Hürriyet

>

27 Haziran 2011 Pazartesi

Neden Evli Erkekler Tercih Edilir?


Hepiniz merak etmişsinizdir, nedir bu bekar kadınların evli erkek merakı? Aslında bu olayı yaşa göre incelemek gerekir. Şayet böyle bir ilişkiyi seçen bayan yirmili yaşların başındaysa, asla bu yazıya konu olamayacaktır ve burada nedenleri tartışılmayacaktır. Bu kızımızın bu tarz bir ilişkiyi seçmesi, psikolog ve sosyologlar tarafından incelenmelidir zaten. Benim farklı bir bakış açısı getirmek istediğim grup, otuzlu yaşlarındaki bekar kadınlar. En hoş, en cazip dönem olan otuzlu yaşlarda, bayanların evli erkeklerle birlikte olmayı tercih etmeleri niçin?
Herşeyden önce, yirmili yaşlarını geride bırakan kadın, hala bekarsa, ciddi anlamda ümitsizliğe düşmeye başlar. Heleki bu kadın, konumuz olan akıllı kadın kriterlerine giriyorsa, karşılaştığı bir çok bekar erkeğin, ancak ikinci tercihi olacağını bilir. Etrafta bu kadar yirmilik ve de sadece eğlence arayan gencecik kızlar varken neden ciddi bir ilişki arayışına girmiş daha yaşlı bir kadın tercih edilsin ki? İşte bekar erkek bulma ümitlerini yokeden düşünce. Kendini fazlasıyla ciddi ve olgun hissetmek. Zaten otuzu geçmiş bekar erkek, bu tarz kadınlara tek bir şey düşündürür, bir ilişkiyi uzun süre götüremeyecek kadar sorumsuz insan tipi. Amacı uzun soluklu bir ilişki olan kadın, bu sorumsuz erkeği eleyecek ve sorumluluklarını bilen birini tercih edecektir. Pekiyi, kim bu erkek? İş yerinde tanıdığı, en az on yıllık evli, evini hergün en az iki kere arayan, her akşam evine doğruca giden, çocuklarının resimlerini masasına koyan adam. Böyle bir adamı haketmek için ne yapmıştır rakip kadın? Muhtemelen hiç. Sadece doğru zamanda doğru adama oynamışlardır, yani çok genç yaşta ilk flörtleriyle evlenmişlerdir. Acaba başkasıyla nasıl olurdu sorusuna hayatlarında yer vermemenin ödülüdür o koca. Halbuki halen bekar olan kadının düştüğü tuzaktır bu, ya daha iyisi varsa? Öyle ya da böyle yıllarını bu tecrübeye ayırarak, yani ilk bulduğu , muhtemelen de en ciddi olan ilişkisiyle yetinmemenin bedelidir yalnızlık. Sonuçta, tip olarak da fena olmayan bu sadık ve sorumluluk sahibi adam, birden cazip bir erkek oluverir. Aslında ne dış görünüş, ne cepteki para ne de kariyer, sadakat ve sorumluluk alabilme yetisi kadar çekici ve cazip değildir. İlk üç özellik kısa süreli eğlence tarzı ilişkilerin belirleyici faktörüyken, son iki özellik, şu ünlü ‘evlenilecek adam’ tipini çizer. Ve akıllı kadınlar her zaman ayırımı çok iyi yaparlar. Sadece burada problem, her zaman aranılan ilişkiye uygun adamların ortalıkta olmamasıdır. Çünkü evlenilecek adamlar erkenden kapılmış, defolu olanlar bekar kalmıştır. İşte evli erkek cazibesi bu gerçekte yatar. Kadın, bu adamı değil, bu adamın yaşattığı ilişkiyi ister. Halbuki adam bunu zaten karısına bahşetmiştir. Onun aradığı sadece eğlencedir. İşte akıllı kadının aklının durduğu nokta budur. Bir süre sonra ilişkilerinin hiç de hayal ettiği gibi yani adamın karısıyla yaşadığı gibi olmadığını görünce anlamaya başlar. İşte o zaman da öteki kadın sendromu ortaya çıkar. Onu boşa, beni al. Çünkü kadın sadece adamı değil, evlilik ilişkisiyle bir paket olarak istiyor. İyi de, adamın zaten sevdiği bir karısı var, neden ufak bir eğlence için düzenini bozsun? Sonuç, adam karısını tercih eder, akıllı kadın terkedilip, iyice umutsuzluğa düşerek yalnızlığına yollanır. Peki bu olayda akıl nerde? Hani kadın akıllıydı? Kadın akıllı olmasaydı, bu kadar indirek yollardan adam seçmez, gönlünü dinlerdi. Sonuç olarak akıllı kadının doğru seçim yapacağı konusunda bir iddiam yok. Tam tersine, bu işin ters orantılı olduğuna inanıyorum. Ne kadar akıldan uzak seçim yapılıyorsa, o kadar ( farkında olmadan) başarılı bir ilişki kuruluyor. Çünkü neticede birliktelikler ince hesap işi değil, yürekten gelen sevgi işi olmalı. Yoksa nasıl olur da yıllarca aynı adamın kokmuş çoraplarını ' aşkımın mis kokusu ' diye yıkayabilirsiniz ki? Hesapsız kitapsız sevgiler dileğimle!!

Uncharted 3 Beta-Online Multiplayer 28 Haziranda Açılıyor!


