Hürriyet

>

25 Aralık 2012 Salı

ODTÜ'de Bir Protesto Hikayesi

Yıllar önce, Odtü'de öğrenciyken yurtlarda ciddi bir su kesintisi yaşamıştık. Soğuk su varken sıcak su kesiliyordu, sıcak su gelince de soğuk su. Arada da hiç suyun akmadığı günler. Kampüste kalanlar iyi bilir, suyumuz kuyulardan gelirdi, su seviyesi azalınca bu tip bir uygulamaya  gidilmişti. Sonuçta yıkanma olayımız bitmişti, çünkü sıcak suyu ılıtamadığımız için haşlanmamak için yıkanmıyor, soğuk suda da donmamak için yıkanamıyorduk. Suyun olmadığı günlere hiç değinmeyelim. İlk hafta hasarsız bitti, ikinci hafta hafiften bir gerginlik başladı, nedense spor salonlarının suyu hiç kesilmediği için yurtlar oraya taşınır oldu. Önce çantalarla spor salonuna yıkanmaya giden öğrenciler bir süre sonra ( yaklaşık üçüncü haftaya denk gelir) protesto amacıyla bornoz ve terlikle yollara dökülmeye başladı. Spor salonunun önünde kuyruklar oluştu, bornozlu öğrenciler sessiz protestolarını sürdürdüler. Dördüncü haftaya girildiğinde ne yazıkki finaller başlamıştı. Daha doğrusu finaller öncesi bir haftalık tatil (biz buna fırtına öncesi sessizlik derdik). Bu sürede Odtülü günde 18 saatten az olmamak kaydıyla çalışır, zira bir sonraki hafta günde iki sınava girerek bir tür dayanıklılık testinden geçerdi (belki de Odtülünün iş hayatında bu kadar makbul olmasının sebebi budur, yorulmaz, strese dayanıklıdır, son ana kadar öğrenebilir, hatta sınava giderken bile bir chapter bitirebilir). Neyse, stresli hafta başlamıştı, bu dönemde çay en çok tüketilen içecektir. Demlik demlik biter, kantinden alınmaz, mutfakta her katta yapılır, zira kantinden taşınamayacak kadar çok içilir, üstelik sabaha kadar!  Bir öğrenci yıkanmadan idare edebilir, ama çaysız bir tek gece bile ders çalışamaz! O gece, sanırım salı gecesiydi,  23:00 sıraları, dalgın bir öğrenci, elinde çaydanlığıyla musluğa geldi, çay için su almaya kalktı. Ama o gün su olmayan gündü. Çocuk bir anda dellendi, diğer üç hafta neyse de final haftası da olmazdı ki! Çaydanlığı yere atıp bağırmaya başladığı söylenir. Bir anda yurdun koridorlarında yayılır bu öfke, binanın dışına taşar. Ben olaya şahit olduğumda kızgın yüzlerce öğrenci ellerinde demliklerle yürüyüşe geçmişlerdi bile. 24:00 da yurt kapıları kapanır normalde. Ama bu bir protesto ve haklıyız, derhal yurt kapılarımız açıldı, hepimiz bu kalabalığa karıştık. Tüm yurtlar sokağa dökülmüştük. Odtü kapısına doğru halay çekerek, pijamalı, sabahlıklı, bornozlu gidiyorduk. Hiç bir direnişle karşılaşmadık, zira elimizdeki çaydanlıklar silah sayılmazdı. Jandarma sağolsun yanımızda, aman kardeşim, terhise 10 gün kalmış başımı belaya sokma bakışı atıyor bize. Ama biz bela değil su istiyoruz. Gece 2:00 civarı insan hakları derneği başkanı ve CHP milletvekillerinden biri gelerek bize su sözü verdiğini hatırlıyorum. Rektörümüz de onayladı. Paşa paşa yurtlarımıza döndük. Ertesi sabah sularımız gelmişti.

Bu ODTÜ'de katıldığım ya da şahit olduğum eylemlerden sadece biridir. Ne kadar basit, ne kadar zararsız bir eylem. Ama yapmasaydık suyumuzu da alamayacaktık! Bence protestoculuk bir ruhtur, neyi protesto ettiğin değil, edip etmediğindir. Haklarını bilmen, bunlar için savaşmayı göze alman demektir. Biz edenlerdeniz, öyle gördük abilerimizden, bakıyorum da kardeşlerimiz de değişmemiş.

