Hürriyet

>

29 Aralık 2011 Perşembe

Vongole Zamanı!


Vongole, yani bildiğiniz kum midyesi, bizim mutfağımızda çok yer kaplamasa da tadı itibariyle aranan bir yemek olma yolunda. Ben de vongoleye hayran biri olarak, evde basit bir vongole-spagetti nasıl yapılır tarifini vereyim dedim. Çünkü, bildiğiniz gibi içinde r harfi bulunan aylarda midye lezzetli olur (ay adlarını İngilizce düşünmeniz gerek), ve bu ay aralık, yani VONGOLE ZAMANI!

Öncelikle kum midyesi alarak işe başlayın. Ben Kadıköy çarşısında buluyorum. Küçüklerini ve kapalı olanlarını seçin. Midye, pişmeden önce kapalı, pişince açık olmalıdır. Aksi takdirde atın gitsin. Evde iyice yıkayın. Ne de olsa adı üstünde, kum midyesi, kumlu oluyor. Yarım kilodan az fazla domatesi yıkayıp zeytinyağı kızdırdığınız tencereye boşaltın. Bu iştahlı iki kişi kişi için verilmiş tariftir, nomal üç kişi hatta sıksanız dört kişi bile yer. Domatesler fokurdarken içine
doğranmış en az beş diş sarmısak, taze kekik, karabiber, tuz ve bir tutam da şeker ekleyin. Yarım çay bardağı kırmızı şarap hem lezzet katar hem de tadını güçlendirir. Beraberce fokurdatın bu nefis kokan sosu, sonra 300 gr. midyeyi içine atın. Hemen kabuklarının açılmaya başladığını fark edeceksiniz. Bu sırada içine biraz maydanoz ve rokayı doğrayıp içine atıverin. İşte Vongoleniz hazır, 10 dk. tıkırdattınız mı servise geçebilirsiniz. Ben bu 10 dk. içinde bir de spagetti haşlıyorum. Andante (yani orta karar) pişirdiğim spagettileri (9 dk. ideal bir süre bana göre), soğuk sudan GEÇİRMEDEN (burası önemli, sudan geçen makarna hem lezzetinden hem besin değerinden kaybeder. Ayrıca, yıkanmamış makarna sosla karıştığında pişmeye devam edeceğinden 9 dk. sert andante, olur size muhteşem andante! Makarnayı pişirirken suyuna zeytinyağı katmayı unutmayın olur mu?)


Şimdi elimizde andante spagetti ve mis gibi bir vongole var. Büyük bir kapta güzelce karıştırıp servise başlıyorum ben. Ama siz ikisini ayrı da servis edebilir, vongole sosuna, kızarttığınız ekmekleri banarak lezzetine varabilirsiniz. Yemek bir keyiftir. Aynı yemeğin binlerce değişik tarifi olması da bu yüzdendir. Siz bu tarife istediğinizi ekleyerek kendi vongolenizi yaratabilirsiniz. Çünkü zevk sizin, keyif sizin. Ben sadece size böyle bir yemeğin yapımının ne kadar kolay olduğunu gösterir size ilham ve cesaret verebilirim. Korkmayın, yemek yapmak çok eğlenceli, keyifli ve basittir. Yeterki cesur olun, mutfağa girin. Yukarıdaki yemek, 20 dk. dan az bir sürede, bi kadeh şarap içimi eşliğinde pişti mesela. Kokusunun verdiği keyif, sofradaki görüntüsü ve servis yaptığım erkeğin bakışı bana yetti de arttı bile! Afiyet olsun!
Küçük bir not: Her ne kadar ismi afilli ise de son derece ucuz bir yemek olduğunu bilin. Kum midyesinin kilosu 15 TL. Yani 5 TL.lik midye ile 2 tl.lik makarnayla ziyafet hazırlayabilirsiniz, üstelik rezil etme şansınız yok, mutlaka güzel oluyor. Sofradaki en pahallı şey sanırım şarap, ona da kıyın canım azıcık:))

25 Aralık 2011 Pazar

Şikayetim Var! Oğlum Ödevini Yapmıyor!


Her akşam, her haftasonu bir kabusum var. Benim oğlanın ödevleri. Anaokulundan beri hep başımızın derdi oldu bu kağıt parçaları. Ne yaptıysak olmadı, beceremedik, ne çocuk hevesle sarıldı ödevlere ne de biz bu sorumluluğu zevkli hale getirebildik. Öğretmenleri alışır dediler, ilerde yapacak, bu geçici bir süre. Yok kardeşim, geçmedi gitti. Hala kavga-dövüş, hala bağırış, hala direnme. İlk olarak bu senin sorumluluğun dedik, yapmak zorundasın. Hiç umursamadı, erteleyeceği son dakikaya kadar erteledi, yapmadan okula gitti. Okuldan bir uyarı da gelmeyince, oh be dedi, bitmeyince bir halt olmuyor, niye yapayım ki? Derhal okula gittik, konuştuk öğretmenlerle. Dedik ki mahvettiniz bizi, yalancı çıkardınız, yapmayınca rezil olursun dedik, olmadım işte diye geldi eve, ne yapacağız şimdi? Okul güzelce işin içinden sıyrıldı, sizin sorumluluğunuz dedi ve konuyu kapadı. Okulda rezil olursun tehditi bitince işe ödülden girdik. Biten her sayfa sonunda eğlenceli vaatlerde bulunduk. Bir süre sonra vaatler peşinen alınmaya ve ders yapılmamaya başlandı. Sonunda vaatler sona erdi, çünkü hiç işe yaramıyordu, cezaya geçildi. Şu kadar saatte yapılmayan sayfa sayısı karşılığı TV seyretmeme, PS3 oynamama yasağı getirildi. Sonuç? Anne, cezam kaç günse ver de bitsin diyen bir oğlum var. Zaten ps3 cezam vardı, daha kötü ne verebilirsin ki diye yayılan bir çocuk! Peki kaç yılda bu noktaya geldik? Tam tamına 3 yılda. İlerde bizi ne bekliyor bilemem ama ben her ödev geldiğinde diken diken oluyorum, evden kaçmak istiyorum. Aslanım oğlum, akıllı çocuğum, zeki yavrum iltifatlarıyla başlayan 5 saatlik maratonun son dakikalarında atılan ölmek istiyorum, şiştim yeter çığlıkları bir ödev saatinin daha sonuna gelindiğini anlatıyor bizim evde. Eşimle nöbetleşe geçen bu saatler boyunca hırpalanan veli tazelenmek üzere çocuktan uzaklaştırılırken, diğer veli korkunç odaya girer. Şu an örneğin nöbetteki veli benim, PSP kapının önünde, çöp toplama saatine kadar bitmezse ödev PSP çöple gidecek! Ve Allahım, bitiyor işte, iki günlük maratonun finalini PSP tehditi tamamlıyor. Çocuğum bu kabustan da sağ salim çıkıyor, ama biz bittik. Baba kendini odaya kapamış, bilmiyorum nasıl gevşiyor, ben opera dinliyorum. Bu haftayı da bitirdik, mutluyuz!

20 Aralık 2011 Salı

Aralık Ayında Viyana - Üç Günde Nerelere Gitmeli?


Viyana her mevsimde çok güzeldir ama aralık ayında bambaşka bir havası olur. Kentin değişik yerlerinde açılan Noel Pazarları, Noel konserleri ve sıcak şarap büfeleriyle, soğuğa rağmen gezme isteği uyandırır insana. Gelelim bu ay iki ya da üç günlük kaçamak yapacaksanız ve ilk defa gidiyorsanız nelere öncelik vermeniz gerektiğine. Yazının bundan sonrası sadece kişisel tercihler içerir, o yüzden her türlü eleştiriye açıktır.
Öncelikle tabiki birinci bölgede bir otelde kalın ki, her yere yakın olun, 72 saatlik metro biletini de 13€ karşılığında satın alın ve gezmeye başlayın.Sanat severler için ilk durak Albertina. Munch'tan Picasso'ya, Dali'den Magritte'e değişik yüzlerce tablo görülmeyi bekliyor. Şubat'ın 26'sına kadar Magritte özel sunum var, yetişebilirseniz mutlaka uğrayın ve en az üç saatinizi ayırın. O kadar dolu çıkacaksınız ki oradan gün sonuna kadar başka galeri gezmeyin bence. Ama vakit sınırlı ise yapacak bir şey yok, derhal Belvedere'ye geçip Gustav Klimt görülecek. Üç ayrı yer ve bilet var. Ben sadece üst ve alt Belvedere bileti alıp Klimt ziyafeti çektim kendime.
Gerçek boyuttaki ünlü 'Kiss' tablosu insanı gerçekten sarsıyor. Açıkçası gerçek boyutunun bu kadar büyük olduğunu bilmiyordum, on dakika kadar kırmızı panonun önünde çakılı kaldım. Buraya da ciddi bir vakit ayırmak gerek. Mekanlar çok büyük, galeriler iç içe, harita konusunda benim gibi kayıp biriyseniz size de kolay gelsin:) Klimt sergisi Martın 4'üne kadar açık olacak, hani yolunuz düşerse kaçırmayın demek istedim.
Cumartesi sabah bit pazarı var. Naschmarkt dediniz mi tüm taksiler biliyor. Erken gidin ki iyi parçalar yakalayabilesiniz. Ben antikadan anlamam, ancak birlikte seyahat ettiğim arkadaşım çok meraklıydı, iyi parçalar olduğunu da söyledi. Benim yüzüne bakmayacağım malları söylediğine göre oldukça ucuza almış. Dedim ya, ben asla anlamam antikadan, ama onun yüzü gülüyordu. Sabahın sekizinde gittiğimize değmiş dediğine göre. Satıcılar çoğunlukla eski demir perde ülkelerinden. Pazarlık mutlaka yapın, tutarsa iyi indiriyorlar. Gittiğimiz gün hava öyle soğuktu ki, tüm satıcılar maları satıp da gitsek havasındaydı, o yüzden pazarlık işimize yaradı. Sırplar güzel Türkçe biliyor, bu avantajı kullanın.

Akşam yemeği için güzel bir şinitzele ne dersiniz? Oraya kadar gidip de yememek olmaz zaten. Plachuttas Gasthaus zur Oper oldukça ünlü ve lezzetli bir yer. İşinin ehli, her daim tıklım tıklım. Gecenin onunda rezervasyon alınca sevindik, düşünün öyle kalabalık. Mutlaka yer ayırtıp gidin. Sigara içenler, hadi yaşadınız, bu şehirde içenleri kapı önüne koymuyorlar. Barda oturarak istediğiniz kadar tüttürebilirsiniz. Viyana sizi seviyor!
Sırada güzel bir gece klubune gidip eğlenmek kaldı. Ne seversiniz? Biz dans etmek istedik, ve Ameika'lı bir grubun sahne aldığı, blues ve Rock çaldığı barı tercih ettik. İşte karşınızda Planters. Müzik harika, cumartesi akşamı kalabalık, sigara serbest, içkiler kaliteli (bira-Henneken 5€, buna göre değer biçin içkilere), ama servis biraz ağır. Şahsen bir birayla tüm geceyi geçirebilen biri olarak gerçekten umursamadım, canlı müzik performansının keyfini çıkardım, dans ettim. Yine rezervasyon şart diyorum, yoksa bir tek tuvaletin önü kalır dikilmek için:))
İkinci gün tarihi opera binasını gezin derim. Gerçi 1945de bir bombayla dümdüz olup 1955'de tekrar açılmak zorunda kalmış ama, böyle bir müzikholun, sahne arkasının mutlaka görülmesi gerek. Mozart'ın Don Giovanni'siyle perdelerini açmış olan bu bina, orjinalinde 2600 kişilik yapılmış. Yeni versiyonu, güvenlik sebebiyle çok daha
az, ancak müzik herkes için sloganıyla pazartesi-cumartesi arası çalışıyor. Bu aralar Noel konserleri var, artık çok geç tabi, bilet imkansız, ama her akşam 3€ luk ayakta bölümünün gişesi açılıyor, performanstan iki saat önce. Biraz kuyruk beklerseniz bu biletle Mozart'ın Sihirli Flüt'ünü, Viyana Senfoni orkestrasından dinleyebilirsiniz. İki saatten fazla ayakta kalıyorsunuz ama bazen bu bedel aldığınız hazzın yanında küçük kalabiliyor. Ön sıraların 167€ olduğu düşünülürse, ayakta bölümünün ucuzluğu göz yaşartıyor. Üstelik sahneye hiç de uzak değilsiniz, ayakta olduğunuz için de mükemmel görüyorsunuz. Ekran hizmeti burada da var. Yani sergilenen operanın İngilizce tercümesi önünüzdeki ekrandan geçiyor. Her koltuğun önünde zaten mevcut. Herbert Von Karajan, döneminde tüm operaların sadece Almanca değil, kendi dillerinde de okunması gerektiğini söyleyerek bu ekran olayına geçirmiş tüm binayı. Böylelikle dünyanın bir çok ünlü solisti bu binada kendi dilinde konserler verebilmiş. Benim zamanımın her pazar sabahı TRT ekran konuğu olan bu büyük adama teşekkür etmek gerek. Saat 14:00-15:00 iki ayrı İngilizce tura katılıp gezebilirsiniz, hadi içeri girip bir bakayım yok burada:)

Tarihi bina, saray ve kiliselerden gördüğünüz gibi bahsetmedim, çünkü hangi birine yetişebilirsiniz bilemiyorum. Ama ünlü Stephansdom'un önünden fayton kiralayıp tarihi ve romantik bir tur atabilirsiniz. Orada gözünüze kestirdiğiniz yerlere sonra gidebilirsiniz. Stephansdom'un önünde ayrıca turistik konser biletleri satan tarihi kostümlü gençler var. Her gece bir sarayda verilen konserlere gitmek de zevkli. Mozart'ın evinde de böyle bir müzik ziyafetini tadabilirsiniz.
Son olarak Sanat tarihi müzesine gidin diyeceğim. Bruegel'in önderliğini yaptığı Kar ve Kış temalı sergiyi görmenizi isterim. Bruegel'den Beuys'a uzanan (1450 den günümüze) 180 parçalık bir kolleksiyon. Son olarak hazır oradasınız ikinci katta 4 no'lu galeride Bruegel'in ünlü Babil Kulesi'ni ve Düğün isimli eserlerini kaçırmayın. Benim favorim her zaman
Bruegel olmuştur, o yüzden hassasım bu konuda:)
Akşam yemeği için daha önce yazdığım Viyana'da tarih kokan akşam yemeği yazısını okumanızı öneririm. Şimdiden afiyet olsun!