Sevgili okur, beni artık tanıdın, biliyorsun ki, PS3 oyuncusuyum. Oyunları takip eder, akşamları da arkadaşlarımla (ki biz bunlara sanal ortamda KLAN diyoruz)partiler yapar, beraber diğer takımlara karşı savaşırız. En çok oynadığımız oyun da ünlü Naughty Dog'un yarattığı Uncharted serisi. Single'i bitirdikten sonra online'da beraberce paylaştığımız Multiplayer seçeneği tam tamına 2 yıldır bizi bir arada tutuyor klan olarak. Haliyle sıkıldık biraz, sonuçta iki yıldır aynı senaryo, aynı haritalar, ve derken UC3'ün 11.11.2011 de çıkacağını duyurdu Naughty Dog. Tekrar bir heyecanla sarıldık oyuna, ve geçen aylarda Naughty Dog UC3'ün BETAsını onlineda açacağını duyurdu. Tarih ise dün tam olarak verildi, 28 Haziran 2011 PLUS üyeler ve İnfamous2 oyuncularını, 4-13 temmuz herkes. Böyle anlarda bir saat bile çok önemli gelir hardcore oyunculara. O yüzden hepsinin zaten bir yurtdışı accountu, buna bağlı olarak da Pus üyeliği mevcuttur( TR PSNde plus üyelik halen yok ne yazıkki). Zaten tüm 21 Mayıs öncesi açılmış yabancı accountlar welcomeback paketiyle 1 aylık plus üyeliği kazanmıştı, sonuç olarak bizler 28 Haziranda Betanın başında olacağız. Bu arada Store'a ne zaman düşecek daha açıklanmamakla beraber, ciddi bir yoğunluk olacağından hepimizi zorlu ve stresli bir download bekliyor olacak. Peki Betada neler var?
Haritalar; Şato,Havaalanı ve Yemen haritalarında oynayabiliyoruz.
Senaryolar; Death Match (5 vs 5), three team DM ( 2 vs 2 vs 2),Plunder, Free for all.
3 çeşit Co-Op var. Co-Op arena,Co-op Hunter,Co-op Adventure.
Detaylı bilgiler işte bu linkte:
http://www.naughtydog.com/site/post/uncharted_3_multiplayer_beta_details/
Sakın kaçırmayın, okuyun ve eğlencemize katılın............

23 Haziran 2011 Perşembe

Beni Asla Bırakma - İnsan yedek parçalarının isyanı



Sadece bir yedek parça olsaydınız, yaratılış amacı, bir gün organ bağışı yapmak olan bir klon olsaydınız nasıl bir yaşamınız olurdu? Arkadaşlıklarınız, duygusal hayatınız, yetiştirilişiniz, size nasıl bakıldığı, hepsi ama hepsi işte bu kitabın konusu aslında. Japon yazar Kazuo Ishiguro, böyle bir topluluk hayal etmiş ve bir klonun ağzından (Kathy h.) bizlere aktarmış. İzole ve geçmişleri olmayan, öğretmenler değil ama gözetmenler tarafından eğitilen, gelecekleri ve kim oldukları açıklanmadığı için sürekli öğrenmek, yaratmak isteyen bir topluluk bu. Üremeleri imkansız olduğu için seksin yasaklanmadığı, ama çoğunlukla aşağılayıcı bakışların odak noktası olduğu insanlar.
Kathy H. bakıcısı olduğu eski iki en iyi arkadaşı sayesinde geçmişine dönüyor. Yetiştirildikleri yer, gözetmenleri, sır gibi saklanan kökenleri, yine asla söz edilmeyen gelecekleriyle tekrar yüzleşiyor. Bağışçı olan Ruth ve Tommy ile bakıcılıklarını üstlenen Kath'nin, normal yaşamak için ruhlarının olduğunu ispat etmesi yeterli olacak mı? Yaratıcılık ve aşk, ruhun bir kanıtı mı? Ve bu yoldan bir dönüş olabilir mi?
Klonların, insanların yedek parçalarıymış gibi görülmeleri, değerli organları koruyan kaplarmış gibi muamele edilmeleri, ve bağışların sonunda gerçekleşen ölümlerin ve vücutların, boş kaplarmışçasına yok edilmeleri, belki de bir toplumun şiddet boyutunda gelebileceği en merhametsiz nokta.Daha bir çocuk olan klonların sadece dış dünyadan değil, aileden, sevgiden, geçmiş ve gelecekten uzak tutulmaları, iğrenç ve zavallı yaratıklarmış gibi davranılmaları işte bu gizli şiddetin, merhametsizliğin bir göstergesi. Bunu olması gereken olarak kabul eden Kathy ve arkadaşlarının kaderlerine boyun eğişleri.
Duygulanarak okudum, özellikle de modellerini, hayallerini süsleyen kişilerde aramaları beni çok ama çok etkildi. Halbuki seslendirilmese bile hepsi biliyordu ki, istenmeyen insanların dölleriydiler, fahişelerin, bağımlıların, kimsesizlerin. Onları aramayacak, umursamayacak, var olduklarını dahi bilmeyecek kişilerin.
Beni Asla Bırakma, ismi sebebiyle bir aşk romanını çağrıştırmasına rağmen, bir tür bilim-kurgu, ama insan ruhunu derinden inceleyen bir analiz. Hani derler ya içinde aşk var ölüm var, şiddet var, işte tam öyle bir roman. Ama şiddet kanlı değil, çok sinsi ve sessiz. Sadece içinize işlediği için anlıyorsunuz, kelimelerde değil, duygularda, satır aralarında gizli. Ve kitap bittiğinde boğazınızdaki düğümden fark ediyorsunuz aslında ne kadar etkilendiğinizi.  İnsan ikiyüzlülüğünün bir resmi sanki. Şayet klonları insan gibi görmezsek, onların bizim için öldürülmelerini de kabul edebiliriz, tıpkı hayvanlar gibi. Bir klonun hayatı insanla nasıl eşit olabilir ki?
En iyi 100 İngiliz romanı içine girmeyi başarmış, kendini ispat etmiş. Eh konusunu da aşağı yukarı öğrendiniz yukarda, ne duruyorsunuz, hemen okuyun, girin o dünyaya. Benim gibi Asla Bırakamayacaksınız!