Yukarıda anlattığım öyküyü hafif ve gereksiz bulanlar, politik olmadığı için küçümseyenler olabilir. Burada amacımın bir ruhtan bahsetmek olduğunu anlayanlar ise nereye varacaklarını biliyorlar. Son günlerde ODTÜ düşmanlığını yaymaya çaılışıyorlar, bizi kibirli, dengesiz, düzen bozucu olarak tanıtıyorlar. Suyu için bile savaşmak zorunda olan, üniversite sınavlarında yüzde bire girerek zekasını kanıtlamış olan bir grup genciz işte. Melih Gökçekle başlayan bu nefret kampanyasını buralara çekmek ancak bozulmuş zeka dediğimiz kurnazlıkla olur ki, bugün ne yazık ki etraf bu tarz insanlarla dolu. Ahlak olmayınca zeka korkunç bir hal alır. Hitler ile Atatürk arasındaki fark da buradan geliyor. Biri dünyayı yıkarken zekası ve hırsıyla, diğeri yepyeni bir vatan kuruyor. Odtü her zaman ilk ateşin kıvılcımını vermiştir, ön ayak olmuş, gerek kendi okulunda, gerkse ülkesinde yanlış giden olaylara müdahale etmeyi alışkanlık haline getirmiştir. Bizlere de harika bir örnek olmuşlardır. Günlük hayatın monotonluğundan bir anda ODTÜ'lü ruhuna geçiş yaptırmıştır, aferin gençlerimize.

Gururla diyorum ki; Ben Bir ODTÜ'lüyüm!

1 Aralık 2012 Cumartesi

2. Bumerang Ödülleri ve Yine Aklıma Düşenler

Sevgili okuyucu, bildiğin üzere gittiğim festival ve davetlerde iyi olanların yanında daha neler olabilirdileri de düşünmeyi severim. Herkes överse herşey aynı kalır. Ama iyi bir eleştiri her zaman geliştirir. O yüzden yazım her iki yanı da kapsayacak, aman dikkat.

Öncelikle Türkiye'de bloggerlar için başka hiçbir organizasyonun olmadığını söyleyerek başlıyorum yazıma. Dolayısıyla bizim için biricik olaydır Bumerang. Alternatifi, benzeri, ya da rakibi yoktur! Tabi bunun getirdiği iyi ve kötü yanları var. Bakalım bunlar neymiş;

1. Katılım çok, tüm bloggerlar yanındayız, çünkü başka alternatifimiz yok, canı gönülden bizi kucaklayan bu organizasyona destek veriyoruz. Bir alternatifin olması biz bloggerların işine çok yarardı, rekabet kurumları geliştirir zira.

2. Eğitim, kazanç, deneyim, okunurluk ve ödüllendirme konusunda bizi çok destekleyen bir organizasyon. Monopol olduğu için daha iyisi olabilir miydi fikrimiz yok, kuralları Bumerang koyuyor çünkü, pazar değil.

3. Bize, yaptığımız işe deger ve önem veren tek kuruluş Bumerang. Bloggerların gücünü keşfeden, ve bunu pazarlamada kullanan ilk organizasyon. Tabi başka medya üyelerinin de bloggerlara açıldığı alanlar var, ama hiç biri bana göre Yazarkafe ve Bumerang kadar etkili olamadı. Keşke örnek alıp gelişseler, daha iyi olup bloggerlar için kapışsalar. Böylece biz de pazarda bir söz sahibi olduğumuzu hissederiz. Şu an değerimiz  sadece bize verilen. Ama gerçekte de bu mu? Serbest pazarda, ciddi bir rekabette acaba yine bu olur muydu?