19 Aralık 2011 Pazartesi

Viyana'da Tarih Kokan Bir Yemek


Viyana, müzik ve sanatın şehri. Her sokağı tarih kokan, masal kenti. Bunları hepimiz biliyoruz, asıl bilemediğimiz nerede lezzetli yemek yiyebileceğimiz. Açıkçası ben gittiğim şehirlerin görülesi yerlerinden çok, yenilesi lokantalarını paylaşmayı tercih ediyorum. İki sebepten; öncelikle yöresel yemekler sonra da uygun fiyatlar. Turist kazığından, kalitesiz taklit yiyeceklerden sıtkım sıyrıldı zira. Siz de benim kafadaysanız, buyrun klasik bir Viyana akşam yemeğine.

Restoranın adı Piaristenkeller, 300 yıllık bir geçmişe sahip. Mozart, 1791'de uğrayıp akşam yemeği yemiş ve eşine yazdığı mektupta bundan övgüyle söz etmiş. Zaten binaya girdiğiniz anda bu klasik hava siz sarmalıyor.

Kapıyı açtığınızda dik merdivenlerle karşılaiıyorsunuz ve aşağıya doğru iniyorsunuz.
Taştan mahzene hoş geldiniz. Her yer antikalarla ve Avusturya -Macaristan bayraklarıyla süslü. Masanıza yerleştiğinizde ilk göze çarpan harika bir şarap karafı. Ferforşe ayakların üstüne yerleşmiş ince işlemeli cam balon, şarapla doldurulmuş. Kadehi baloun ağzına bastırdığınızda şarap akıyor. Tabi bu mekanizma o kadar hoşumuza gitti, o kadar eğlendirdi ki bizi kaç şişe içtiğimizi sayamadık bile:)) Canlı müzik eşliğinde ( barok basilika ile klasik parçalar çalınıyor) yenilen menüye gelince; çeşit çok, ben sadece bizim seçimlerimizi yazabileceğim.
Öncelikle sülün çorbasıyla açılışı yaptık. Tek kelimeyle mükemmeldi. Ardından geyik ve yabani ördek yedik. Bana göre hepsi muhteşemdi ama arkadaşlarımdan ördeği sert bulanlar oldu. Açıkçası av hayvanlarının etleri daha sert doğal olarak. Ama lezzetleri de buna bağlı olarak güzelleşiyor. Şu an hayvansever vejetaryen arkadaşlarımın suratlarını görür gibi oluyorum. Biliyorum Özgür, çok karşısın, ben de hayvanları çok seviyorum, avlanılmasın kabul ediyorum, ama bunu da yemeden duramazdım. Söz bir daha yemeyeceğim.

Gecenin ilerleyen saatlerinde şapka müzesinden (çünkü içeride 300 yıllık bir koleksiyon var) gelen şapkalar konuklara dağıtılıyor. Ve hepimiz, bu muhteşem şapkalarla şarap müzesine davet ediliyoruz. Lokantanın içinden bir tünelle şarap mahzenine geçiyoruz, tünel boyunca yüzlerce şapkayı görüyor, mum ışıkları eşliğinde barok heykellerden çekinerek fıçıların yanına geliyoruz. Burada bizi meyve aromalı şampanyalarımız bekliyor. Küçük bir tarihçeden sonra ilk şampanyanın Avusturya'da neden ve nasıl yapıldığını öğreniyoruz. En eski şarabın 1715 tarihli olduğunu, en yenisinin ise 1970 lerden kaldığını anlatıyor görevli. Daha sonra el öpme geleneği canlandırılıyor. Kadeh kaldırmanın nedenini soruyor anlatan. Tam da kadeh tokuşturma tarihini yeni okumuşum, atlıyorum hemen. Şaşkın bakışlar arasında anlatıyorum ve
Türk kızları grubu bilmiş olarak kadehlerimizi tokuşturup şampanyamızın keyfini çıkarıyoruz. Kadeh tokuşturmak Romalılardan kalan bir gelenek. Kadehlerin bir birine vurduğu an herkes bir diğerine 'zehirliyse sen de, ben de öldük' bakışı atar ve yine göz göze kadehi yuvarlarlar. O devirde herkes birbirinin kuyusunu kazdığı için zehirlenmek an meselesi tabi. Gel zaman git zaman, bu iş birileri şerefine olmaya başlamış. Hatta herkese eşit konmuş mu anlamına tokuşturanlar dahi olmuş. Ama benim en çok hoşuma giden, içkinin piri alevi ustalarının kadeh tokuşturma yöntemi. Tüm dünya bardakları birbirine vururken, bektaşi büyükleri kadehi tutan parmaklarını birbirine değdirir 'cam cama değil, can cana' diyerek içerlermiş içkilerini.
Bu arada şmpanyanın çok lezzetli olduğunu söylemek isterim, Avusturyalılar bunu Prenses Sisi'nin düğününde 20.000 davetliye Fransa'dan şampanya getirmemek için yapmışlar ancak başarmışlar.
Loş ve tarihi bir ortamda, geleneksel tariflerle yapılmış gerçek Avusturya yemekleri için tavsiye edebileceğim bir mekan. Bu arada masaya gelen benim çarpıldığım karafları satın alabilirsiniz. Büyüklüğüne ve camın kalitesine göre fiyatları 99€ dan başlıyor, bayağı çıkıyor. Hele eski olanları ciddi rakamlarla satılıyor. Kadehlerini de alabilirsiniz. Kadehler de çok ucuz değil, cam işçiliği çok pahallı, tanesine 40€ ödemeniz gerekebilir. Çok iyi paketledikleri için de düşünmeden evinize getirebilirsiniz, denedik, kırılmıyor.
Viyana'ya seyahat etmeyi ve buraya uğramayı düşünenler için lokantanın resmi sitesinin linki aşağıda. Bir göz atın. Fiyatı asla çok değil, bu kadar şatafata biz de korktuk önce ama kişi başı 50€, İstanbul'da ödenen bir fiyat. Üstelik en az üç şişe şarabımız var. Sigara içenler, Avusturya'da çok şanslısınız çünkü sizi kapının önüne atmıyorlar. Sigara içilebilen bölümler var, orada yemek yiyebilir, ya da sadece içmek için o bölüme geçebilirsiniz. Sanmayın ki gaz odası. Aksine, iyi havalandırmalı mekanlar. O yüzden boğulmadan tüttürebilirsiniz. Şimdiden afiyet olsun.
http://www.piaristenkeller.at/english/index.htm

11 Aralık 2011 Pazar

İşte Aşure Zamanı!


Aşure, Arapça (aşura)dan gelir ve on (10) demektir. Yani Hicri takvimin ilk ayı olan Muharrem ayının 10.gününü işaret eder. Bu gün bir çok halkın oruç tuttuğu bir gündür. İnanılana göre çok önemli olayların günüdür; Adem peygamberin özrünün kabul edildiği, Halil peygamberin Nemrut'un ateşinden kurtulduğu, Hz. Musa'nın kavmini Firavun'un zulmünden kurtardığı, Yunus peygamberin balığın karnından kurtulduğu, Eyüp peygamberin dertlerine şifa bulup yaralarının iyileştiği, Hz. Yakub'un oğlu Hz. Yusuf'a kavuştuğu ve gözlerinin açıldığı, Nuh peygamberin gemisinin karayı oturduğu gündür. Aleviler içinse çok daha başka bir anlamı vardır. Kerbela'da Hz. Ali'nin oğlu İmam Hüseyin ve 11 imamın şehit edildiği gündür. Bu yüzden Aleviler için bu tarih ve yapılan Aşure çorbasının yeri ayrıdır. Kerbela'da yenen son yemek olduğu gibi, içine konan en az 12 çeşit malzemeyle ve 12 kapıya dağıtılmasıyla da şehit imamların anılmasına vesile olur. Muharrem orucunun 12. gününde yapılarak bir kez daha bu rakam vurgulanır ve matem orucu sona erer.
Aşureyle ilgili o kadar farklı hikayeler anlatılıyordu ki, ben de oturup araştırmak ve kökenine inmek ihtiyacı hissettim. Çünkü yıllarca eve gelen aşureleri hep aşure mevsimi diye kabul etmiş, nedenine girmemiştim. Geçen yıldan beri neden pişirildiğini biliyorum ve hakkını vermek için de koskocaman bir kazanla yapıyorum. Muharrem'in onuncu gününde evime en az 10 çeşit malzeme sokuyorum tüm yıl bereketi olsun mutfağımın diye. Biliyorum, sadece bir inanç, ama her şeyin başı inanmak değil mi zaten?
Pişirdiğim (tabiki yardımla, sonuçta işin ustası değilim)aşureyi de, şehit 12 imamın ruhuna en az 12 kapıya dağıtıyorum. İşte neden aşure pişiriyoruz, neden bu ay yapıyoruz sorularının yanıtı bu. Peki, nasıl pişiriyoruz?

Tarifimi veririm, ama çoğunuza uymayacağının farkındayım, çünkü iki taşımlık pişirmiyorum, dediğim gibi 5 kg şeker kullanarak, bolca dağıtabileceğim kadar yapmayı tercih ediyorum. Yılda bir kez yapıyoruz sonuçta, şayet derseniz ki, usulune uygun olsun, varsın ordu doyuran olsun, işte size tarif. Ancak öncelikle büyük bir kazan (resimdekinden- 20 lt.) edinmeyi unutmayın. Resimde kazanı karıştıran ve iki yıldır bana aşure ile ilgili bir sürü şey öğreten Nazan Teyzeme de teşekkür ederek onun tarifini sizlerle paylaşıyorum.
- 2 kg. dövme buğdayı ve bir avuç pirinci bir gece önce yıkayın. Duru su çıkana kadar yıkadığınız buğdayı ve pirinci, üzeri dört parmak suyla kaplanacak şekilde ıslatıp bir taşımlık kaynatın. Sonra da kapağını kapatıp sabaha kadar şişmesi için bırakın. Dövme iyiyse sabaha kadar yarılıp şişecektir.
- Yarım kilo fasulye ve yarım kilo nohutu akşamdan ıslatın. Ertesi gün düdüklü tencerede erimeyecek şekilde haşlayın.

- Ertesi gün buğday olan tencerenizi ağzına kadar suyla doldurup bir tatlı kaşığı tuzla haşlamaya başlayın. Kaynamaya yakın 80 gr. kuru siyah üzüm ve 80 gr. (iki paket) dolmalık fıstığı içine atın. 8 gr. kadar karanfili de ekleyin. 15 dakika kaynatın, kapak kapalı şekilde.
- 250 gr. kayısı, 500 gr. inciri küçük küçük doğrayıp kazana ekleyin.500 gr. sarı üzümü ve 500 gr. fındığı da unutmadan tencereye koyun. Bırakın kaynamaya devam etsin.
yarım saat kadar kaynayacak artık. Daha şekeri koymuyoruz.
- Şimdi 5 kg. şekeri koyma zamanı. En son şeker tencereye girecek.Karıştırarak 10 dk. kaynatıyoruz. Şeker dipte kalmasın, iyice erisin.
- 80 gr. dolmalık fıstık, 80 gr. kuş üzümü, 400 gr. dövülmüş ceviz, 2 tane ayıklanmış nar ve tarçın ile kaplara koyduğumuz aşureyi süsleyeceğiz.

Ben kendi kaplarımdan ziyade satın aldığım aliminyum folyo kapları tercih ediyorum dağıtmak için. Malum, o kadar çok kapıya veriyorum ki, ne benim tabaklarım yeter buna, ne de giden geliyor mu takibi yapabilirim. O yüzden tavsiyem bu yönde, ne kendi tabaklarınızı ziyan edin, ne de verdiğiniz kişiyi zora sokun. Atılabilir kaplar en pratiği:)) Mahallemde alış-veriş yaptığım market ve kasabıma, oturduğum sitenin görevlilerine de plastik kaşıkla beraber gönderiyorum. Sadece komşu değil, her türlü emeği geçen kişilere bir vefa, harika bir gönül alma vesilesi bu! Nice dostça, candan aşure günlerine diyor ve ekliyorum AFİYET OLSUN, keseniz bereket dolsun!

