerektiğin inanıyorum. Bizim isteklerimizin ve doğrularının onları ne kadar mutlu ettiğinden de emin değilim. Bana kalsa kısırlaştırma tam bir soykırımdır. Sokak hayvanlarını yok etmektir. Sokaklarda aç bilaç, perişan ve hasta, acı ve işkence çekerek yaşamaları daha mı insancıl diyeceksiniz. Ben de diyeceğim ki, onlar hakkında insan gibi düşünmeyi bırakın, çünkü değiller, onların istekleri sizinkilere benzemez, onlara iyilik yapmak istiyorsanız kendi vicdanlarınızı rahatlatmak amacıyla köklerini kurutacağınıza, tüm anaokullarına yönelik eğitim programları düzenleyin. Bundan 20 yıl sonra hayvansız sokaklardansa, hayvanlarla beraber yaşamayı öğrenmiş sevgi dolu insanlar olsun etrafımızda. Ben Avrupaya gittiğimde hep bir eksiklik hissederim. Ayağıma kedi dolanmaz, köpek göremem kendi mahallesini koruyan. Ve o sokaklar bana çok yavan gelir, sıkılırım. Sandiviçimi paylaşacağım kediyi bulamamak beni üzer, özlerim. Medeni dediğimiz bu toplumlar başıboş hayvanların kökünü başarıyla(!) kurutmuştur çünkü. Medeni ölümler düzenlerler acı çekmesinler diye. Biliyorum karşısınız acıya, ama ben de ölüme karşıyım. Kimsenin yaşama ve üreme hakkını elinden alamazsınız, şayet onu kendinizden aşağı görmüyorsanız. Bu nasıl bir hayvanseverliktir ki, içgüdülerini yok etmeyi kendinizde hak sayıyorsunuz. Bundan 20 yıl sonra çocuklarınız sokakta kedi yavrusu sevemeyecek, mahallenizin bir köpeği olmayacak. Çünkü onları doğuracak hayvanları kısırlaştırıyorsunuz. Avrupa'ya dönmekse hayaliniz, bu benim kabusum olur. Mahallemi paylaşmak istiyorum ben, her yeni doğan yavruyu takip etmeyi, onların büyüyüp ilk yavrularını peşlerine takıp evime getirmelerini istiyorum. Hayvanlarla beraber yaşamayı bilen insanlar istiyorum çevremde. Oğluma hergün mama verip kedileri doyurmaya yolluyorum. O da evlatlarına bu zevki yaşatsın, mahallenin kedilerini kucaklatsın istiyorum. Ama biliyorum, çok şey istiyorum. Çünkü bize Avrupanın dayattığı çözüm hayvansız bir hayat, tıpkı kendilerinin olduğu gibi.
Neler dediğiniz biliyorum şu anda. Çünkü tüm dostlarım aynı şeyleri söylüyor bana, o kadar çok artıyorlarki, o kadar acı çekiyorlar ki, o kadar işkence görüyorlar ki, onlar da istemiyor yavrulamak, kısırlaştırınca ömürleri uzuyor vs. vs. vs. Gerçekleri görmüyor değilim, sokak hayvanlarının neler çektiğini bilmiyor da değilim sakın saldırmayın hemen. Biz nasıl uğraşıyoruz dediğinizi de duyuyorum, ama yaptığınız işe zerre kadar inanmıyorum. Ömrüm oldukça çevremde hayvanların olmasına uğraşacağım, onları korumaya ve kurtarmaya devam edeceğim, anasız yavruları kuyruğu kulağı dikilene kadar evimde misafir edeceğim, yolda yaralı bulduklarımı tedavi ettireceğim, çocuğuma ve arkadaşlarına bir hayvanı nasıl seveceklerini öğretip onlarla olmaktan keyif almayı öğreteceğim, yani bugüne kadar ne yaptıysam aynen devam edeceğim. Ama tek bir hayvanı bile kısırlaştırmayacağım. Anaokullarının veli katılım günlerine yavru kedi götürmeye devam edeceğim,hayvanları dost olarak eş canlı olarak görmeleri için çalışmaya devam edeceğim, petshopların kapatılması için uğraşacağım, sirklerin ve hayvan gösteri yerlerinin yeryüzünden silinmesi için çabalayacağım. Ama tek bir hayvanı bile kısırlaştırmayacağım.
Çünkü ben, onları kendimle eş görüyor ve bu haklarını ellerinden almaya kendimi yetkili ve istekli bulmuyorum.

1 Temmuz 2010 Perşembe

2. El Kadın



Çok değil, iki ya da üç ay önce, İstanbul'un göbeğinde, üniversite mezunu, son derece açık fikirli olduğunu düşündüğüm, gayet iyi yerlere gelmiş, eşiyle beraber hayatı kazanan bir erkek arkadaşımla karşılaştım. Uzun süredir görüşmüyorduk, oturup bir yerlerde laflayalım dedik. Konu konuyu açtı, derken yeni aldığı arabasına geldik. Çok da samimi olduğmuz için çekinmeden, bence biraz da düşünmeden bir laf etti.
-Babam her zaman derki iki şeyin ikinci eli alınmaz. Biri araba diğeri...Durdu tabi.
Aldığı ikinci el arabayı anlatıyordu halbuki. Bir anda beni bir malla aynı sınıfa soktuğunu anladı sanırım. Hiç bir şey demedim, konuyu arabalara getirip sohbeti bitirip ayrıldık. Ama bu cümlesi aklımdan hiç çıkmadı. Bugün Rize Belediye Başkanımızın nacizane kuma tavsiyesine de işte bu olay yüzünden katiyen şaşırmadım. Şayet bir ülkenin aydın yüzü, dul ya da bakire olmayan kadına 2. el diyebiliyorsa, Belediye başkanımız da kumaya haydi haydi hayırlıdır der. Peki, siz niye şaşırıyorsunuz? Bu ülkedeki çoğunluğun kuması, zengin ve kültürlü tayfasının metresi, genç erkeklerin de evlenmeden önce ellerse 2. el malı olan kadınlara erkeklerin nasıl baktığı sizi niye şaşırtıyor? Bunu doğal hatta olması gereken şey sayan erkekler o kadar fazla ki, sanırım tek şaşıran biz zavallı kadınlar oluyoruz.Ne yaparsak yapalım, okuyalım, çalışalım, para kazanalım, ünlü olalım, fikrimiz bir yerlerde soruluyor olsun, biz kadınlar hep yukarıdaki kriterlere dahil oluyoruz. Birilerinin karısı, metresi, kuması veya dulsak piyasadaki 2.el malı.
Yıllardır Güzin Ablanın köşesini takip ederim. Sakın küçümsemeyin, 21.yy.da Türkiyedeki kadın ve erkeklerin gerçek yüzüdür o sayfa. Halen kumanın ne kadar yaygın olduğunu, bakirelik zarını kime diktireceğini soran kızların ne kadar çok olduğunu, ya da seviyorum ama bakire değilmiş ne yapacağım diye soran erkeklerin varlığını öğrenin. Hatta çevrenizde kaç kişinin 2.el zihniyetinde olduğunu biraz araştırarak bulun. Sayısına inanamayacaksınız. Burası İstanbul diyen bir reklam var ya hani, inanmayın ona. İstanbul'un göbeğinde, üniversite mezunu, aydın bir adam söyledi bana, iki şeyi ikinci el almayacaksın, birisi araba, diğeri...