4. Kaliteli blogların, süreklilik arz edenlerin, gündemi takip edenlerin sayısı aslında o kadar da fazla değil. Bloggerlar bağımsız yazan, özgür kafalardır. Dolayısıyla en güvenilir kaynaklardan biridir. Ekmeğimizi buradan kazanmıyoruz, sonuçta yazdıklarımız sadece kendi fikirlerimiz, kimse bize bir şey yazmaya zorlayamaz. Gücümüz de buradan gelir. Bir şeyi beğenmişsek yazarız, okuyan bilir ki, gerçekten, karşılıksız yaptık bu övgüyü. Beğenmemişsek de okuyucu bilir ki samimiyiz. Bunu yazacak kadar da özgürüz. Bu gücü kullanmayı bir tek Bumerang mı düşündü acaba? Gerçekten merak ediyorum.

5. Gelelim ödül gecemize; güçlü bir organizasyondu, katılım yüksekti, buna gündüz yapılan eğitim de eklenince tüm günü kaplayan bir etkinlik oldu diyebilirim. Atölyeye katılmadığım için o konuda ukalalık edemeyeceğim, ama tören iyiydi. Geveze'nin radyo performansları çok daha yüksek, gecede tutuktu bana göre, daha esprili olabilir, hepimizin bayıldığı kahkalarından atabilirdi. Ama aksine çok ciddiydi. Galiba ortam bunu gerektiriyor:)) Sağolsun sahneye davet edilenler çok uzun konuşmadılar. Çünkü kimsenin dinlemeye pek niyeti yoktu. Lütfen arkadaşlar, bu kadar blogger bir araya toplanmış, birbirlerini tanımak ister. Çoğumuz gizli kimlikle yazıyoruz, okuduğumuz birini tanımak ne hoş bir supriz oluyor. O yüzden de bizim gecemizi elimizden uzun konuşmalarla almayı bize saygısızlık kabul ediyorum. Heleki bir konuşmacı 'susmazsanız valla şiirimi okumam, bi susun yahu' demeye başlamışsa, aslında susması gerekenin kendi olduğunu anlamamış demektir, ne acı, bazen içki ve ego insanın mantığını elinden alıyor.

6. Bloggerlar çok genç bir nesil. Hepsi yirmili yaşlarda. O yüzden de şayet 40'ı geçmişseniz ne konuşmanız gerektiğini iyi düşünün. Sizin güldüğünüz, ya da çok beğenerek alıntı yaptığınız öykü ve şiirleri bu genç grup çok da beğenmeyebilir, suç kesinlikle onlarda değil zamandadır, dinleyiciyi yakalamak konuşmacının marifeti ve görevidir, kimse dinlemek zorunda olduğu için dinlemez, okulda değilse tabi:))

7. Ay hiç mi iyi yanı yoktu diyenlere, vardı valla diyeceğim, blogger arkadaşlarımla dans edip şarkı söylediğim bir konser vardı mesela. İlk çıkan sanatçı Teoman'dan, Kayahan'dan söyleyerek bizi mest etti. Mirkelama gelince, kendini biraz yenilese ne güzel olur, Kokoreç'te kalmış gibi geldi bana.

8. Blogger arkadaşlarıma gelince,
Gençliği, sevimliliği ve minyonluğuyla insana kucaklamak hissi uyandıran vişnetadinda ,
Her zaman keyifli ve eğlenceli, dans ustası, iyimserlik gurusu   omagtivities ,
Güler yüzlü, tweetlerin efendisi Koray Öksüztepe,
Bir de yeni tanışıp gürültüden bir türlü blogunu öğrenemediğim gizemli İzmirli arkadaş, umarım takip ediyorsundur, lütfen mesaj at, blogunu merak ediyorum.

İçkiler bol ve kaliteli, yemekler lezzetli, mekan geniş ve havadar, insanlar genç ve neşeliydi. Peki kimler ödül aldı? Bunu da yazmazsam olmaz. Bayanlar açık ara öndeydi açıkçası, İzmirli grup da  ödülü kaptı. Masalarını ve boyunlarını KSK bayraklarıyla süslemeleri çok hoştu. Gelecek yıl ben de bir ödül istiyorum, o yüzden daha çok çalışmalıyım. Gerçi yukarıdaki eleştrilerimden sonra başıma neler gelir pek bilemem ama:))



Son olarak, Şişli tarafında ana caddede, ödül gecesi  00:35 civarlarında, tartışma yaşadığı insanlardan kaçarken arabama sağ cenaptan bindiren, sonra da arkasına bakmadan kaçan gri Clio'lu manyak, evet sana söylüyorum, bu hukuki sistemde sana bir şey yapamıyorum ama öbür tarafta da hakkımı helal etmiyorum.