25 Kasım 2011 Cuma

Düşünüyoruz, Öyleyse Vurun!


Ekşi sözlüğü kapatmak istiyorlar. Sebebi küfür içermesi. Aslında herhangi birine yapılmış küfürleri hedef almıyor bu kapatma, o yüzden de çok düşündürücü. Binlerce kişiye küfredilmiş, olumsuz yazılar yazılmış haklarında. Ama tek tepkiyi dine karşı yazılmış olan bir metin çekti. Ahmet M.S. isimli mühendis, din ile ilgili düşüncelerini şu şekilde dile getirmiş sözlükte:
"şimdi saçmalık derken, gereksiz olarak anlaşılmasın, gayet de gereklidir din dediğimiz beyin uyuşturucusu. insanoğlu doğru, yanlış, ahlaki, etik gibi kavramların içinden kendi başına çıkabilecek kapasiteye sahip değildir, bu sebeple eline bir yanlış-doğru rehberinin verilmesi çok da dahiyane bir fikirdir aslında. burada garip olan durum, milyarlarca insanın hala kayıtsız şartsız güncellenmemiş ve fantastik masallar silsilesi halinde bulunan bu dinlere inanıyor olmasıdır. bundan daha da garip olanı, bu insanların inanmayana acıyan gözlerle bakması, ve saçma sapan argümanlarla kanıt olduğunu iddia ettiği bir takım görüşlerin diğerlerinin aklına yatmadığı için onların zekasını aşağılamasıdır. güzel kardeşim, tamam sen inan, saygım var. hatta bak şimdi bir ay ben senin tacizlerine maruz kalmamak için sikimde olmamasına rağmen ortalık yerde yeme içme özgürlüğümden feragat edeceğim, sene boyu sabahın beşinde ezan sesiyle uyanmak zorunda kalıyorum, din odaklı yönetimlerin akıl almaz icraatlarının sonuçlarına katlanmak durumundayım, bunları düzeltmek için yapabileceğim birşey de yok, kabul. ama benim bir saçmalığa inanmamam, sırf sen inanıyorsun diye beni aşağılama, kendinden alt seviyede görme hakkını sana vermez. 'bak ne kadar mükemmel bir kainat, kusursuz bir sistem, bunu allah yaratmadıysa başka nasıl olabilir' gerizekalılığındaki bir yaklaşımla 'bu kainat zumbak tarafından yaratılmıştır, yoksa nasıl olabilirdi' şeklindeki bir yaklaşım arasında bir çokları için en ufak bir fark yoktur, ikisi de ispatlanamaz, ikisi de bilinmeyene bir açıklama getirmek için ortaya atılmış düşüncelerdir. işte düşünmeden inananların bu kadar net ve basit bir gerçeği anlayamıyor olmaları, dinin saçmalık olduğunun en net ve basit ispatıdır."

Yazı bu. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz, katılırsınız, ya da anlamsız bulursunuz, bu tamamen sizin düşünce sisteminizle ilgilidir. Ve yürüyüp gider hayatınıza devam edersiniz. Ama beğenmediğiniz bir düşüncenin ifade edilmesine karşı çıkmak bambaşka bir şeydir, bu düpedüz düşünce ve ifade özgürlüğünü tanımamaktır, hatta sadece kendiniz için tanımaktır ki bu en tehlikelisidir. Sadece sizin fikirlerinizin etrafta dolaşması uygunsa, ve bu size çok normal geliyorsa, faşist bir sistemin diktatörüsünüz demektir. Muhalif fikirler gelişimin temelidir, eleştiri, daha iyisi için bir uyarıdır ve özgür düşünce, çok sesliliğin olmazsa olmazıdır. İnanç, kişiye özeldir, bunun reklamı, aracısı olmaz. Rahatça dile getirilebilir ama baskıyla kabulu istenemez. Tam tersi de geçerlidir, kimse inançları yüzünden yargılanamaz, baskıyla vazgeçmesi istenemez. Engisizyondan farkı var mı yoksa bu davranış şeklinin?
Rasih Yılmaz ve Mehmet Baransu, kapatma kavgasının başını çekiyorlar, bir tür engizisyon misyonu üstleniyorlar. Bakın konuyla ilgili ne yorumda bulunmuşlar:

"Bu millet ekşisözlükün pisliği karşısında ayağa kalkmayacaksa yazıklar olsun. Kimse de ben müslümanım demesin. Dinimle kimse alay edemez. Allahıma ve peygamberime küfrediliyorsa demokrat olmak falan umrumda değil. Demokrat değilim bu rezillik karşısında. Demokratlık batsın. Bu ülke bu rezillik karşısında ayağa kalkmazsa,Rabbimiz ve peygamber efendimizin yüzüne nasıl bakacağınızı düşünün..."

İnançlı kesimi, hele de konuya ufaktan uzak kalmış dolduruşa açık olan halkı, bu şekilde ayaklandırmak, aklınıza cadı yakma olayını getirmiyor mu? Yukarıdaki yazıyı okudunuz, ki çoğunluk okumadan Baran'ın yazısıyla harekete geçecektir, sizce bu kadar tepkiye gerek var mı? Ateist olamaz mı bir kimse, ve sebebini açıklayamaz mı?Tüm dünyada fikir ayrılıkları, demokratlar ve bağnazlar mevcut. Ama fark ifade özgürlüğü. Bunu yapabildiğimiz, ateist bir açıklamayı taşlamadığımız gün adam olacağız galiba.

Luigi Casciolli, bir İtalyan, Mesih Masalı isimli kitabın yazarı. Yıllarca topladığı belgelerle oluşturmuş kitabını. Ve 127. sayfasında şöyle demiş:
'Din bir Devlet kurumuydu ve kitleleri boyunduruk altında tutabilmek için her şey Tanrılara atfediliyordu, çünkü insanlar cahil kaldıkları oranda yayılmacıların oyunu sağlamlaşıyordu. Bundan dolayı da mistikler ve dindarlar yüceltilirken ateistlere ve maddecilere zulmediliyordu. Bu yolla, düşünce özgürlüğü tam 23 yüzyıl boyunca; 1700'lü yıllarda ortaya çıkan Aydınlanma, ateist maddeciliğe yeniden yol açıncaya kadar susturulmuştur.( Bizde hala susukunluk hakim!). 23 yüzyıllık dogmalar ve gizemler dönemi toplumsal evrimin her türünü engellemiş; insanlığı, hala var olan kimi dinlerin inananları tarafından, en başta da Gizem kültlerinin eksiksiz bir yenien üretimi olan Hristiyanlığın inanaları tarafından bugün bile takip edilen Gizem kültlerinin cehaletine bırakmıştır.
Atom gibi konularla zaten uğraşmış olan şu ateist düşünürlerin nasıl mahkum edildiğini gören insanlar, bütün kötülüklerin kökeninde maddenin bulunduğuna inanmak yönünde ahlaki bir itaate zorlanmışlardır.Kendi sorumluluklarını, her şeyi onun üzerine temellendirdiği Tanrısal iradenin içerisine yerleştirmiştir. Böylelikle cehalet, gerileme taraftarlarını kutsallaştıracak kadar yüceltilmiştir; dinlerin söylediğinin aksine, aklın ve sağduyunun ışığına karşı zafer kazanan gizemlerin ve dogmaların karanlığı olmuştur. Akıl ve inanç arasındaki uyuşmazlığın bi sonucu olarak bütün dinler, en kötü düşmanları kabul ettikleri bilimsel araştırmanın hep karşısında durmuşlardır, hala da durmaktadırlar. Kilise'nin, cerrahi ampütasyonun yararlı ve meşru olduğunu yalnızca 12. Pius'un papalığı sırasında (1939-1958) kabul etmiş olduğunu söylemek yeterli.'

Casciolli, tüm bu görüşlerini yazıp yayınlamakla kalmamış, kitabın sonuna eklediği bir dilekçeyle de Kiliseyi 'halkın inançlarını kötüye kullanmak ve çıkar sağlamak' tan mahkemeye vermiş.İşte bu düşünce özgürlüğüdür. Yargının bağımsızlığıdır. Laikliktir.

Şimdi, yukarıdaki alıntıları tekrar okuyun lütfen, sadece Ahmet M.S.İn iki yıla kadar hapsinin istendiği bu yazının yanında İtalya'da basılan kitaptan alıntıya dikkat edin. Sırf bu yazı yüzünden Ekşi Sözlüğün linç edilmeye çalışılmasına bakın. Buna izin verebilir miyiz? Ya da buna izin verirsek, inaçlarımızı korumamız gerektiğine karar verirsek, inançsız olmayı yasaklamış olmaz mıyız? Zorla din olur mu? Ya da dinde zorlama olur mu? Peki koskoca Müslümanlığı korumak Baran'a mı kalmış?

Sadece düşünmenizi istiyorum. Hoşgörülü olmanın ne demek olduğunu bir kez daha hissetmenizi istiyorum. Özgürce düşünüp, bunları tartışabileceğimiz günlerin özlemiyle!

15 Kasım 2011 Salı

Annemin Tavuksuyuna Hasta Çorbası


Hoşgeldin kış ve tabi hastalıklar. Burnumuzun akmadığı, hapşurup öksürmediğimiz yaz aylarına kadar, kötü günlerimizde yanımızda olacak bir tarifle karşınızdayım. Annemin bana hastayken yaptığı muhteşem tavuksuyu çorbası. Tavuksuyunun iyileştiriciliği tıbben kanıtlandı mı bilemem ama hastalığa, en azından mideye çok iyi geldiğini deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim. Hem hastayken insanın canı sıcacık bir çorba, biraz şevkat çekmiyor mu? Neyse uzatmayayım vereyim hemen tarifi. Bu arada verdiğim turşu tarifiyle kurduğum turşular süper olmuş. Umarım sizinkiler de benimkiler kadar başarılıdır:))

Öncelikle bir tavukgöğsünü alıp tencereye koyun. Göğüs yoksa but da olur, hiç problem değil. Hatta daha da yağlı ve güzel olur. Suyunu ekleyin, parçanın büyüklüğün göre suyunu ayarlayın. Az koymanız problem yaratmaz, sonradan ekleyebilirsiniz. Ama çok koyarsanız tadı yakalayabilmek için bayağı kaynatmak gerekebilir. Her iki durumda da çözüm var, merak etmeyin, suyu gönlünüzce koyun. Büyük iki baş soğanı soyup dörde bölüp suya atın. Yine çekirdeklerini ayıkladığınız yarım limonu bu karışıma ekleyin. Bir domatesi de içine güzelce rendeleyin. Buraya kadar anlattığım bölüm klasik bir tavuk haşlamadır. Soğan ve limon tavuğun kokusunu alır. Ayrıca soğanın şifa değerini buraya yazsam sayfalar sığmaz. Şimdi çorba için fazladan neler ekleyeceğiz? Öncelikle bir dilim taze zencefil, bir tutam tane karabiber, suyun miktarına göre arpa ya da tel şehriye. Taze zencefil çabuk bozulur, ama çok da yararlıdır. Ben aldığım zencefilleri dilim dilim kesip buzluğa atıyorum, gerektikçe de çıkarıp kullanıyorum. Bu şekilde bozulmadan taze zencefil stoğuna sahip oluyorum. Sadece çorbalarda değil, hasta çaylarında da zencefil çok gerekli. Ayrıca öksürük için suyunu sıkıp içebilirsiniz, tabi balla karıştırmayı unutmadan:) Çorbaya geri dönelim biz. İçine bir tutam da biberiye atarsanız mis gibi kokar. Unutmayın, tavuğun baharatı biberiye ve zencefildir. Asla kekikle arkadaş olmaz. Bu karışımı güzelce kaynatın, ta ki tavuk pişene, ve yağını çıkarana kadar. İçine azıcık zeytinyağı da ekleyebilirsiniz, bu tamamen sizin seçiminize kalmış. Ama zeytinyağı da çok şifalıdır. İyice pişen tavuğu suyundan çıkarıp küçük parçalara ayırın, tekrar tencereye atın. Tavuğu haşladığınız limonu içinden çıkarın, yoksa çorbanız acı olur.Çorbanın miktarına göre terbiyeye geldi sıra. Yarım ya da bir limonun suyunu sıkıp bir yumurtanın sarısıyla güzelce çırpın. Ilıştırarak ve karıştırarak yavaşça çorbanıza ekleyin. Şimdi tuzunu istediğiniz tad için ekleyin. Şayet suyunu fazla koyduğunuzu düşünüyorsanız kaynatıp azalmasını sağlayabilirsiniz. Ama inanın ertesi gün zaten kıvamına gelecektir. İsteğinize göre kırmızı pulbiberle servis yapabilirsiniz. Şimdi afiyetle yiyin, derdinize çare, hastalığınıza şifa olsun. Afiyet ve geçmiş olsun!

Kayak Tatilinde Nereye Gidelim? Çocuklarla birlikte hem de!