17 Haziran 2011 Cuma

Ölüm Pornosu- Müstehcenlikten Hüküm Giymiş Bir Roman



Mahkumiyet kime verilir? Suçu ispat edilmişlere. Peki bir kitap ne gibi bir suç işleyebilir ve mahkum edilir toplatılmaya? Geçen ay aldığım kitabı işte bu sorularla daha büyük bir ilgiyle okudum. Sebebi de hakkında çıkarılan toplatılma kararıydı. Çevirmenin dahi 6 saat gözaltına alındığı düşünülürse yazarının müebbet yatması gerekiyordu heralde. Peki ne yapmıştı bu adam? Ne yazmış olabilirdi bu kadar suç unsuru, insanları kötü etkileyecek?
Chuck Pallahniuk karanlık bir yazar, mevcut düzene ve kurallara karşı çıkan bir hayalperest. Ünlü öyküsü Dövüş Klübü'nden de belli değil mi zaten? Bu kitabında da porno endüstrisinin en karanlık detaylarında gezdiriyor bizi. Açıkçası dilinin yalınlığı ve açıklığı, doğal olarak konusundan kaynaklanan ahlaksız detayları rahatsız edebilir kimi okuru. Ama amaç da tam olarak budur zaten. Bu kadar büyük paralar dönen, milyarlara ulaşan, kanıksanmış bir endüstri kolunun görünmeyen yüzünü, insani tarafımızın asla kabul edemeyeceği gerçeklerini yüzümüze vurmak, iki yüzlülüğümüzü bize ispatlamak.
Konu, ünlü bir porno yıldızının son eseri olarak bir dünya rekorunu filme kaydetme çabası. Bu rekor belli bir süre içinde 600 erkekle cinsel ilişkiye girmek. Öyküyü bu 600 erkek arasındaki 72, 137 ve 600 numaralı adaylardan, bir de yıldızın asistanından dinliyoruz. Kitap ilerledikçe, karşınıza çıkan olaylar sizi buraya neden gelindi sorusunun yanıtına götürüyor. Son bölüme kadar suratınıza sağdan beklediğiniz tokat ise solunuzdan çarpıyor ve kapağı kapattığınızda kafanızın karmakarışık olmasından duyduğunuz hazla detaylara geri dönmek istiyorsunuz. Sadece porno sektörünün iğrenç yüzünü değil, tanınmış bir çok Hollywood yıldızının bilinmeyen gerçeklerini de anlatan bu kitap, hayallerin kabusa dönüştüğü andan çekinmeyenler için.
Niyetiniz varsa hemen alın, yoksa bulamayabilirsiniz, hayalgücümüzün bile müstehcenliğinin sorgulandığı bir devirdeyiz çünkü!
İyi okumalar....

15 Haziran 2011 Çarşamba

İmdat Doğuruyorum!