İşte Ödüller ve kazananlar;


      En Tarz Blog       www.dadatart.com

      En Çalışkan Blog
  1. www.yolunneresindeyim.blogspot.com
  2. En Sosyal Blog :
  3. www.balkopugutasarim.com
  4. En iyi Yerel Site :
  5. www.karsiyakalife.com.tr
  6. En Uyumlu Site:
  7. www.maroon.com.tr
  8. En Bilge Forum:
  9. www.gezenbilir.com
  10. Jüri Özel Ödülü:
  11. www.city-shot.com


Çocuklarda Yaratıcı Yazarlık Dersleri

Sevgili okuyucu, bugün bir okuldan naklen bildiriyorum. Lise kantininde oturmuş bir yandan gençlerin keyifli öğle aralarını seyrederken çılgın müzik eşliğinde bu satırları sizlere aktarıyorum. Peki niye mi buradayım? İşte güzel soru diye buna derim. Çünkü blogunuzun yazarı artık gençlere ve genç olma yolunda ilerleyen çocuklara yaratıcı yazarlık dersleri vermeye başladı. Sanmayın ki bir günde karar verdim ve bu işe başladım. Aslında uzun süren bir eğitim ve uğraş sonunda oldu tüm bunlar. On yıla yakın süre YY eğitimlerine, senaryo yazarlığı seminerlerine ve atölyelerine katıldım. Konuyla ilgili onlarca kitap, ilgisiz yüzlerce kitap okudum. Okumak zaten bir iş değil keyif benim için. Uzatmayalım, yazma serüvenimi gençlerle paylaşmanın onlara yol göstereceğini düşündüm ve bu işe girdim. Aslında daha önce yazmak istiyordum bu yeni yolumu, ama önce bir deneyeyim, geri adım atacaksam da sessizce atayım dedim. Yaklaşık iki ay oldu, görünen o ki bu işi kıvırmaya başlıyorum. Altmıştan fazla öğrencim var, hepsi yazmaya çok hevesli, üstelik de harika çocuklar. Bundan keyifli ne olabilir ki?

Otuzlu yaşlarımın ortalarına kadar gayet büyük bir firmada, gayet ciddi bir iş yaptım. On yılımı doldurduğumda kafamda ziller çalıyordu, istediğim bu muydu? Para, evet iyi kazanıyorum. Yükselme, o da olacak, şirketten menfaatler, sormayın gitsin, altın madeni! Ama bir sorun var Huston! Mekik bir türlü gitmiyor! Zorlamakla olmayacak, bebek de bahanem olsun, bastım istifayı!

Ne istediğimi, neyi yaparsam tatmin olacağımı anlamam çok uzun sürmedi. Yazmayı seviyordum, her ne kadar para etmiyor, edebi sayılmıyorsa da seviyordum işte. Ben de başladım yazmaya. Derken blogumu açtım. Ayda yüz kişi gelir ya da gelmez bir sayfaydı. Zamanla izleyici rakamım yükselmeye başladı, Yazarkafe'ye üye olmamla da başka bir boyuta geçti. Artık aylık rakamlarım binlerin üstüne çıkmıştı. Bumerangın devreye girmesiyle bu sefer reklam almaya ve sayfamdan para kazanmaya başladım. Şu an aylık tıklanma rakamım dörtbinlerde. Derken birden küçük bir ampul yanmaya başladı kafamda, bu kadar keyif aldığım bir iş acaba profesyonel bir meslek olabilir miydi? Amerika ve Avrupa okul müfredatlarını inceledim, creative wrtting dersinde ne yaptıklarına baktım. Türkçeye çevirdim ve Türk yazar-öykülerle uyarlama yaptım. Sonuçta bir yıla yayılan koca bir müfredat oluşturdum. Son olarak bu müfredatı okullara anlatmak kaldı. O konuda da şanslı çıktım, çok dolaşmadan bana ve programıma inanan bir okulla sözleştim. Sonuç; haftada iki gün altmıştan fazla öğrenciye YY dersi veriyorum. Küçük küçük yazmaya başladılar. Ama daha çok okumayı öğreniyoruz beraber. Öykü inceliyoruz, film seyrediyoruz, kahramanları, kurguyu, anlatım dilini, konu ve anafikri çıkarıyoruz. Kendi en sevdikleri filmleri, öyküleri analiz ediyor çocuklarım. Ve sonra diyorlar ki, vay be, demek aslında buymuş! Biraz büyüyü bozuyoruz belki ama sonuçta bilinçli okuyucu ve izleyici olmaya başlıyorlar, farkı görüyorum. Veliler de memnun, yazı yazan çocuklar onları da memnun ediyor. Diyorlar ki, çocuğumuz ilk defa yazı yazıyor ve sizden duydukları kitapları okuyorlar! Ne kadar güzel!