Yine kayak mevsimi geliyor. Okulların kapanmasıyla kayak merkezlerinin nüfusu ve fiyatları yine tavan yapacak. Üstelik çok da kaliteli olmayan bu hizmetlere sırf çocuklarımız için fahiş fiyatlar ödemeyi kabul edeceğiz. Sadece kayak dersi vererek villa alan beden eğitimi öğretmeni dostlarımı düşündükçe kaç kişinin bu sarmala dahil olduğunu anlıyorum. Ama ben diyorum ki, yurtdışında öyle uygun yerler var ki, bu saadet (tabi sadece eğitmenler için) zincirinden ayrılıp gerçekten kaymayı öğrenmek istemez misiniz? Ya da, verdiğiniz parayı, telesiye kuyruklarından ziyade 4-5 kmlik pistlerde kayarak çıkarmayı? İşte öyle bir yer tavsiyesi bugün yazımın konusu. Şahsen gittim ve denedim, üstelik de yıllardır yaşadığım korkularımı (gerek yükseklik gerekse düşme) yenerek kaymayı öğrendiğim mükemmel yer: WAIDRING -STEINPLATE - Avusturya.

Avusturya'nın Tirol bölgesi kayak için gerçekten biçilmiş kaftan. Yüzlerce kayak pisti, km.lerce uzunlukta, çeşitli zorluk derecelerine sahip ve sıra beklemeden binebileceğiniz teleferikleri olan pistler. Bugün bahsedeceğim sadece biri, yine çok büyük bir alan, kayak okulları ve eğitmenleriyle de sizi destekleyen bir merkez. Avusturya'da çocuklar ağızlarında emzik kayabiliyor. Sonuçta, dengesini bulmuş her çocuk kayabilir. O yüzden çocuklarınız için asla endişelenmeyin. Sizden iyi kayacaklar günün sonunda, emin olun. Tüm bu merkezler ailece kayak tatili yapmaya gelenleri düşünerek kurulmuş. Saat 9.30 da çocukların okulu başlarken büyüklerin dersi 10:00 olarak belirlenmiş. Böylece dersinize gecikmeden çocuğunuzu kayak okuluna teslim edebiliyor ve akşam 15:00'a kadar bir daha çocuğunuzu düşünmeden rahatça kayabiliyorsunuz. Sadece arada pistlerde bir penguenin ardında dizilmiş kayan yedi çocuktan biri sizinkiyse görebilirsiniz. Ya da öğle yemeği için yemekhaneye giden, atların çektiği bir kızakta şarkı söyleyerek yolculuk eden grubun içinde de olabilir. Dikkatlice bakın, keyifle şarkıya katıldığını farkedeceksiniz. Ben oğlumu ilk defa ilkokul bire geçtiği yıl, yani 6 yaşında götürdüm. Almanca eğitim aldığı için içim rahat okula kaydettirdim. Altıncı günün sonunda öyle bir kayıyordu ki, ben heralde üç yılda o seviyeye gelemem. O kadar küçük ve korkusuzlar ki, kaymayı refleks haline getirmeleri an meselesi. O yüzden iyi bir yaş kayak için. Gelelim merkezin yeri ve fiyatlarına.
Çocuklar için kayak okulu 4-12 yaş (10:00 - 15:00) Öğle yemeği dahil EUR

6 gün öğle yemeği ve eğitim sonu yarışı dahil(pazar günü başlamak kaydıyla) 205.00
5 gün öğle yemeği ve eğitim sonu yarışı dahil 195.00
4 gün öğle yemeği ve eğitim sonu yarışı dahil 185.00
3 gün öğle yemeği ve eğitim sonu yarışı dahil 165.00
2 gün öğle yemeği ve eğitim sonu yarışı dahil 120.00
1 gün öğle yemeği ve eğitim sonu yarışı dahil 70.00

Şayet kayak-ayakkabı kiralıyorsanız, ebeveynleri kayak kiralamış çocuklardan kayak-ayakkabı kira parası alınmıyor. Kask mecburi, ufak bir kira ücteriyle güvenli kayağa hazır artık yavrunuz. Biz büyükler için de fiyatlara bakmak isterseniz verdiğim okul linkine tıklayın. http://www.ski-waidring.at/en/index.php?show=kurseÖzel ders ya da üç kişilik grup halinde (ki fiyatları gerçekten çok uygun) eğitim alınabiliyor. Gelelim skipasslara. Onlara da günlük bir fiyat verilmiş. Ama unutmayın Uludağ'da da vereceksiniz bu parayı ve ufak bir pist için, sömestr tatilinin uzun kuyruğunda harcayacaksınız vaktinizi. Burada ise alttan ısıtmalı koltuklarda, 4km. uzunkuğunda pistlerinize gitmek için keyifle kullanacaksınız kartlarınızı, üstelik fazla beklemeden. Fiyatları lütfen sömestrde Türkiye'de kayak tatili yapan arkadaşlarınızla karşılaştırın, aradaki uçurumu siz de göreceksiniz. Hele aldığınız hizmetin kalitesi düşünülürse uçak parası hiç de gözünüzde büyümeyecek.
Biz uçakla Münih'e indikten sonra araba kiralayarak Avusturya'ya geçtik. Çünkü oradan arkadaşlarımızla buluşarak Münih'te de vakit geçirmeyi tercih ettik. Siz direk Avusturya'ya gidebilirsiniz.
Ayrıca kaldığımız şale (biz iki aile ev kiraladık)okulun yanında olduğu için arabaya bile gerek yoktu aslında.Yine tercih meselesi, gitmişken gezelim dedik. Şale fiyatları tabiki çok uygun, hele iki aile paylaşınca. İnternetten bölgedeki otel ve ev seçeneklerini hemen bulabilirsiniz. Yalnız acele edin, iki önemli kuralı unutmayın: Ne kadar erken rzv. o kadar ucuz, ne kadar erken rzv. o kadar iyi ve yakın. Uçaklarda bu kural geçerli. Daha vaktiniz varken bu şansı kullanın, sorunuz olursa da alttaki kutucuklara yazın, ben hemen detay bilgileri sizlere iletirim. Kısacık bir not daha, bize bu tatil kişi başı herşey dahil(yedi gün-yeme-içme-ev-ders ücreti-kayak kirası-araba kirası(Mercedes ML)-uçak bileti)2.500 tl kadara patladı. Kıyaslayın lütfen!

12 Kasım 2011 Cumartesi

Meteora - Zamanın Durduğu Yer


Yine yoktum, yine gezdim, dolaştım ve size küçük, sessiz, romantik kaçamaklar için harika bir yer buldum. Meteora, anlamı yukarıdaki cennet- havada asılı- asılı kaya, Yunanistan'ın ortasında, kendi halinde minik bir kasaba, Kalambaka'ya bağlı. Harika bir karayoluyla ulaşıyorsunuz, hatta ayıların yaşam bölgesinden geçiyorsunuz, dikkatli olun levhaları her yerde, ayılara çarpmayın. Biz de tüm dikkatimiz bir boz ayı görmeye harcadık, ama şansımızdan mı yoksa şansızlığımızdan mı, bir tane bile göremedik. Geceden ziyade gündüz tercih edilmesi gereken bir yol, hem manzara hem de yön açısından. Muhteşem ağaçların yarattığı tünellerden sonbaharda geçmek çok da bilerek yaptığımız bir tercih değildi, ama çok doğruymuş, bunu yaşadık. Meteora yüksek bir yer, zaten özelliği kayaları ve tepelerine yapılmış manastırları. Bizim Kapadokya'mızı andırıyor, peri bacalarını. İklimi de benzer, kayalık yapısı da. Ama Meteora çok daha küçük bir alan.

Öncelikle kalınacak yer tavsiyesi: Guesthouse Sotiriou Petrini...(Kastraki, 42200 Kalampáka). İki yüz yıllık, korunmaya alınmış bir bina, sadece 5 odası var, tam bir butik Hotel. Sahibesi Woula aslında matematik öğretmeni, ama müşterilerine konuk muamelesi yapan ender işltmecilerden. Otele vardığınızda odanızda bir şişe ev yapımı şarap ve karpuz
macunu bekliyor. Şarabın enfes tatlı-ekşi tadıyla macunu iştahla mideye indirirken tek duyduğunuz ses sessizliğin sesi. Evet, aynı o ünlü şarkıdaki gibi. Bir yer bu kadar mı sessiz, bu kadar mı durgun olur. Yaprağın kıpırdamadığı, tek bir çıtın çıkmadığı, bana göre zamanın ve mekanın donduğu bir yer. İstanbul'un karmaşasından sonra bu kadar mı iyi gelir bir mekan? Üstelik yanımızda iki de çocuk var. Onlar bile bozamadı bu huzurlu sessizliği. Yemek saatine kadar ki Yunanistan'da 19:00 dan önce lokantalar açılmıyor, buranın keyfine vardık. Woula, yemek için dışarı çıkarken bizi tembihledi, şayet lokanta kapalıysa onu aramalıymışız, o açtırırmış. Tabi biz çekingenlikle yapmadık bu işi, halbuki lokantalar biri olmazsa açılmıyormuş, onu gördük. Zaten çok işlek bir kasaba olmadığı için her yeri kapalı bulduk, tek bir yer hariç. Her ne kadar çok temiz olmasa da oturmak zorunda kaldık, ama gecenin sonunda öyle lezzetli etler yemiştik ki, ne titizlik kaldı bizde ne de detay. Yine de keşke Woula'yı arasaydık, siz arayın olur mu, en azından seçeneğiniz olur.
Ertesi gün kayalıkları tırmanıp manastırları gördük. Yapılış zamanları tam olarak belli değilse de 11.yy sonu ve 12.yy başlarına denk geldiği sanılıyor. Yirmi manastırdan sadece altısı şu an ayakta. 14.yy.da Türk akıncılarının tehlikelerine karşı yine bu yüksek kayaların üstündeki manastırları kullanmış rahipler. Araba yolları ve yaya yolları
ayrı. Açıkçası yaya yoları orman içinden geçiyor ve pek sessiz, tenha. Woula'nın önerdiği bir çok yaya yolunu denemeye kalktık, sonra korkup geri döndük. Ne de olsa çocuklar var yanımızda. Bir de, o kadar dikkat ayı levhasını geçtikten sonra hangi cesaretle ormana dalar ki insan? Macera adamıysanız diyecek lafım yok, muhteşem bir yürüyüş alanı. Ama ben köpekten dahi korkan birisi olarak, ki araba yolları köpek kaynıyordu, o kadar tenha bir ormana değil sopasız, silahsız girmem. Giren var mıydı, evet sanırım, peki dönen var mıydı, orasını bilmiyorum:)) Woula tehlikesiz olduğunu her ne kadar üstüne basa basa söylese de, galiba ben risk almayı sevmiyorum. Ama tercih sizin, seçin yürüyüş yolunu, macera sizi bekliyor.

Unesco'nun dünya mirası listesine kabul ettiği manastırları girip gezebilirsiniz, ama dışardan görünüşleri o kadar heybetli ki, sadece seyretmek bile yetiyor. İyi bir makinanız ve trepodunuz varsa yakalayacağınız karelere siz bile şaşırabilirsiniz. Bu arada kayalıklar 60 milyon yıllık bir aşınmanın sonucu, tıpkı peri bacaları gibi. Benim güzel memlekim, yok yok içinde. İnsan gezdikçe Türkiye'nin neden bu kadar güzel ve özel olduğunu bir kez daha anlıyor!