Eşim;
-Komik bir şeyler yazmak mı istiyorsun? Yaz o zaman doğumunu, lohusalığını, dedi.
-Ama o dönem ben komik değildim ki, sadece mantıksızdım, diyebildim. Haklıydı aslında.
Doktorum, normal doğuma beni ikna etmeye çalışırken, aklımdan tek geçen düşünce, tuvalet penceresinden eve sokulmaya çalışılan piyano görüntüsüydü. O küçücük yerden nasıl hasarsız, ziyansız geçer piyano, aklım almıyor. O durumda piyano, pencereden daha kıymetli olduğu için, zarar gelmesin diye kırıverecekler pencereyi hafiften. Ama o benim pencerem ve kırdırmak istemiyorum. Ben daha kullanacağım o pencereyi bir kere. Hem ne malum tamir ettiklerinde eskisi gibi olacağı? Tabi, oturduğunuz yerden kolay başkasının penceresini kırmak. Kolaysa evinizi ayakta tutan sütununuza bir çentik attırıverin doktor bey.
-Ama isterseniz daha önce sezaryen de olabilir, minik annelerin bebekleri de miniktir, doğanın kanunu, içiniz rahat etsin. Zümrüt Hanım?
-Buyurun?
Aklımdan geçenleri Allahtan duymuyor. Ne saçma bir laf, minik annenin minik bebeği. Siz bu minik annenin kocasını gördünüz mü? 1.90 ‘a 96 kglık bir dev. Ya oğlum babasına çekerse? Hangi doğa, bir kanişle bir St. Bernardın çiftleşmesine izin vermiş de kanunlarını buna göre düzenlemiş? Sanki biz çok doğalız da kanunlarını uygulayacağız. Geçiniz efendim, bizim bina yapısal olarak zaten küçük, penceresi de ona göre tabi, piyano babasına çekerse, gitti bizim pencere....
-Mümkünse ben sezaryen tercih edeceğim.
Deli mi ne, normal falan doğurmam ben.
-Ama doğal yolu denesek, yapısal olarak bir kusurunuz yok, hem doğum esnasında acı çekmenizi engelleyecek hormonlar da iş başı yapacak korkmayın.
Benim değil, kocamın yapısal bir kusuru var doktor bey, adam iri ve bebek ona çekecek diye ödüm patlıyor. Zaten içerde şimdiden yer kalmadı, ayakları ağzımdan çıkacak az sonra, hala normal diyor. O acısız masalını da başkasına yuttur sen. Doğum odasından gelen o çığlıklar, hayatlarının en büyük orgazmını yaşayan kadın sesleri değil. Bal gibi canları yanıyor. Kolay mı pencereyi açmak...
-Ben yine de sezaryen diyorum, biraz ürküyorum da.
Ne diyeyim adama şimdi, piyano fantezisinden bahis açacak değilim ya. Beni aklı başında biriymişim gibi almış karşısına konuşuyor. Hâlbuki hormonlar fora, bende ne akıl kaldı ne mantık. Evde fırtınalar estiriyorum, terör yağdırıyorum. İşten artık sen gelme dediler, saçmalıyormuşum çünkü. En son kalemim kırıldı diye bir saat ağlamıştım işte. Ota boka ağlıyorum zaten. Gözyaşlarıma bir anlam katabilmek için Türk filmlerine takılır oldum. Hiç olmazsa kocama, işte bu yüzden gözlerim sulandı diyebilirim. Hâlbuki alakası yok, sadece hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum. Temizlikçim her hafta beni terk edip, gözyaşları içinde özürler dileyince işine geri dönüyor. İlişkimiz son derece laçkalaşıp yüz göz oldu. Yemek kokularına tahammülüm olmadığı için yemek işini kocama bıraktım. Adamcağız işten gelip, önce alış-veriş yapıyor, sonra da yemek. Tabi arkasından bulaşık da günün bonusu. Tek yaptığım sırtüstü yatmaya çalışmak. Lanet olsun, onu bile yapamıyorum ki, deli gibi tekmelenip hırpalanıyorum içerden. Mideme poposunu dayayan oğlum, ayaklarıyla karaciğerimi tekmelerken, kafa attığı kasıklarım deliler gibi acıyor. Tüm ağırlığıyla sidik torbamın üstünde ikamet ettiği için damla içsem tuvalete zor yetişiyorum. Hadi yetiştim, işeyebiliyor muyum sanki? İçerde var bir ton çiş, ben yapıyorum iki damla. Dediklerine göre basınç yüzünden hep çişim var gibi hissediyormuşum, aslında yokmuş. Ne olmadığı değil, benim ne hissettiğim önemli kardeşim, hep yumurta kapıda geziyorum hissinden bıktım. Geceleri kâbus oldu. Ne sağa dönebiliyorum, ne de sola. Sırt üstü hiç yatılmıyor, tanrım ben at gibi ayakta uyumak istiyorum. Asın beni tavana, ayakta sallana sallana uyuyayım.
-O zaman uygun günü kararlaştıralım, madem kararlısınız. Size hangi gün uyar?
Derhal, olmazsa en geç yarın. Kurtarın bu işkenceden beni. Çişim olmadan yürümek, sırtüstü yatmak istiyorum, uyumak istiyorum. Zaten artık karnım patlamak üzere. Siz almazsanız o fırlayacak, Alien...
-Bebek için en uygun zaman benim için de uygun olur.
Tanrım ne zırvalıyorum ben, daha doğurmadan başladı analık içgüdüsü. Kızım, bir an önce kurtul şu bebekten, kendini düşün, zaten doğduktan sonra sırf onu düşüneceksin.
-İki hafta daha bekleyelim. Ne kadar içerde kalırsa bebek için o kadar iyi olur.
Kahretsin, iki hafta mı? Yuhh. Peki ya ben ne olacağım! İki hafta daha mı çekicem bunu? Şafak ondört. Hangi plakaya denk geliyor bu ondört? Neyse, saçmalamayı kes ve doktoru ikna et. Öleceksin uykusuzluktan.
-Peki, bebek için en iyisi olsun da.
Tamam, delirdim biliyorum, iki haftayı kabul ettim. Ama sakin olalım, doktoru sezaryene ikna ettim ki, en önemlisi bu. Pencereyi kurtardık gözüküyor. Gerçi kaportayı çizdiriyoruz bu durumda ama olsun. Umalım da bu iki hafta içinde normal doğuma dönecek acil bir duruma düşmeyelim.
-Anlaştık o zaman, detayları konuşuruz, bebeğe iyi bakın,
-Hoşça kalın, doktor bey, teşekkürler...

Neden Sıska Olmak İster ki İnsan?