İşte kırkımdan sonra çizdiğim yol ve yeni işim bu. Çok mutlu ve keyifliyim. Sizlere tavsiyem mecbur olduğunuz işi değil, keyif aldığınız işi yapın. Böylece işe mi eğlenceye mi gittiğiniz anlamazsınız. Birazdan dersim için bir film izleyip kurgu çıkaracağım, belli sahneleri kesip yapıştırarak çocuklara bir ders hazırlayacağım. Dersin sonunda çocuklar kovalama olay örgüsünü ve kurallarını öğrenmiş olacaklar. Harika bir ders daha!


Okulda dersimi alamayan istekli çocuklarımın ve velilerinin ısrarı üzerine cumartesi günleri Cadde'de atölye yapıyorum. Gelmek isteyenleri beklerim. Detaylar için http://www.baleokulumuz.com/  adresine başvurabilirsiniz. Ya da facebook'da  yarattığımız ekinliğe katılabilirsiniz.
https://www.facebook.com/#!/events/572123829481683/?context=create

Hepimize mutluluk veren, yorgunluk yerine de omuzlarımıza sevgi ve keyif yükleyen meslekler, işler diliyorum.

18 Kasım 2012 Pazar

Bir ilk-GAMEFEST İstanbul-Hayallerim ve Festival!


Sony'nin düzenlediği Türkiye'nin ilk resmi playstation festivaline gitmezsem olmazdı. Cumartesi günümü playstationa ayırarak kendime güzel bir hediye vermek istedim. Gittim de. İlk defa düzenlenen her festivalde olduğu gibi organizasyon problemleri vardı. Bu kabul edilebilir birşey. Benim rahatsızlığım daha çok hayal kırıklığımdan kaynaklandı. Beklentilerim çok farklıydı. Şayet Sony, biz tam olarak bunu yapmak istemiştik derse, diyeceğim yok. Ama benim düşlediğim festival bambaşkaydı ve onu anlatmak istiyorum.

Oyun alanının girişi gayet güzeldi. Karanlık bir tünelden, lazer ve dumanlar eşliğinde önceden göremediğimiz bir salona çıktık. Güzel başlangıç. Sony ve playstation bana teknolojiyle yaratılan fantastik bir dünyayı çağrıştırıyor. İşte o salona girdiğimde bunu hissetmek istedim, teknolojik bir fantazi. Gördüğümse, sıra sıra dizilmiş ps3ler ve ekranlar. Bunu sıradan bir ps3 kafede de bulabilirsiniz. Fazla bir hayal gücü gerektirmiyor. Bir tarafta turnuva için ayrılmış bölüm, sadece yarışmacılar girebiliyor, diğer salonda yine turnuva bölümü ama stadyum oturma yerleriyle izleyicilere açılmış. İşte tüm festival alanında oturabileceğiniz tek yer burası. Yemek yerleri de dışarda olduğu için festival ayakta geçmeli. Burada ufak bir problem olmakla birlikte yine kabul edilebilir. Müzikler ve DJ seçimi de fena değil. Bence gayet başarılı bir ortam yaratmışlar. Ne de olsa ps3 oyuncuları rock müziği sever. Dans showlar, acemi olmakla birlikte, 16-25 yaş arası tümü erkek olan bir topluluğa şortlu kızlar olarak sunulunca başarılı sayılıyor. Gün boyunca küçük yarışmalarda kazananlara verilen sevimli teknolojik aygıtlar da tatmin edici. Turnuvalara gelince, oynayanların mutlu olduğu belliydi. Bunlar festivalin fena değilleri. Peki ben ne beklerdim?