16 Ekim 2011 Pazar

Uncharted 3 - Maceraya Türkçe Devam


Kasım ayı, oyunseverler için heyecanla beklenen an oldu. Büyük bir hayran kitlesine sahip Uncharted serisinin üçlemesi ve online savaş oyunlarının krallarından Battle field 3 bu ay piyasaya çıkacak ürünler. İki oyunun da Betası açıldığında serverlarda patlama yaşanmış, DL şifreleri forumlarda uçuşmuştu. Özellikle UC3, sadık hayran kitlesi ve TURK klanı tarafından o kadar uzun süredir bekleniyordu ki, Betanın çıktığı gün us hesaplar çok değerli birer sabit kıymet oldu. Keşke TR PSNlerde de bu dllere izin verilseydi de bizler de başka ülkelerde psn hesapları açmak zorunda kalmasaydık. Şu an UC3 ün Betası hala oynanıyor ve daha geçen hafta bir düzeltmeye gitti. Böylece şikayet konusu olan hataların çoğu giderilmiş oldu. Bunların başında server çakışması sebebiyle aynı oyuna iki arkadaşın girememesi geliyordu. Yine alınan bazı özelliklerin oyundan çıkışta kaybolması ve yeniden bağlandığınızda tekrar satın almak zorunda kalmanız durumu düzeltildi. Ne yalan söyleyeyim, Elena karakterine iki kere 7,500 dolar vermek çok acı olmuştu. Hele o para için kaç kez öldüğüm düşünülürse!
Geçen haftanın en büyük suprizlerinden biri de UC3 Beta MPsinin Türkçe olarak plus üyelere açılmasıydı. Bu kadar ünlü ve iyi bir oyunun Türkçe oynanır olması o kadar hoşumuza gitti ki, videolarını sitelerimizde döndürüp durduk. Tabi eleştiriye açık olan çeviriler de mevcut, ama Studios23 bence elinden gelenin en iyisini yaparak iyi bir iş çıkarmış. Asıl senaryonun Türkçe dublajı hepimizi yerimizden oynatacak. UC3 2 kasımda Türkçe olarak piyasaya sürüldüğünde Nathan Drake, Okan Yalabık ile hayat bulacak. Ünlü baba karakter Sullivan, Ege Aydan tarafından seslendirilecek. Studios23'den Semih Sancar, yaptığı açıklamada oyun dublajının zorluklarından bahsetti. Türkiye'de alışılmadık bir iş olan bu tarz dublaj, en iyi hallerde 7 ay sürüyor, yüzbinlerce kelime içeriyor, bölümler geldikçe yapıldığı için sanatçılar bütünü göremiyor. Çok sıkı gizlilik anlaşmaları olduğu için de sahneler seyredilmeden, storyboard yardımıyla yapılıyor. Tüm bu zorlu şartlara rağmen yetenekli kastlarla Studios23'ün iyi bir iş çıkardığına eminim. Gelelim beğenilmeyen tercümelere, Semih Sancar içimizden çıkmış biri, yani Merlininkazanı, Oyuncu, Level ve Oyungezer'de çalışmış, gerçek bir oyuncu. Dolayısıyla bizlerden hiç kopmadı. DHde konusuyla ilgili açılmış forumlara katılıp açıklamalar yaptı, hatta beğenilmeyen tercümelerin listesini ve olası alternatiflerini TURK klanından istedi. Belki de ilk defa bir oyun, kendi oyunseverlerinin tercihleriyle hayat bulacak, sadık kitle oyunu oynarken karşılaştığı bir madalyaya bakıp hey bu benim fikrimdi diyebilecek. Bu fırsat için de Semih Sancar beye teşekkürlerimi sunarım.
Şimdi geriye tek bir şey kalıyor, arkamıza yaslanmak ve Sony Türkiye'nin bize sunduğu, dünyanın en iyi oyunlarından UC3'ün Türkçesinin keyfini çıkarmak.Hepimize iyi oyunlar... Unutmayın TURK KLanı her zaman herkese açıktır, oyundan keyif alan her yaştan her cinsiyetten oyuncuları bekliyoruz. Facebook sayfamızdan ya da DonanımHaber'de UC3 Turk Klanı başlığı altından bizlere katılabilirsiniz. Bu arada hediye kazanmak isterseniz:
http://goo.gl/bGxbe linke uğrayıp tıklayın, UC3 ün küçük hediyelerine ulaşın!

Catwalk12345 TURK Klanı Üyesi

15 Ekim 2011 Cumartesi

Muhteşem Oyun Uncharted 3'e Türkiye'den Muhteşem Sesler Hayat Veriyor


Çıktığı günden bu yana satışı milyonları bulan ve geçtiğimiz ay yayınlanan beta sürümü ile meraklılarının yüzünü güldüren oyun efsanesi Uncharted 3: Drake’s Deception, multiplayer uyumlu ve Türkçe seslendirmeli olarak satışa çıkıyor.

Türkçe seslendirmeyi ise Türkiye televizyonlarının en ünlü isimleri üstlenmiş. Uncharted 3, bu yönü ile oyun zevkini ve eğlencesini bize daha yakın ve sıcak bir noktaya taşıyabilmiş. Bu ünlülerin kim olduklarına da kısaca göz atalım:

Multiplayer uyumlu oyunu, ünlü sanatçılar Türkçe olarak seslendiriyor: Ana karakter Nathan Drake’i, en son Muhteşem Yüzyıl’daki Pargalı Damat İbrahim Paşa rolü ile gönüllere taht kuran Okan Yalabık seslendiriyor. Drake’in en iyi dostu Victor Sullivon karakterini ise en son Behzat Ç. dizisindeki Şevket rolü ile ön plana çıkan Ege Aydan seslendiriyor. Serinin üçüncü oyununun esas kötü karakteri olan Katherine Marlowe’ye ise yılların tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu Betül Arım sesiyle hayat veriyor. Oyundaki diğer karakterlere de yine ünlü dizi ve sinema oyuncuları ses veriyor. Chloe karakterini Dolunay Soysert, Elena’yı Ceyda Düvenci ve Cutter’ı da Hakan Vanlı seslendiriyor.

Oyunu satın almak için çıkmasını beklemeyen sıkı Uncharted hayranları, oyuna özel hediyelerin sahibi olma ayrıcalığını elde edecek. Ön sipariş verenlere Uncharted 3 not defteri, oyunu TeknoSA’dan ön sipariş vererek satın alanlara ise Uncharted 3 PlayStation 3 kaplaması, not defterinin yanında hediye ediliyor.

Özel Uncharted 3 hediyeleri kazanmak ve PlayStation ile ilgili en güncel haberler için https://www.facebook.com/PlaystationTr sayfasını takip edin!


Bir bumads advertorial içeriğidir.

13 Ekim 2011 Perşembe

Turşu Kurma Mevsimi Geldi!


Yaşasın. Sonunda turşu kurma zamanı geldi. Yazın yeri ayrı, ama kışın, şöyle güzel bir kurufasulyenin yanına ev yapımı turşu yenmez mi? Özlemediniz mi? Ben çok özledim açıkçası. Günlerdir turşu turşu diye dolanıp duruyordum evin içinde. Dışardan alınmış turşu da beni pek mutlu etmiyor açıkçası. Sanayi tadı var, nasıl beceriyorlarsa. Şu evde yapılmış turşunun bol sarmısaklı ve sirkeli tadı yok. O yüzden kendi turşumu kurmaya karar verdim. Tabiki annem usulü.İnanın çok kolay, hemen tarifini vereyim, sadece yarım saat içinde kavanozlarca turşunuz olsun.

1.Öncelikle turşuluk malzemelerini pazardan alın. Marketleri tavsiye etmem, çünkü buzluğa girmiş ya da bekletilmiş malzeme yumuşuyor, daha turşusu kurulmadan eriyor. O yüzden birinci kural turşusu çıkmış malzeme değil, kütür kütür malzeme alın.

2. Kaya tuzu, sirke, bol sarmısak ve limontuzu edinin.

Gelelim tarife. Tamamen annem usulü, geleneksel bir tariftir, sarısak miktarını keyfinize göre artırıp azaltarak kokusunu ayarlayabilirsiniz. Şahsi tercihim bol sarmısaktır.

1.Tüm sebzeleri güzelce yıkayın, hatta suda bekletin. Özellikle salatalıklar çok çamurlu oluyor pazardan geldiklerinde.

2. Daha iyi içlerine işlemeleri için domates ve salatalıkları delin. Böylece turşu suyu daha derine işleyip turşularınızın çabuk ve lezzetli olmalarını sağlayacaktır.

3. Kavanozlarınızın içini, yıkayıp deldiğiniz malzemeyle doldurun, fazla boşluk bırakmamaya çalışın, o yüzden ben biberleri araya dolgu malzemesi olarak kullanıyorum. Aralara 3-4 diş sarmısak atarak yeni katlara geçin. Böylece sarmısaklar sadece bir bölgeye yığılmamış olur.

4.Dolan kavanozun ağzını kereviz sapıyla güzelce kapatın, 5-6 diş sarmısak ve yarım avuç nohutu da üstüne koymayı unutmayın. Dilerseniz biraz kıyılmış mor lahana yaprağı da koyabilirsiniz, turşu suyunuza hoş bir renk ve tat verecektir.

5. Dört bardak suya bir çay bardağı kayatuzu, yarım çay bardağı sirke, bir kaç cimdik de limontuzu atıp eritinceye kadar karıştırın. Bu ölçünün katlarını kullanarak yaptığınız malzemeyle dolu tüm kavanozlarınızı doldurun. Kapakları kapattığınızda içlerinde hava için yer kalmadığından emin olun. Zaten iki gün sonra taşmaya başlayacaktır, korkmayın, doğru yolda olduğunuzu gösterir.

5. Kavanozlarınızı ışık görmeyen serin bir yerde 20 gün kadar tutun. Sonra balkona ya da mutfağa alabilirsiniz. Ama unutmayın, ne kadar sıcakta tutarsanız o kadar çabuk olur. Bu sizin tercihinize kalmış.

İşte bu kadar kolay. Zaman alan tek şey malzemenin yıkanması, bunun dışında son derece güvenilir ve denenmiş, klasik bir tariftir. Memnun kalacağınıza eminim. Resimdekiler benim bu yıl kurduğum turşulardan bir kaçı. Yani yapmadan, denemeden vermiyorum tarifleri, bana güvenin. Son bir şey daha, baktınız turşunuz bitti, suyu duruyor, içine hemen lahana koyup kapatın. 20 gün sonra lahana turşunuz hazır. Ayrıca kurmanıza gerek yok. Şimdiden afiyet olsun.

3 Ekim 2011 Pazartesi

Çok Yakışıklı Biriyle Evlenmek?

Önsöz: Bu yazı, asla birilerini eleştirip küçük düşürmek üzere hazırlanmamıştır. Aksine bu soruya evet diyebilen cinslerime sonsuz bir saygı sunmaktadır. Açıklaması ise aşağıdadır.
Kimlerle evleniriz, kimleri tüm bir ömür yol arkadaşı alırız yanımıza? Kriter nedir, neye göre seçeriz? Sadece aşk mı, ne kadar mantık, ne kadar 'ailem onaylar mı' korkusu etkiler? Tabiki çekici bulduğumuz birilerinde diğer kriterleri ararız. Ama sırf çok ama çok yakışıklı diye kriterlerimizden vazgeçer miyiz? Değil evlenmek, çok ama çok yakışıklı biriyle çıkmak bile biz kadınlar için tedirginlik vericidir aslında. Çünkü biliriz ki, her türlü teklifi yaptırtacak bir alt yapıya sahiptir partneriniz. Gören bakar, döner tekrar bakar, her bakanla rekabet etme gücü kalır mı insanda? Hele ki bu adamın işi spor hocalığı falansa, vay anam vay. Tüm gün, kaslarını sergilediği kadınların tacizine maruz kalan objedir o. Bunu bilip kıskanmamak, şüphelenmemek, güvenmek, her şeyden çok kendine ve ilişkiye, her baba yiğidin harcı değildir malesef. Sonuçta, ne kadar aşık olursak olalım, aklımızın bir kenarında hep o şüpheyle yaşamaktansa, daha az albenili olanı tercih ederiz. Sırf iç huzurumuz için. Sırf rekabeti ömür boyu sırtımızda kambur gibi taşımamak için. Sırf uzun vadede rahatımız için. Ne kadar benciliz değil mi? Ne kadar da güvensiziz aslında. Ama partnerimize değil bu güvensizliğimiz, kendimize ve hemcinslerimize. Biliriz ki, bir kadın ne yapar eder aklına koyduğu adamı elde eder. Bu kadar göze batan güzellikte ve kolay ulaşılabilen pozisyonda olan partnerimizin bize boynuz takma olasılığı, ofiste vaktini geçiren daha az yakışıklı hemcinsine göre kat ve kat fazladır. Sonuçta çocuğunu doğuracağımız adamın, onlara bakmasını bekleriz, sadakat isteriz. En azından bundan emin olmak isteriz. Ama bu kadar yakışıklı bir adamla 1-0 maça yenik başlarız malesef. Çünkü en çok bizim inanmamız gerekirken, en çok biz şüpheleniriz, hatta kendimizden bile, yahu bende ne buldu da beni seçti? Paranoyak bir dünyaya hoşgeldiniz. En vasatından bir erkeğin bile düzgün durmadığı, baştan çıkarıldığı günümüzde, bir apollonun es geçilebileceğini düşünecek kadar safsanız o başka tabi. O masal dünyasında ben de olmak isterdim. Peki istisna yok mu? Var. İki gece önce böyle bir çiftle tanıştım. Hanım, iki metrenin üzerindeki spor hocası kocasının yanındaydı. Çevredeki tüm kadınların bakışlarını saçlarının savuruşuyla birer birer savuşturuyordu. Açıkçası kocası gerçekten çok yakışıklıydı. Ve bu hanıma imrendim. Kocasıyla ilgili değil, yanlış anlamayın, çok büyük bir inanışı ters yüz ettiği için. Tüm ömür sürecek bir savaşa girecek cesareti ve kendine olan güveni için. Takdir ettim ve helal olsun dedim. Bu harika iki insana da bol şans diledim içimden, çünkü eminim ihtiyaçları olacak.

20 Eylül 2011 Salı

Belki de bizim hatamız değildir!



Oğlum ilkokula başlayacaktı, ancak gittiği anaokulundan bazı tereddütler iletildi bize. Duygusal gelişiminin ilkokul için uygun olup olmadığınından emin değillermiş. Biz de konuyla ilgili uzman bir doktordan randevu aldık, pedagog sayın Feriha Dildar'dan. Görüşmelerin sonucunda suçluluk duygusuna razı bir halde Feriha Hanım'ın karşısına geçip hatamızı öğrenmeye hazırlandık. O da ne, Feriha Hanım sadece güldü halimize ve aklımdan asla çıkmayacak şu cümleyi söyledi;
Belki de sizde hata yoktur, çocuğunuzun karakteri böyledir. İllaki şöyle davranırsanız böyle olur, şöyle derseniz şu olur diye bir durum yok. Olsa zaten bize ihtiyaç yok, kılavuz kitapları okur, makine kullanır gibi büyütürsünüz çocuğunuzu. Unutmayın, onlar da birey, tercihleri var, ve çoğunlukla doğumla gelip ölümle gider, buna da karakter denir. Siz sadece yönlendirip törpüleyebilirsiniz, asla yok edemez ya da olmayanı yaratamazsınız.