Neden sıska olmak ister ki insan? Ne zoru vardır bir kaç kilo fazlasından? Bir kaçtan da fazla olsa kilolar, hayat mı durur? Asıl ne zaman durur bilir misiniz hayat? O sağdan soldan çıkmasına bayıldığınız kemiklerinizin batmaya başlamasıyla... Önce nolur zayıflayayım dersiniz, sonra daha ileriye gidip lütfen sıska olayım diye yalvarmaya başlarsınız ve derken son noktayı koyarsınız, kemiklerim çıksın istiyorummm. İşte burda artık tedaviye ihtiyacınız var demektir, çünkü inanın kemiklerin deriden fırlaması, ne fikren ne de bedenen sağlıklı bir sondur. Bir kere fikren sağlıklı bir insan, deriden fırlayan kemiklerle hayatın ne kadar zorlaştığını iyi bilir. Nerden mi biliyorum, kendimden tabi ki. Herşeyden önce giydikleriniz üstünüze asla yakışmaz, sarkar adeta. Giydiğiniz bedenin rakamı küçüldükçe, modeller de çirkinleşmeye başlar, en sonunda çocuk reyonlarına kadar düşersiniz. Üstünüze oldu diye sevindiğiniz pantalonunuzda ya bir kelebek vardır ya da bir miki mouse. Ne de olsa sizin sadece 11 yaşınızda bu kiloda olmanız gerekiyordu. Aileniz sizi, az gelişmiş çocuk kilosundaki kızım diye sevmeye başlar. Gece yattığınızda sağa ya da sola dönemezsiniz çünkü kalça kemikleriniz batar, canınız yanar. Sert zeminlere uzun süre oturamazsınız, kuru poponuz kuyruk sokumunuzu koruyamaz, can acısıyla kalkarsınız. Hele şu plajlarda iskelenin üstüne havlu atıp güneşlenmeye çalışmak yok mu, öldürür insanı. Tüm arkadaşlarınız yayılmış, keyifle yatıyor. Size ise o sert zeminde rahat yok, çünkü yastık niyetine kullanılacak gram yağınız yok. Sofra, artık bir eğlence yeri değil, bir işkence mekanıdır. Kimse kendi tabağına bakmaz, çünkü gözleri sizin yediklerinizdedir. Lokmalarınız sayılırken, sizde ne iştah kalır ne afiyet. Tabağınız bittiğinde ‘ tabaktaki yemek yendiyse kızımızın neresinde, kızımız aynen duruyorsa bu yemekler nerde’ konulu sohbette bulursunuz kendinizi. Şüpheci babanız kustuğunuzdan şüphelenip arkanızdan tuvaleti dinlemeye kalkar. Halbuki tüm bunlar doğanın size bir oyunudur sadece. Bazılarımız ne yaparlarsa yapsınlar kilo alamazlar. Bunu da kendimden biliyorum. Onyedi yaşımdan beri kilom gram oynamadı. Yukarıya doğru tabi. Tartıları ben test ederim, çünkü kilom sabittir. 40 kg. Tartıda kendinizi bu kiloda gördüğünüzü hatırlıyor musunuz? Kaç yaşındaydınız, on-oniki? Ben tam onsekiz yıldır bu rakama bakıyorum. Bazen 38 görür gibi olurum, ama gözlerim karardığı için gerisini pek hatırlamam. Sıkı bir bakımdan sonra, anca iki ayda gözüm açıldığında yine tartı 40dır. Lanet gibi bir şey diyorum bazen, biri bana dediki, yediklerin yaramasın inşallah, ve artık ne yersem yiyim etki etmiyor. İnanın yediğinizde kilo almayacağınızı bildiğiniz baklava size zevk vermiyor. Onu daha da lezzetli yapan tek şey kilo alma korkusu. Bazen arkadaşlarımla tatlıcıya gideriz. Hepsi rejimdedir ve ay biz almayalım derler. Benim ısmarladığım tatlılara bakışlarına bile hayranım onların. O kadar iştahla bakarlar ki. Bir taneyi sağa sola kaçamak bakışlar fırlatarak-kim kontrol ediyorsa onları artık bilmem- bir yerler, ben on taneden inanın o kadar zevk almam. Sonuç, o zevk onlarda kilo yapıyor, bendeyse tık yok.
Sadece tatlı değil, öğünlerim de farklıdır. Günde beş öğün yemeliyim o 40 ı sabitleyebilmek için. İki öğün atlasam ibre başlar sola kaymaya. E bu stresle de yenmiyor ki. Hayatta kalmak için yediğinizde hiç de zevkli değil. Aynı rejim gibi. Mecburi yenen kereviz gibi, ben de mecburi yağlı kavurmalar, tatlılar, hamur işleri yemek zorundayım. Hadi tatlılar neyse de şu yağlı işi pek bir canımı sıkıyor. Sevemedim gitti.
Doktorlar önce doğurunca kilo alabileceğimi söylediler. Hamileliğimde 11 kilo aldım, hepsini doğurup eve döndüm. Doktorum, ‘doğumunu ben yaptırmasam asla inanmazdım doğum yaptığına dedi, iki ay sonra doğumdan. Ben de inanamadım zaten. Bari bir kilo kalsaydı, yeterki şu lanetli ibre yerinden bir kaysın. Sonra dediler ki, otuzbeşi geçince metabolizma yavaşlarmış, kilo alabilir mişim. Otuzaltı yaşımı gelecek ay dolduruyorum ve hiçbirşey değişmedi. Yimi yıl onceki pantalonlar hala oluyor ve bundan artık nefret ediyorum. Kapıya gelen satıcıların anneniz evde yok muydu sorusundan da nefret ediyorum, çünkü evin annesi benim. Neden sanki tüm anneler kelli felli olmak zorunda? Ayrıca kelli felli olma gibi bir iddiam haşa yok. Sadece üç kilo istiyorum Çok değil, üç. Yüzüm dolsun azıcık. Biraz da göbeğim olsun. Çok değil, ayva göbeği işte. Ha bir de popom olsun istiyorum Her bir poya birer kilo, şöyle dolgun bir popo. Ne tahta ama bakışı değil, vayy, iyiymişş, bakışı istiyorum o popoya. Şimdi hala ısrarcı mısınız sıska olmakta? Madem öyle ben de sizi lanetliyeyim, Stephen King’in bir romanında çingenenin yaptığı gibi. Sıskan çıksın, sıska olll..!!!!