1. İlk olması sebebiyle çok daha büyük bir teknolojik show beklerdim Sony'den. Sanal gerçeklik odaları, 3D oyun tecrübeleri, simulasyon koltukları! Make it belive! Aklımızı başımızdan alacak oyun deneyimleri... Yoktu!

2. Canla başla çalışan görevliler vardı, ama hiçbiri gamer değildi. Doğal olarak gamer sorularına ve isteklerine yeterince cevap veremedi. Türkçe olmasıyla övünülen Wonderbook'un tanıtım standındaki oyun İngilizceydi! Bari ona dikkat edin arkadaşlar!

3. Türkiye'de ciddi olarak oyun oynayan pro-gamerlar var. Online sıralamalarda ilk ona giren çocuklar bunlar. Sony bu çocukları takip edip festivale konuk edebilir, rüya takımı yaratıp dev ekranda gösteri bir online kapışma yaptırabilirdi. Hatta hayalimde, Sony'nin, bizim rüya takımımızla dünya sıralamasındaki başka oyuncuların karmasını karşı karşıya getirdiği bir maç var. İnanın tadından yenmezdi. Uluslararası bir firma Sony, bunu yapabilirdi, şayet bünyesinde gerçek oyuncu kimlikli gençlik temsilcileri çalıştırsaydı! Yurtdışında yapılan etkinliklerde de Türk takımı maçlara davet edilirdi, böylece her yerde yapılan etkinlikler zenginleşirdi. İnanın bazı Türk oyuncuları yabancı pro gamerları dahi korkutacak düzeyde. Lütfen Sony, ps3 sadece futbol değil, BF3, UC3, COD gibi oyunların da turnuvaları yapılabilir. O zaman festival alanınız askerlik şubesine dönmez, bayanlar da katılır gruba. Siz bayanların sadece move ile dans ettiğini mi sanıyorsunuz? Biz dans etmiyoruz. Bizler adam vuruyoruz, klanlarla savaşa katılıyoruz. Resimlere dikkatlice bakın, görevliler dışında bayana rastlayabilecek misiniz? Uzun saçlıya bakıp aldanmayın, kendisi erkek:))

4. Türkiye'de yabana atılmayacak klanlar var. Bu klanlara ulaşılabilir, festivalde etkinlikleri yönetmeleri istenebilirdi. Düşünsenize, UC3 standında UC3 Türk Klanından dünya sıralamasına girmiş bir kişi size oyunu anlatıyor, hatta birlikte takım maçı yapıyorsunuz. Ya da klanın gösteri maçını ekrandan veriyorsunuz. Aynı şey BF için de geçerli. Kaç klan var, gönüllü olarak katılırdı!

5. Oyun tanıtımları yoktu. Olan ise berbattı. Wonderbook tanıtımı yapacaksanız bilen birini de yanına koyun. Türkçe diyorsunuz, ekran İngilizce, durumu söylüyorsunuz, yetkili biri İng. çevirmiş heralde deyip gidiyor. Ben o oyunu almaya niyetli biri olarak, o standtan hiç bir şey anlamayarak ayrıldığım için hevesimi kaybettim. Sevgili festival yöneticileri, bu oyunu neden bir gamer'a on gün önceden vermediniz? Hitap ettiğiniz kitle çocuklar olduğuna göre 12-14 yaş arası bir oyuncu bu işi yapabilirdi. İyice öğrenir, standı koyduğunuz odaya ailesiyle giren çocuklara oyunu anlatıp öğretebilirdi. Ve ne olurdu? Sipariş patlaması yaşanırdı. Bir fırsat kaçtı.

6. Farklı bir oda 6-11 yaş arası kitleye hitap etmek için konabilirdi. Böylece gelen ufacık çocuklar Resistance3 oynayacaklarına, Ratchet&Clank, EyePet gibi daha yaşlarına uygun oyunlarla tanışabilecek, aileleri de içleri rahat bu oyunları evlerine alabileceklerdi. En çok karşılaştığım olay, ps3ten habersiz ebeveynlerin çocuklarına bilinçsizce aldıkları oyunlar ve sonra yakınmaları; ay çok kanlı, çok şiddet var. Sen çocuğunun dediğini alırsan öyle olur tabi. Nice keyifli çocuk oyunu var. Bilmezsen alamazsın. Sony bu festivali küçük oyuncuların ailelerini daha bilinçli kılmak için kullanabilirdi!