O günden sonra bu cümleleri haklı çıkarır bir çok örnekle karşılaştım. Örneğin çok ama çok tembel bir annenin çocuğunun, inanılmaz sorumluluk sahibi ve çalışkan bir insana dönüşüm hikayesini şahitlerden dinledim. Diyeceksiniz ki işte o yüzden öyle olmuştur, ben de diyeceğim ki, hamurunda varmış ki böyle olmuş, serseri olma olasılığı çok daha yüksekti. Yine ikiz çocukları olan arkadaşımdan gördüm ki, dakika aralarla doğan iki kardeşin davranış farkları tamamen kişiliklerinin farkından geliyor, anne-baba eğitiminden değil. Tabi ki evlatlarımız bizlerden öğreniyorlar herşeyi. Ama nasıl kullanacakları tamamen karakterlerine bağlı. Kibriti gösterirsiniz, biri bina yapar diğeri evi yakar. Bu demek değildir ki anne-baba birine yaratmayı diğerine yıkmayı 'bilmeden' öğretmiştir. Bize düşen karakterlerini anlayabilmek, iyi yönlerini destekleyip kötüleri törpülemek, eksikleri tamamlamalarını sağlamak. Bu da aynı şablonlardan geçmiyor. Her çocuk için farklı bir şablon, davranış şekli ve doğru var. Önemli olan anne-babanın bunu anlayabilmesi.

Sonuç olarak o günden sonra fazla kurcalamayı, hataları sürekli kendimde aramayı, her hareketimde 'acaba' diye düşünmeyi bıraktım. Tabiki okuyorum, çocuklarla ilgili bir sürü gelişim yazısı takip ediyorum, gerçekten hatalarım varsa bulmaya çalışıyorum, ama bunu abartmamaya çalışıyorum. Yaşanılan her suçluluk duygusu, çocuğa verilen bir tavizle sonuçlanır çünkü.

8 Eylül 2011 Perşembe

Çocuklara Playstation 3 Oyun Önerileri 1

Madem çok meraklı bir anneyim ve her oyunu oynuyorum, siz oynamayan annelere çocuklarına hangi oyunları gönül rahatlığıyla alabileceklerini söyleyebilirim. Öncelikle PS3 oyuncumuz 5+ olmalı, yani çocuğunuz beş yaşını doldurmalı. Daha erken anlamsız olur. Kız çocukları muhtemelen tercih etmeyeceklerdir ama meraklısına cinsiyet ayrımı olmadan oynanabilen oyunları önerebilirim.
1. Start the Party: Bu bir move oyunu ve tamamen Türkçe. Çocuğunuz sadece oynamıyor, aynı zamanda hoplayıp zıplıyor, çünkü elindeki kumanda kah kılıç olup karpuz kesiyor, kah raket olup sinek avlıyor, kah fener olup hayalet yakalıyor. En çok 4 kişiye kadar yarışma yapılıyor, ama tek başına yapılan roundlar da mümkün. Bu oyunda amaç yarışmak. Yarışmalar devrelere bölünmüş ve toplam 10 devrede en çok puan alan kazanıyor. Yarışmaların konuları birbirinden zevkli, hareketli. Grafikler mükemmel, çocuğunuz move kamerasıyla ekrana aktarıldığı için kendini seyrederek yarışıyor, arka planda da bulunduğunuz oda yer alıyor, tabi oldukça değişmiş olarak. Ailece akşamları oynayabilir, çocuğunuzun sizi nasıl yendiğini şaşkınlıkla seyredebilirsiniz. Hadi bakalım çocuklar yattı, siz ve arkadaşlarınız da bu oyunu keyifle oynayabilirsiniz.
2. Little Big Planet: 7+ oyuncu daha keyif alacaktır kanımca. Mükemmel bir oyun olduğu yaratıldığı yıl aldığı en iyi oyun ödülünden belli zaten. Savaş, vurdu-kırdı yok. Sack Boy denilen kukla adamlarla 10 kişiye kadar oynanılan bir takım oyunu. Online seçeneğiyle de bulunabilir oyuncu serverdan. Amaç, etapları bitirebilmek, bu esnada puan ve etiket toplayarak diğer etapları şenlendirmek. Toplanan objelerle kendi küçük dünyanızı yaratabilir, bir arkadaşınızı davet ederek kendi etaplarınızı bitirebilirsiniz. Sack Boylarınızı istediğiniz gibi boyayıp giydirebilir, aksesuarlar takabilirsiniz. Bu oyunun müzikleri çok kaliteli seçilmiş. Sadece CD olarak satılsa inanın alıp dinlerim. Akşamları oğlumla değişik etapları bitiriyorum, onu yatırdıktan sonra kendi arkadaşlarımla online oyuna devam ediyorum. Anlayacağınız yediden yetmişe herkesi saran bir oyun.
3. EyePet: Yine bir move oyunu. Kızlar daha çok tercih edebilir. Son derece sevimli bir yaratığı eve alarak başlıyoruz oyuna. Yıkıyor, karnını doyuruyor, seviyor, oynuyoruz. Kıyafetler giydirip, tüylerini boyuyoruz. Aksesuarlar takıyoruz. Grafikler mükmmel yapılmış. Yere oturup elinizi yere vurduğunuzda eyepetiniz koşarak kucağınıza çıkıyor. İnanın ben bile gözlerimi sevimliliğinden alamıyorum. Tek kişilik bir oyun olmasına rağmen, kameranın görüş açısındaki herkesin hareketlerine tepki veriyor eyepet. Dolayısıyla kalabalık çocuk gruplarınca da oynanabilir.

18 Ağustos 2011 Perşembe

Hiperaktif Çocuklar için bir Yaz Kampı


Bugün çok özel bir dernekten ve yaptığı inanılmaz çalışmalardan bahsetmek istiyorum; Dikkat Eksikliği Hiperaktivite ve Özel Öğrenme Güçlüğü Derneği.Ankara'da bu derneği kuran ve yöneten Nezih Çıngır da bir hiperaktif. Ne demişler, damdan düşenin derdini yine damdan düşen anlar. Nezih Bey, dedesi ve babasından aldığı bu geni oğluna taşıdığında farketmiş durumu. Çünkü oğlu tüm okul çağını yazı yazamadan geçirmiş.http://arsiv.sabah.com.tr/2005/05/07/gny/sag106-20050502-200.htmlBunun üzerine konuya eğilen Nezih Bey, oğlunu üniversiteye sokmakla kalmamış, bu durumdaki tüm çocuklara ve ailelerine de kucak açmış.Ben, bu derneğin varlığını ve yaptığı aktiviteleri Gümüşlük-Bodrum'da gittiğim bir otelde öğrendim. Çünkü bu dernek tam tamına üç yıldır bu otelde yaz kampları düzenliyor ve beraberinde getirdiği 10-16 yaş arası hiperaktif çocukları deniz sporları ve doğa yürüyüşleriyle tanıştırıyor. Haziran ayının son haftası, Club Zemda, bu dernek için odalar ayırıyor, sörf ve optimist hocalarını bu çocuklara tahsis ediyor, özel indirimler yaparak derneği ve çocukları destekliyor. Otelin sahibi Durmuş Özdemir, daha önce beş yıl Marmaris'te bu desteği yaptığını, sonra açtığı bu yeni yerinde dernekle ilişkisini devam ettirdiğini anlattı bana. Kafası çocuklarla ilgili harika fikirlerle dolu bu insan, Türkiye'de belki bir ilki gerçekleştiriyor ve bu çocuklara tesislerini açıyor. Her yıl yaklaşık 10 çocuk, velileri hariç, burada konaklıyor, hergün planlanan aktivetelere katılıyor. Düzenli gelen çocuklarda suyun ve su sporlarının iyileştirme gücü dikkat çekiyor. Ne de olsa dikkatiniz dağıldı mı suya düşersiniz. Ya da açıldınız, geriye dönmeniz şart, sıkıldım ben gidiyorum diyemezsiniz. Gerçi bunu söyleyip optimist teknesinden atlayarak kıyıya gelmeye kalkan bir çocuk da olmuş, ama sürekli görev yapan gözetmen ve hocalar sayesinde bu kriz de atlatılmış. Su sporlarından sorumlu Murat Sarızeybek (30, Hacettepe Fr. Mütercim Tercümanlık), bu programın diğer sorumlusu. Klübün en sabırlı ve çocuklarla iletişimi başarılı sörf hocasını ( Can Gürün'ün bu konuda çok iyi olduğunu da söyledi) bu aktivite için her gün 2,5 saat tahsis ettiğini de ekledi. Doğa yürüyüşleri, aquapark'ta geçen bir gün, at binme egzersizleri de programa dahil. Derneğin sitesinden yaz kampı fotoğraflarına girerseniz eğer, yaşanan o güzel günleri görebilirsiniz.
Durmuş Bey'in bana anlattığı öyküler beni o kadar şaşırttı ve keyiflendirdi ki, bu girişime destek vermek istedim. Ne yapabilirimi sordum kendime, ve herkesi bilgilendirmekle başlayabileceğime karar verdim. Ülkemizde güzel işler yapan, yürekli insanlar var. Kimseden bir şey beklemeden, kendi olanaklarını sererek yapıyorlar bunu. Takdir etmek, beğenmek ve bilgilendirmek de bize düşüyor. Lütfen siz de bana katılın ve bu güzel insanların yüreklerini koyduğu bu işi çevrenize yayın. Mutlaka bu bilgiye ihtiyacı olan birilerine ulaşacaksınız. Ve siz de katkıda bulunmuş olacaksınız.

31 Temmuz 2011 Pazar

Kanka olduk, boşanıyoruz!


Son günlerde çok moda bu laf, boşanmanın yeni gerekçesi, kanka olmak. Benim anam-babamdan daha kanka olan kimseyi görmedim, 70li yaşlarının başlarındalar, ama boşanmayı düşünmüyorlar. O zaman bu arkadaşların derdi ne? Evliliği ne sanmaktalar, bir tür Rio Karnavalı mı?
Zaman geçtikçe ve birlikte tüketilen vakitlar arttıkça, cinsel isteğin tükeneceği bir gerçek. Evliliğin başlarında tam gaz ve heyecan içinde geçen geceler, yerini daha sakin, bol Tvli, entellektüel düzeyi yüksek gecelere bırakır. Daha çok konuşup daha çok dinlemeye vakit kalır. Sonra bir bakmışsınız ki, kanka olmuşsunuz. Eee, ne kötülük var bunda? Zaten sonunda olacağınız bu, ha üç gün önce, ha beş gün sonra, ne fark eder. Evliliği, sadece cinselliğin özgürce ve devlet izniyle yapılmasına izni verilen bir kurum olarak görüyorsanız, eyvah eyvah!iki-üç yıl içinde bitti gitti sizin evlilik! Ama daha derin bir birliktelik, ortak bir amaca beraberce ulaşım, günün sonunda yanında en yakının olması anlamında alıyorsanız evliliği, zaten bu başlık boş laf gelir size.
Yeni evlenenlere sesleniyorum, sanmayın ki her zaman balayı bu hayat. Bir araya gelmenizin tek nedeni seks değil.O sadece işin bonusu. Asıl amaç bir arada hayatta kalmak, birbirinden güç almak. Tamamiyle ticari bir kurum, ortak kazanç, ortak gider, malların ortaklığı falan. Bu ip üstündeki ikili dansı en iyi kankanla yapmayacaksın da kimle yapacaksın? Her dakika cinsel gerilimin yaşandığı bir ilişki düşünsenize, ne kadar stresli? Ayrıca şunu da unutmayın, en iyi seks yaptığınız partnerınızla mı evlendiniz, yoksa başka özellikleri mi sizin için ön planda? Madem seçiminizi muhteşem seks partnerinize kullanmadınız, evliliğinizde de havai fişekleri on yılın sonunda pek de beklemeyin (on yılın sonunda Brad Pitt bile bayabilir bu arada). Ama uyumlu, huzurlu ilişkilerin arka planındaki seks, çiftler için çok daha doyurucu. Ne roller-coastera binin, ne de üzerinize ölü toprağı serilsin. Dengeleyin, ve kanka olduk saçmalığı sebebiyle ayrılmaya kalkmayın. Zaten ne olmayı bekliyordunuz ki?