14 Haziran 2011 Salı

Playstation- Olmalı mı yoksa olmazsa olmaz mı?



Bir çok ailenin, belli yaşa gelen çocuğu olduğunda kara kara düşündüğü bir konudur bu. Video oyunları alınmalı mı, yoksa bunlar çocuğa zararlı mı? Hele bir de çocuk tutturmuşsa, vay canına!
Açıkçası, üniversite zamanlarından beri video oyunlarına düşkünlüğümden dolayı bu çıkmaza hiç girmedim, çünkü alınan cihaz benim içindi. Fakat oğlum büyüdükçe paylaşmak zorunda kaldım. Bu çağın çocuklarını teknolojiden uzak tutmak neredeyse imkansız. İnanılmaz bir becerileri var, çabucak kavrıyorlar, hemen uyum sağlıyorlar. Herşeyden haberdar olup istiyorlar. Madem uzak tutamıyoruz o zaman görev bizlere düşüyor, belli kurallar içerisinde bu zamanları değerlendirmek. Kendimce bulduğum ve uyguladıkça da yararını gördüğüm kurallar dizisi şöyle:

1. Okunan kitap sayfa sayısı * 5 = Oyun oynama dakikası ( İnanın okudukları sayfa sayısına inanamayacaksınız).

2. Bir yetişkin eşliğinde oyun oynamak. Böylece kullanılan dil, online olunduğunda karşılaşılan partnerların kalitesi denetlenmiş olur.

3. Asla çocuğun odasına TV koymayın, hep salonda, sizin yanınızda olsun, ne izlediğini veya oynadığını görün.

4. Tüm oyunları çocuktan önce siz oynayın, böylece ne kadar şiddet içerdiğini anlayabilirsiniz. Bazı oyunlar zeka geliştirirken bazıları sadece serseri yetiştirmeye yönelik olabilir.

5. Asla çok ünlü diye bir oyunu almayın, online oyunlara yalnız başına sokmayın, unutmayın gerçek PS online oyuncularının yaş ortalaması 30+ .

6. Arkadaş listelerini denetleyin, mümkünse çocuğunuzun listesindekilerle bir kez oynayarak çocuğunuzun karşılaşacağı kişiyi tanımaya çalışın.

7. HeadSet sadece büyükler içindir, çocuklar sessizce oynayabilirler. Klavyeye de izin vermezseniz yazışma da olmaz. 12-13 yaşından evvel bu tür yazışma ve konuşmaların (yabancı biriyle) olması bana tehlikeli geliyor açıkçası.

8. Bizim evde sadece haftasonları 2 saat ile (isterse 5 kitabi devirmiş olsun) sınırlıdır. Siz kendi şartlarınıza uygun bir zaman uygulaması yapabilirsiniz.

Bu aralar önerebileceğim en keyifli oyun PSN açıldığında hediye olarak da verilen Little Big Planet. Hem single hem online co-op seçenekleriyle çocuğunuza gerçek bir eğlence yaşatır, ortaklaşa sonuca ulaşabilmek için beraberce problem çözebilmeyi öğretir. Çocuğunuzun yanından ayrılmayarak bu eğlenceye ortak olabilir, çözümlerinde de fikir beyan edebilirsiniz. Yediden yetmişe herkesi saracak bir oyun. İnanın oğlanın uymasını dört gözle bekliyorum ki, onlineda beni bekleyen benim gibi 30+ arkadaşlarımla co-op yapabileyim. Gerçi hardcore bir oyuncunun seçmesi zor tabi bu soft paketi, ama heyecanı da en az hardcore kadar var.

Madem engel olamıyoruz, bunu bir nimet haline getirmeliyiz diyorum ve herşeyin azı karar çoğu zarar diyerek yazımı noktalıyorum. Hepinize iyi oyunlar!

10 Haziran 2011 Cuma

Anonymous - Düzen sağlayan Anarşist!