29 Temmuz 2011 Cuma

Çocuk ve Sörf


Anne-baba olmanın sanki ilk şartı, nedense evladını hiçbir şeyden mahrum bırakmamaya çalışmak ve her türlü aktiviteye geç kalmadan, derhal atlamak. Bu sebeple, günün her saati bir başka kursa yollanan çocuklarla dolu etraf. Ben de yapmadım mı? Yaptım tabiki. Allahtan, çocuğum çok net hayır diyebiliyor, benim aklımı da başıma getirebiliyor. Yoksa bana kalsa, benim oğlan bir yandan piyano çalacak, kayak yapacak, yüzecek, satranç oynayacak, Aikidoya gidecek vs. İyi ki bana kalmamış:))
Her aktivitenin bir zamanı, ihtiyaç duyduğu bir kas yapısı ve çocuğun zihinsel gelişimin belli bir evresini tamamlamış olması gerekiyor. İşte rüzgar sörfünde biz bu üç özelliği şimdi yakaladık. Genellikle 7 yaş üstündeki çocuklar, bu spor için yeterince kaslı, komutları algılayabilen ve uygulayabilen sınıfa giriyorlar. Yaz mevsiminde, belki de bir çocuğun yönlendirilebileceği en iyi aktivite rüzgar sörfü. Öncelikle çocuğun boardda denge sağlaması, sonra yelken kaldırması ve rüzgarı yakalaması öğretiliyor. Bireysel sporlar içinde, belki de çocuğunuza hayatta kalmayı öğreten tek spor. Bunun bilincindeki çocuk da bu sporla kişiliğini gerçekten sağlamlaştırabiliyor, hayatta kalabilen güçlüdür çünkü. Oğlum 8 yaşında, bir süredir bu sporu Bodrum-Gümüşlük'teki yazlığımızın yanında bulunan bir sörf okulunda yapıyor. Her sabah keyifle erkenden uyanıp, mızırdamadan kahvaltısını yapıp koşarak gittiği tek eğlencesi. Bu arada şaka-maka derken oğlanın peşinden kim gidecek derdi düştü mü bize! Derhal sörf dersleri almaya başladım 40'ımdan sonra, belim ağrıyor olabilir, ayaklarım kopuyor olabilir ama bu işi derhal öğrenmem gerek, yoksa bu oğlan sörfü alıp açıldığında ne halt ederiz biz kıyıda?

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Harika bir yaz sporu-Rüzgar Sörfü



Uzun zamandır yazım yoktu sevgili okur farkındaysan, ama bu demek değildir ki yan gelip yatıyordum. Asla, su uyur, yazarınız uyumaz. Yemedim, içmedim, rüzgar sörfü Bodrum'da nerede yapılır, nasıl yapılır, kimler yaptırır, onun peşine düştüm. Gerçi çok aramama gerek kalmadı, Gümüşlük'te harika bir saklı cennet keşfederek bu yazımın konusunu yakalamış oldum.
Aslında Bodrum'da öyle rüzgar falan pek olmaz derler ya, sakın inanmayın. Bu koyda bir rüzgar var ki, gölgede yatanı üşütür. Neredeyse Ağustos'tayız, bu küçük koyda ısınmak için arada güneşe çıkıyoruz. Düşünün, Bodrum'da üşümek, ne lüks değil mi? Küçük bir otelin açtığı sörf ve optimist okulu var bu koyda, Club Zemda. Çoluk-çocuk, yaşlı-genç demeden bu okul harıl harıl eğitim veriyor, hem de dünya tatlısı gençlerle. Açıkçası ilk dersi almadan önce bayağı çekindim. Ne de olsa 40 yaşı geçmiş, beli düzenli ağrıyan, sporu da hayatından ciddi ciddi çıkarmış birisiyim, koskoca alet ve edevatlarla, denizde rüzgara karşı bir spor bana göre mi acaba? Cevap veriyorum, EVET, tam bize göre...Herşeyden önce, eğitmenler çok sabırlı ve işini iyi yapan gençler. Hani vardır ya bir gözü saatte diğeri 17 yaşında bir kızın kalçasında, bitse de gitsek tarzında turist hocalar, işte burada yok onlardan. Bahadır(25, Marmara Unv.Fra.Kamu Yönetimi), daha ilk dersten bana dengeyi nasıl kuracağımı anlattı, yarı beline kadar suda, bir dakika boşverdiğini görmedim. Kendinden emin ve güven veren sesi sayesinde neredeyse birinci günün sonunda kendimi bu iş için yaratılmış gibi hissettim.Yanlış anlamayın, sadece gaz değil verilen, ciddi bir eğitim, gerçekten gidebilecek durumdayım yani. Ardından Yener'le(25, Mersin Unv. Fra. Mütercim Terc.) açıldım. Sakın derin mavi gözlerine dalıp dinlememezlik etmeyin, her lafı altın bir bilezik çünkü. Üçüncü günün sonunda artık kendime güvenim tamdı. Sonra Kağan'la(21, Muğla Unv.BESYO) ders yapma şansım oldu. Manevralarımı, duruşumu, rüzgarı yakalayışımı tek tek izledi, yanlışları düzeltti. Tıpkı Can(23, Mersin Unv.Fra. Mut.terc.), Bahadır ve Yener gibi. Öğrencilerini asla ayırmıyorlar, başka bir grupla bile olsalar, yanınızdan geçerken yapmanız gerekenleri tekrar tekrar söylüyorlar. Bu grupla öğrenmemeniz imkansız. Ama, hocanız anlatırken, Hey Ali Can bak ben n'apıyorum, ya da Seeliim, bana bak bana, durumundaysanız, Bora Kozanoğlu gelse size bir halt anlatamaz:))
Gelelim fiyatlara, altı saatlik ders 240 TL, on saatlik ders 340 TL. Detaylar için linki tıklayabilirsiniz:
http://www.clubhotelzemda.com
Unutmayın, sörf sadece kas işi değil, bir zihin sporu. Sürekli rüzgarı takip edecek ve vücudunuzla altınızdaki aleti kontrol edeceksiniz, şaka değil, anlık bir dalgınlık sizi denize düşürür. Ama korkmayın, o da lazım, arada serinlemek fena olmuyor çünkü.
Yakın zamanda okuduğum bir araştırma yazısına göre insanlar başkalarının tecrübelerinden ziyade broşürlere inanır ve tercih ederlermiş.Sebep te kendilerini daha özel hissetmeleriymiş. Halbuki yine aynı araştırma, başkalarının tecrübelerine göre yapılmış bir seçimin, broşüre istinaden yapılandan çok daha fazla mutluluk getirdiğini ispatlamış. Bunun yorumu şu, ben tecrübe ettim, memnun kaldım. Şayet benden çok ama çok özel olduğunuzu düşünüyorsanız bu yazıyı artık okumayın. Yook, başkalarının yaşanmışlıklarını tecrübe olarak alabiliyorsanız, buyrun size harika bir mutlu seçim.
Huzurlarınızda, bana bu sporu sevdiren ve öğreten hocalarım güzel gözlü Yener'e, altın sarısı bukleli, dünya tatlısı Kağan'a, karizmatik Bahadır'a, hep gözlüklü dolaştığı için gözlerini asla göremediğim Can'a, oğlumun kahrını 15 gün çeken Ilgım'a(21, Piri Reis Denizcilik), her dilde eğitim veren Omar ve Derman'a(Gerçek adı Diarmuid Chevallier, her yıl Fransa'dan gelip burada ders veriyor, Dundee Unv.öğrenci-20 yaşında), programları ayarlayan Başak'a ve her işe koşan beachboy Mercan'a(13, BLIS, Ankara'dan çalışmaya geliyor, muhteşem bir delikanlı olacak) teşekkür etmek istiyorum. Artık her yıl sizinleyim çocuklar...

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Facebookta Nefret Ettiklerim;



Bugün huysuzum. İşte yazarınızın karanlık yüzü, kızınca nasıl fırtına kopardığı:)) Öncelikle Facebooktan başlayalım bakalım.
Anasayfama baktıkça içimi karartan, okuduğumda sinirlerimi zıplatan ve nedense sıkça yapılan, en nefret edilesi gönderiler;

1. Gittikleri her yerden, mobil bağlanıp sayfalarına ne kadar eğlenip ne kadar keyifli olduklarını yazanlar. Sorarım sizlere, acaba gittiğiniz yer mi sizi tatmin ediyor, yoksa başkalarının sizin nerede olduğunuzu bilip, gıpta etmesi mi? Şayet o kadar keyiflisiniz oralarda, ne halta hemen online olup anasayfanıza, arkadaşlarınıza bildiriyorsunuz? Madem öyle, gerçekten tek tatmin olduğunuz anı da yazın, 'az önce orgazm oldum, süperdi.' Yazmadığınıza göre yeterince tatmin olmadığınız sonucunu çıkarıyorum:))

2.Sağdan soldan, fazla da okumadan paylaşılan, ne anlam, ne edebi, ne de felsefik hiç bir derinliği olmayan, paylaşanın üretmediği alıntılar. Size güzel gelen her lafla benim sayfamı, aklımı ve düşüncelerimi neden kirletiyorsunuz? Sizin diyeceğiniz bir şey varsa amenna, dinlerim. Ama ne idüğü belirsiz alıntıları, yapmayın lütfen... Hele bazıları paylaşanın karakterine bile uymuyor. Sizi okumamızı istiyorsanız daha yaratıcı ve kendinize ait olun lütfen.

3. Sürekli yardım paylaşımı yapanlar (hayvanlarla ilgili çağrı yapan ciddi dernekler hariç). Kaçınız bu paylaşımları yapmadan önce verilen telefon numaralarından teyit ediyorsunuz? Çoğu yıllar öncesinden kalma, daha da çoğu sadece mail ortamında adres avlama amacıyla ortaya atılmış dalavereler. Özellikle arıyorum, sapık gibi takipteyim, daha doğru bir yardım paylaşımıyla karşılaşmadım. Pas etmeden önce bir bakın, neyi pas ediyorsunuz? Böyle yalanları paylaşmanız bir tek gerçeği ortaya koyar. Aslında yardımsever falan değilsiniz, sadece başka birine yollamak kolayınıza gidiyor. Çünkü niyeti olan arar, öğrenir ki yalan, o zaman da paylaşmaz.Her şeyi başkalarından bekleyenlerden nefret ederim...

4. Dini gönderiler, son derece rahatsız edici, aşırı uçlardaki politik görüşler. Sayfa bir anda karışıyor herkes birbirine giriyor. İnanç, kul ile Tanrı arasında, kimseyi ilgilendirmez. Yol, kişiye özel, ister Kur'an, ister İncil, ister Tevrat. Kur'an'dan hadisler, İncilden bablar, gözü yaşlı-başı bağlı çocuk resimleri eşliğinde sunuluyor. Bu paylaşımlardan da nefret ediyorum, beni doğru yola sen mi getireceksin? Kim verdi sana Allah'la arama girme yetkisini? Hangi rütbene dayanarak aracı olmaya kalkıyorsun? Bunu yapıyorsan zaten inancın yok ki senin!

5. İki kişinin güya çakılmayan paslaşmaları. Sadece onlar anlıyor biz salağız ya! Yapmayın, madem bu kadar gizli, facebookta ne işiniz var, özele mesaj atın yahu!

6. Arkadaş sayısında rekor kırmaya çalışanlar. Kaçıyla görüşüyorsun? Haftada bir dürtmek için beni listene aldıysan sil gitsin..!

7. Bir de ne yazdığı anlaşılmayan, chat dili dedikleri, sesli harflerin yutulup Türkçenin darmaduman edildiği paylaşımlar. Ya siz okulda hiç Türkçe dersi almadınız mı? Kendi dilini güzel kullanamayan, düşüncelerini nasıl anlatır, nasıl anlaşılmayı bekler? Sizi anlamıyorum, anlamayı da red ediyorum. Doğru düzgün Türkçe kullanana kadar! Mümkünse ayrı yazılan de/da ve soru eklerine de özen gösterin, yoksa gerçekten anlam karışıyor!

Şimdilik bu kadar sevgili okur. Aklıma geldikçe eklerim, senin de ekleyeceklerin varsa alttaki 'yorum' boşluğuna yazıver, biz de öğrenelim. Ha, katılmadığın varsa onu da yaz, eleştiriden korkan eleştiren gibi olsun:))

5 Temmuz 2011 Salı

Yaşlı Adam Sendromu



Bu yazıyı yazmak bu güne kısmetmiş. Çok bilen yazarınız iş başında yine. Gündemdeki yaşlı adam-genç kadın ve yıkılan bir yuva trajedisinden beslenen bir yazıdır bu okuyacağınız. Ama sanmayın ki sadece kaynak gündemdeki evlilik, ne yazık ki, çevremde de gerçekleşen bir yığın olay var. Duramadım artık ve yazıyorum.
Her şeyden önce daha önceki yazılarımda belirtmiştim, yaşlı adamın tecrübesinden kaynaklanan cazibesi genç kadınların aklını uçurur, çünkü kadın, yaşıtlarından asla göremez bu davranışı. Neden peki? Çünkü kadın erkeğe göre her zaman daha çabuk olgunlaşır ve yaşıtı erkekten, duygusal olarak, en az on yaş öne geçer. Küçük bir örnek vereyim, oğlumun dört yaş doğum günü partisindeyiz. Erkekler yere oturmuş ınn ınn sesleri eşliğinde araba tokuşturuyor, yaşıtları kızlar ise kenarda oturmuş ‘sen büyüyünce kiminle evleneceksin’ sohbeti yapıyor. Yerde oturmuş, hiçbir şeyden habersiz, ağızları açık araba tokuşturan erkekleri paylaşıyorlar. O gün, bu manzara beynime kazındı. Daha erkekler burnunun yerinden emin değilken, kadın doğan minicik kızlar gelecek için plan yapıyorlar. Bu durumda, hangi kadın yaşıtı erkeği yeterince olgun bulabilir ki? Pek azı. Doğal olarak kendinden biraz daha yaşlı erkeği tercih eder, sadece daha iyi anlaşabilmek için. 3-5 yaş zaten kabul gören bir fark. Peki 25-30 yaş ne oluyor?
İşte ona biz çok oluyor diyebiliriz. Sanki koca değil de baba arayan bir küçük kızın tercihidir bu. Baba şefkati, ilgisi ve sıcaklığı görmemiş kadının içinde her zaman küçücük bir kız çocuğu kalır ve sevgiyi, güveni arar. Bulduğunda da aşık olduğunu zanneder. Hâlbuki küçüklüğünde karşılayamadığı baba ihtiyacıdır sadece hissettiği. Ama bunu anlaması zaten imkânsızdır. Yaşamadan anlayamaz. Ne zamanki bu ihtiyaç biter ve genç bir adamın vücudu çekici gelmeye başlar, işte o zaman çalar alarm zilleri. Kadın kendini kurtarır da, adamın bu kadın uğruna terk ettiği tüm değerleri yeniden hesapladığı gündür o. Sonuç olarak, hiçbir kadın kaybetmez, tek kaybeden erkektir. Şefkat için, baba özlemi için, sadece daha iyi bir maddi hayat için tercih edilen yaşlı erkeklerin,ruh subyancılarının pişman oldukları gün, daha genç bir erkekle aldatıldıklarını öğrendikleri gündür. Ne yapalım, onlar da beraber yaşadıkları o üç kısa günün hatırasıyla geçirsinler kalan zamanlarını. Ne de olsa kelebeğin ömrü bir koca gündür) !

27 Haziran 2011 Pazartesi

Neden Evli Erkekler Tercih Edilir?


Hepiniz merak etmişsinizdir, nedir bu bekar kadınların evli erkek merakı? Aslında bu olayı yaşa göre incelemek gerekir. Şayet böyle bir ilişkiyi seçen bayan yirmili yaşların başındaysa, asla bu yazıya konu olamayacaktır ve burada nedenleri tartışılmayacaktır. Bu kızımızın bu tarz bir ilişkiyi seçmesi, psikolog ve sosyologlar tarafından incelenmelidir zaten. Benim farklı bir bakış açısı getirmek istediğim grup, otuzlu yaşlarındaki bekar kadınlar. En hoş, en cazip dönem olan otuzlu yaşlarda, bayanların evli erkeklerle birlikte olmayı tercih etmeleri niçin?
Herşeyden önce, yirmili yaşlarını geride bırakan kadın, hala bekarsa, ciddi anlamda ümitsizliğe düşmeye başlar. Heleki bu kadın, konumuz olan akıllı kadın kriterlerine giriyorsa, karşılaştığı bir çok bekar erkeğin, ancak ikinci tercihi olacağını bilir. Etrafta bu kadar yirmilik ve de sadece eğlence arayan gencecik kızlar varken neden ciddi bir ilişki arayışına girmiş daha yaşlı bir kadın tercih edilsin ki? İşte bekar erkek bulma ümitlerini yokeden düşünce. Kendini fazlasıyla ciddi ve olgun hissetmek. Zaten otuzu geçmiş bekar erkek, bu tarz kadınlara tek bir şey düşündürür, bir ilişkiyi uzun süre götüremeyecek kadar sorumsuz insan tipi. Amacı uzun soluklu bir ilişki olan kadın, bu sorumsuz erkeği eleyecek ve sorumluluklarını bilen birini tercih edecektir. Pekiyi, kim bu erkek? İş yerinde tanıdığı, en az on yıllık evli, evini hergün en az iki kere arayan, her akşam evine doğruca giden, çocuklarının resimlerini masasına koyan adam. Böyle bir adamı haketmek için ne yapmıştır rakip kadın? Muhtemelen hiç. Sadece doğru zamanda doğru adama oynamışlardır, yani çok genç yaşta ilk flörtleriyle evlenmişlerdir. Acaba başkasıyla nasıl olurdu sorusuna hayatlarında yer vermemenin ödülüdür o koca. Halbuki halen bekar olan kadının düştüğü tuzaktır bu, ya daha iyisi varsa? Öyle ya da böyle yıllarını bu tecrübeye ayırarak, yani ilk bulduğu , muhtemelen de en ciddi olan ilişkisiyle yetinmemenin bedelidir yalnızlık. Sonuçta, tip olarak da fena olmayan bu sadık ve sorumluluk sahibi adam, birden cazip bir erkek oluverir. Aslında ne dış görünüş, ne cepteki para ne de kariyer, sadakat ve sorumluluk alabilme yetisi kadar çekici ve cazip değildir. İlk üç özellik kısa süreli eğlence tarzı ilişkilerin belirleyici faktörüyken, son iki özellik, şu ünlü ‘evlenilecek adam’ tipini çizer. Ve akıllı kadınlar her zaman ayırımı çok iyi yaparlar. Sadece burada problem, her zaman aranılan ilişkiye uygun adamların ortalıkta olmamasıdır. Çünkü evlenilecek adamlar erkenden kapılmış, defolu olanlar bekar kalmıştır. İşte evli erkek cazibesi bu gerçekte yatar. Kadın, bu adamı değil, bu adamın yaşattığı ilişkiyi ister. Halbuki adam bunu zaten karısına bahşetmiştir. Onun aradığı sadece eğlencedir. İşte akıllı kadının aklının durduğu nokta budur. Bir süre sonra ilişkilerinin hiç de hayal ettiği gibi yani adamın karısıyla yaşadığı gibi olmadığını görünce anlamaya başlar. İşte o zaman da öteki kadın sendromu ortaya çıkar. Onu boşa, beni al. Çünkü kadın sadece adamı değil, evlilik ilişkisiyle bir paket olarak istiyor. İyi de, adamın zaten sevdiği bir karısı var, neden ufak bir eğlence için düzenini bozsun? Sonuç, adam karısını tercih eder, akıllı kadın terkedilip, iyice umutsuzluğa düşerek yalnızlığına yollanır. Peki bu olayda akıl nerde? Hani kadın akıllıydı? Kadın akıllı olmasaydı, bu kadar indirek yollardan adam seçmez, gönlünü dinlerdi. Sonuç olarak akıllı kadının doğru seçim yapacağı konusunda bir iddiam yok. Tam tersine, bu işin ters orantılı olduğuna inanıyorum. Ne kadar akıldan uzak seçim yapılıyorsa, o kadar ( farkında olmadan) başarılı bir ilişki kuruluyor. Çünkü neticede birliktelikler ince hesap işi değil, yürekten gelen sevgi işi olmalı. Yoksa nasıl olur da yıllarca aynı adamın kokmuş çoraplarını ' aşkımın mis kokusu ' diye yıkayabilirsiniz ki? Hesapsız kitapsız sevgiler dileğimle!!

Uncharted 3 Beta-Online Multiplayer 28 Haziranda Açılıyor!


Sevgili okur, beni artık tanıdın, biliyorsun ki, PS3 oyuncusuyum. Oyunları takip eder, akşamları da arkadaşlarımla (ki biz bunlara sanal ortamda KLAN diyoruz)partiler yapar, beraber diğer takımlara karşı savaşırız. En çok oynadığımız oyun da ünlü Naughty Dog'un yarattığı Uncharted serisi. Single'i bitirdikten sonra online'da beraberce paylaştığımız Multiplayer seçeneği tam tamına 2 yıldır bizi bir arada tutuyor klan olarak. Haliyle sıkıldık biraz, sonuçta iki yıldır aynı senaryo, aynı haritalar, ve derken UC3'ün 11.11.2011 de çıkacağını duyurdu Naughty Dog. Tekrar bir heyecanla sarıldık oyuna, ve geçen aylarda Naughty Dog UC3'ün BETAsını onlineda açacağını duyurdu. Tarih ise dün tam olarak verildi, 28 Haziran 2011 PLUS üyeler ve İnfamous2 oyuncularını, 4-13 temmuz herkes. Böyle anlarda bir saat bile çok önemli gelir hardcore oyunculara. O yüzden hepsinin zaten bir yurtdışı accountu, buna bağlı olarak da Pus üyeliği mevcuttur( TR PSNde plus üyelik halen yok ne yazıkki). Zaten tüm 21 Mayıs öncesi açılmış yabancı accountlar welcomeback paketiyle 1 aylık plus üyeliği kazanmıştı, sonuç olarak bizler 28 Haziranda Betanın başında olacağız. Bu arada Store'a ne zaman düşecek daha açıklanmamakla beraber, ciddi bir yoğunluk olacağından hepimizi zorlu ve stresli bir download bekliyor olacak. Peki Betada neler var?
Haritalar; Şato,Havaalanı ve Yemen haritalarında oynayabiliyoruz.
Senaryolar; Death Match (5 vs 5), three team DM ( 2 vs 2 vs 2),Plunder, Free for all.
3 çeşit Co-Op var. Co-Op arena,Co-op Hunter,Co-op Adventure.
Detaylı bilgiler işte bu linkte:
http://www.naughtydog.com/site/post/uncharted_3_multiplayer_beta_details/
Sakın kaçırmayın, okuyun ve eğlencemize katılın............

23 Haziran 2011 Perşembe

Beni Asla Bırakma - İnsan yedek parçalarının isyanı



Sadece bir yedek parça olsaydınız, yaratılış amacı, bir gün organ bağışı yapmak olan bir klon olsaydınız nasıl bir yaşamınız olurdu? Arkadaşlıklarınız, duygusal hayatınız, yetiştirilişiniz, size nasıl bakıldığı, hepsi ama hepsi işte bu kitabın konusu aslında. Japon yazar Kazuo Ishiguro, böyle bir topluluk hayal etmiş ve bir klonun ağzından (Kathy h.) bizlere aktarmış. İzole ve geçmişleri olmayan, öğretmenler değil ama gözetmenler tarafından eğitilen, gelecekleri ve kim oldukları açıklanmadığı için sürekli öğrenmek, yaratmak isteyen bir topluluk bu. Üremeleri imkansız olduğu için seksin yasaklanmadığı, ama çoğunlukla aşağılayıcı bakışların odak noktası olduğu insanlar.
Kathy H. bakıcısı olduğu eski iki en iyi arkadaşı sayesinde geçmişine dönüyor. Yetiştirildikleri yer, gözetmenleri, sır gibi saklanan kökenleri, yine asla söz edilmeyen gelecekleriyle tekrar yüzleşiyor. Bağışçı olan Ruth ve Tommy ile bakıcılıklarını üstlenen Kath'nin, normal yaşamak için ruhlarının olduğunu ispat etmesi yeterli olacak mı? Yaratıcılık ve aşk, ruhun bir kanıtı mı? Ve bu yoldan bir dönüş olabilir mi?
Klonların, insanların yedek parçalarıymış gibi görülmeleri, değerli organları koruyan kaplarmış gibi muamele edilmeleri, ve bağışların sonunda gerçekleşen ölümlerin ve vücutların, boş kaplarmışçasına yok edilmeleri, belki de bir toplumun şiddet boyutunda gelebileceği en merhametsiz nokta.Daha bir çocuk olan klonların sadece dış dünyadan değil, aileden, sevgiden, geçmiş ve gelecekten uzak tutulmaları, iğrenç ve zavallı yaratıklarmış gibi davranılmaları işte bu gizli şiddetin, merhametsizliğin bir göstergesi. Bunu olması gereken olarak kabul eden Kathy ve arkadaşlarının kaderlerine boyun eğişleri.
Duygulanarak okudum, özellikle de modellerini, hayallerini süsleyen kişilerde aramaları beni çok ama çok etkildi. Halbuki seslendirilmese bile hepsi biliyordu ki, istenmeyen insanların dölleriydiler, fahişelerin, bağımlıların, kimsesizlerin. Onları aramayacak, umursamayacak, var olduklarını dahi bilmeyecek kişilerin.
Beni Asla Bırakma, ismi sebebiyle bir aşk romanını çağrıştırmasına rağmen, bir tür bilim-kurgu, ama insan ruhunu derinden inceleyen bir analiz. Hani derler ya içinde aşk var ölüm var, şiddet var, işte tam öyle bir roman. Ama şiddet kanlı değil, çok sinsi ve sessiz. Sadece içinize işlediği için anlıyorsunuz, kelimelerde değil, duygularda, satır aralarında gizli. Ve kitap bittiğinde boğazınızdaki düğümden fark ediyorsunuz aslında ne kadar etkilendiğinizi.  İnsan ikiyüzlülüğünün bir resmi sanki. Şayet klonları insan gibi görmezsek, onların bizim için öldürülmelerini de kabul edebiliriz, tıpkı hayvanlar gibi. Bir klonun hayatı insanla nasıl eşit olabilir ki?
En iyi 100 İngiliz romanı içine girmeyi başarmış, kendini ispat etmiş. Eh konusunu da aşağı yukarı öğrendiniz yukarda, ne duruyorsunuz, hemen okuyun, girin o dünyaya. Benim gibi Asla Bırakamayacaksınız!