Başlık, kendi içinde hata veriyor değil mi? Anarşi; belli bir düzene karşı gelme, düzensizlik ise nasıl olur da anaşist bir grup düzen sağlamaya çalışır? Aslında sadece adalet sağlamaya çalışıyorlar ve herkese eşit kaynak ulaşmasını istiyorlar diyelim. Peki kimdir bu grup? Neden son günlerde ismini bu kadar çok duyuyoruz?
Öncelikle Wikileaks olayıyla gündeme geldiler. Wikileaksin finans kaynaklarının kesilmesine karşı çıkan grup, bankalara saldırı düzenleyerek bilgi akışını kesmeye yönelik bir hareketi durdurmaya kalktılar. Çünkü en önemli sloganları bilgi herkese ulaşmalıdır oldu. Sonra Sony PSN 'e yapılan saldırıyla gündeme geldiler. Tam tamına 22 gün networkleri kapalı kalan Sony, 75 milyon kullanıcı bilgilerinin artık güvende olmadığını açıklamak zorunda kaldı ve özür diledi. Peki bunda amaç neydi? ABDli bir hacker'ın ps3 makinasına linux kurarak jb oyun oynaması, Sony'nin şikayetiyle de hapse atılmasıydı. Çünkü ps3'ün en büyük sloganı bizi kimse kıramazdı. Ama biri kırmıştı işte. Anonymous denilen, aslında birbirini tanımayan, ulusu, dini, ırkı olmayan ve sadece internetle bir araya gelen bu grup Sony'nin bu davranışını etik bulmadı ve saldırıya geçti. Evine aldığın makinayla istediğini yaparsın, değil mi?
Koskoca Sony'e korkunç bir ay yaşatan, hisselerinin değer kaybetmesine sebep olan bu anonim grup, şimdi de Türkiye'deki internet sansürüne el atmaya karar verdi. Operationturkey ismini verdikleri eylemin amaç ve sloganı yine aynı; bilgi herkesin malıdır, ulaşılmasına engel olunamaz. 22 Agustos itibariyle yeni uygulanacak kurallar doğrultusunda, satılan paketler bir takım süzgeçlere sahip olacak. Bu da bazı sitelere erişimi engelleyecek. Sınırsız paketlere sahip olanlar ise (ki böyle bir paket yok, az sınırlı paket var), kayıt altında tutulacak. Bu ne demek? BıG BROTHER WATCHING YOU! Her şeyiniz kayıt altında, izleniyor demek olacak. Zevkleriniz, fikirleriniz, aklınızın içi, devletin gözetiminde olacak. Peki ya beğenmezse? Cezai yaptırımı var mı? Neden olmasın? Ona da sıra gelir elbet. Daha yeni toplamadılar mı Chuck Pallahniuk'ın romanı Ölüm Pornosunu müstehcen diye? Çevirmenini 6 saat sorgulayan zihniyet, yazarını da haydi haydi mahkum eder.
Hayalgücünüzün müstehcen serbestliği ve enginliği devletimizin ahlak anlayışına zarar vermektedir, vatandaşlarımızı bu muzur neşriyattan korumak amacıyla katliniz mecburidir!
Gelelim anonim hacker grubuna, tamamen bilgiye ulaşım hakkını korumak için uyarı saldırıları yapacağını açıklayan grup, dün (9 haziran 2011) saat 18:00 da ilk uyarı eylemini yapıp bazı devlet sitelerinin ulaşımını yarım saat engelledi. Kullanıcıları mağdur etmemek için mesai saati bitiminde yapılması dikkat çekiciydi. Zaten Sony'i hacklediklerinde de bir kuruş çekmediler elde ettikleri banka bilgilerinden. Hırsız ya da zalim değiliz, sadece uyarıyoruz diyorlar. Ayrıca pazar günü yapılacak seçimlerde de herhangi bir saldırı yapmayacaklarını, demokrasiye asla engel olmayacaklarını da açıkladılar. Ne diyeyim, ben bu adamları sevdim. Her ne kadar 22 gün PS3 online oynayamasam da, jb oyunlara karşı olsam da bu grubu sempatik bulduğumu itiraf etmeliyim. Fight Club'ı anımsatıyor bana. Umarım daha fazla ses getirecek eylemler yapılmadan internet sansür paketi iptal olur. Zaten istedikleri siteyi anında kapatıp aylarca açmıyorlar. Bloglara aylarca giremedik, ya youtube? Yıllarca giremedik ve yine kapatmak için mahkemeye başvuruldu. Ben, bilgi özgürlüğüne müdaheleye karşıyım. Cahil insanın kolayca yanlışa yönlendirilebileceğine, aslında yararına olmayan kararlara imza atabileceğine ve kendi haklarını koruyamayacağına( çünkü haklarını dahi bilmediğine) inanıyorum. O yüzden de bu tür anarşik eylemleri yararlı ve düzenleyici buluyorum. İşe yarayacağına da eminim. Viva Anonymous.....

9 Haziran 2011 Perşembe

Ristorante Costanza - Roma'da damak tadı




İşte başka bir lokanta, bu sefer Roma'nın içinde, Piazza Del Paradiso'da. Siz de sıkılmadınız mı bezgin garsonların, yorgun turistlere yaptığı başarısız servislerden? Ya da her İtalya'ya gidenin ay neydi o berbat pizzaları, makarnaları korkunçtu yorumları? Bunlar ne yazıkki sadece turistik lokantalara düşmüş turist veryansınları. Şayet lokal bir tanıdığınız var ise, neden İtalya'nın makarna cenneti olduğunu ispatlayacak yerlere sizi götürür. Çok ama çok şanslıyım ki, ben bilen birinin kılavuzluğunda öğrendim bu yerleri. Sizlerle de paylaşmak istedim, Roma'da lezzetli bir gece için nereye gitmelisiniz? Öncelikle Costanzia'nın yeri güzel, gerçi manzara yok, ama mahzen görünümlü iç mekanda oturmak bile keyifli. Bahçesi minik, ama sigara içenleri gayet tatmin eder. Garsonları inanılmaz arkadaşça. Yine o ağır havadan eser yok. İşlerini keyifle yapıyorlar, kayarak masaların arasından geçiyorlar ve sizi asla rahatsız etmiyorlar. Gelenler Roma'nın yerlileri ve iyi aileler. Zaten burayı bilmiyorsanız bulamazsınız kolayca. Öyle şans eseri önünden geçip girebileceğiniz bir lokanta değil. Herşeyden önce yer ayırtmanız gerek. Gelelim yemeklere. Vongole ile başladık biz. Gerçekten nefisti. Bizim ülkemizde ne yazıkki çok yaygın değil. O yüzden yurtdışı seyahatlerimde, şayet mevsim de uygunsa vongole yemeği tercih ediyorum. Brüksel'deki Leon'la yarışamaz tabi ama, yine de hiç fena değildi. Pastalarının mükemmel olduğunu söylemişti arkadaşım, ama o akşam et tercih ettim ben. Yine de yan masaya gelen pastadan yükselen fesleğen kokuları beni az cezbetmedi değil:)) Şarap olarak yine karaf tercih ettik, kendi üretimleri yani. Her zaman derim, ne kadar lokal, o kadar güzel diye. Son olarak sütlü bir tatlı yitelim dedik, malum günlerdir sınırı aşmış gidiyoruz, bari hafif olsun diye, gerçekten çok hafifti. Gezmek için gidilen bir yerde güzel de yemek yendi mi, tadına doyum olmuyor o seyahatin. Umarım ben de sizin tatilinize ufak da olsa bir katkıda bulunabilmişimdir. Roma'nın keyfini damak tadıyla çıkarmanız dileğiyle...
Adres: Ristorante Costanza - Piazza Del Paradiso No:63
http://www.hostariacostanza.com/inglese/hostaria_costanza.html

Clinica Gastronomica-Modena'da bir lezzet durağı






Uzun süre yoktum, merak ediyorsanz eğer hafif tertip gezip eğlendim. Ve şimdi sırada sizlerle paylaşmak var bu tecrübeleri.
Gittiğim yerlerde bir turistten ziyade oranın yerli halkı gibi yiyip yaşamayı tercih edenlerdenim. Yani öyle şurayı da gezeyim, aman burayı da göreyim derdinde olanlardan değilim. Örneğin Venedik'i göreceğime, Reggio Emilia'da, etrafında temiz giyimli yaşlı İtalyan amcaların sandalyelere oturup, geçen iri memeli kadınlara çapkınca göz süzüp laf attığı güvercinli meydanda, bir kadeh Emilyo bölgesi şarabı içip, oranın keyfini çıkarmayı tercih ederim. Şayet siz de bu düşüncedeyseniz yazının geri kalanından harika bir gurme rotası çıkaracağınıza eminim.
Öncelikle kuzey İtalyanın bu küçük (600.000 kişi) kenti, tam bir İtalyan filminden fırlamışa benziyor. Tüm yolların çıktığı iki ana meydanı ve tertemiz sokakları, çapkın yaşlı erkekleri,tam bisikletlik dümdüz yolları ve kalınacak tarihi otelleriyle harika bir yer. Ama bizi oraya çeken kuşkusuz iki temel sebep var. Birincisi inanılmaz ayakkabı dükkanları, diğeri de Modena'da bulunan Michelin yıldızı sahibi ünlü Clinica Gastronomica'da ayarlanmış bir akşam yemeği. 1936'dan beri var olan bu restoran tam tamına 25 yıldır yıldızını koruyor ve bölgeye akın akın tat düşkünlerini çekiyor. Sanmayın ki burunları havada, asla, restoranın şimdiki nesil sahibi iki kız kardeşten biri olan Franca bizzat tüm masalara uğruyor, dansederek ekmek servisi yapıyor, oturup sohbet ederek sanki evine misafirliğe gelmişiz gibi bizi ağırlıyor. Orada ağır bir lüks lokanta havası yok, tam tersine yemyeşil bahçesinde neşeli bir lezzet kucağını açmış sizi bekliyor. Çok reklam gibi koktu yazı değil mi? Ama ne yapabilirim, lezzetine ve ortamına gerçekten hayran kaldım.
Peki neler yedik. Öncelikle tekerlekli bir tray yemek öncesi atıştırmalıklar için yanınıza sokuluyor. Ben herşeyden istedim açıkçası ve hiç pişman olmadım.Şarap olarak da Franca'nın önerdiği bölgesel bir kırmızı şarabı içmeye karar verdim. Burada yemek ve şarap isimleri verecek kadar bu işte usta biri değilim. Üstelik zevkler değişebilir. Örneğin ben eski Roma mutfağını tercih ederken arkadaşım nasıl bu sakatatları yiyebildiğime şaştı. Dolayısıyla oraya gidin, ne isterseniz seçin ve yiyin, pişman olmayacaksınız. Fakir Roma mutfağı denen sakatat üzerine uzmanlaşmış tarzı ben şahsen tavsiye ederim. Ama domuz paçasıyla füme öküz dilini, ya da kızarmış işkembeyi değil yemek, görmeye bile tahammül edemiyorsanız, tavsiye etmişim kaç yazar?!! Siz en iyisi et trayine geçin ve yıldızın gökten neden bu lokantanın üstüne düştüğünü anlayın:))
Tatlıların trayi geçerken içine düşmek istediğimi itiraf etmeliyim. Hepsinden azar azar tadabilirsiniz, pişmanlık mı asla!
Gecenin bitiminde Eylül'ün 17sinde yapılacak 75. yıl partisine davet edildik. Gidebilir miyim bilmem, ama şayet siz gidebiliyorsanız şiddetle öneririm. Gelelim fiyatlara, asla abartılı değil. İki kişi 120 € verip çıktık, ki herşeyden yemiş ve şarabımızı da içmiştik. Yalnız giderken bölgenin özel üretim şaraplarından almadan çıkmayın lokantadan, pişman olmayacaksınız.
Adres: Clinica Gastronomica-Rğistorante-Albergo Piazza XXIV Maggio,3-Rubiera
Tel: 0522 626124
http://www.clinicagastronomica.net/ristorante-rubiera/