7. Sony'nin satış yaptığı stand çok zayıftı. Aradığım basit bir mikrofonu dahi bulamadım. Lütfen bana yenilikleri tanıtan bir standla gelseydin Sony. Hitap ettiğin kitlenin parasız öğrenci gençlik olduğunu düşündüğünü biliyorum. Bu yüzden pahallı olduğunu düşündüğün kapşonlu tişörtleri bile yaptırmamışsın. Ama unuttuğun bir şey var, bu bir tutku ve gençler ne yapar eder tutkularının peşinden giderler. Yoksa 135 TLlik oyunun çıktığı gün satış rekorları kıramazsın.

Bir oyuncunun gözünden festival. Belki de çok da genç olmadığım için beklentim yüksekti. Belki öğrenci gençlik çok beğendi bu festivali. Bilmiyorum. Yine belki klanımla gelseydim eğlenebilirdim (sanmıyorum, klanımla oynayabileceğim oyunun kurulu olduğu ps3 bir taneydi, tek kumanda vardı, online bağlantı yoktu!) Sonuç olarak eve dönüp ps3'üm ile headset takıp klan maçına katılmayı tercih ettim. Ne gördüm, tüm klanım evde ps3 başındaymış ki onlinelardı. Yani festivale giden yoktu! Yine üye olduğum başka bir ps3 derneği de katılmayı tercih etmemişti. Halbuki tişört bastırıp katılmayı düşlüyorduk. Neyse, toplamda sıkı oyuncular diyebileceğim 180+50 = 230 kişi eksiğiniz vardı. Pardon, 229 demeliydim, zira ben festivale katıldım!


6 Kasım 2012 Salı

Tohumlarımızın Nesli Tehlike Altında!



Binlerce yıllık tarım geleneğini barındıran Anadolu topraklarında yetişen yerli tohumlar yaşamın sürekliliğini temsil ediyor.

Atadan kalma tohumlarımız;

* Lezzetli ve sağlıklı gıdaların temini için birer genetik hazinedir
* Binlerce yıldır değişen koşullara uyum sağlayarak günümüze ulaşmayı başarmış numunelerdir
* Tarımsal biyoçeşitliliğin önemli bir parçası ve yaşamın sürdürülebilirliğinin olmazsa olmazıdır
* Dışarıya bağımlı kalmaksızın ülkemizin gıda güvenliğinin teminatıdır

Ancak bugün Anadolu’ya özgü yerel tohum çeşitliliğimiz yok oluyor. Tek seferlik, ticari tohumların egemenliği nedeniyle gıdamızın ve geleceğimizin güvencesi yerli tohumların nesli tehlike altında! Yeryüzünde zengin çeşitlilikteki yaşamı sürdürebilmek, atalık tohumlarımızı gelecek kuşaklara aktarmamıza bağlı.

TOHUM TAKAS AĞI, yüzyılların bilgisini taşıyan yerli tohumlarımızın korunup yaygınlaşmasını amaçlıyor.

http://www.bugday.org/" target="_blank">Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği
’nin, http://www.adimadim.org/" target="_blank">Adım Adım Oluşumu desteğiyle yürüttüğü TOHUM TAKAS AĞI KAMPANYASI’na destek olarak,

* Anadolu’nun dört bir yanındaki ekolojik çiftliklerde yerli tohumların çoğaltılarak paylaşılmasını sağlayacak;
* Bu toprakların yüzlerce yıllık bereketinin, lezzetinin, besin zenginliğinin ve kültürünün gelecek kuşaklara aktarılabilmesi için sağlam patikalar oluşturacaksınız.

Verdiğiniz desteğin her kuruşu binlerce yeni tohuma dönüşecek...

Kredi kartı ile bağış yapmak istiyorsanız: http://www.bugday.org/portal/BagisAdimAdim.php" target="_blank">https://www.bugday.org/portal/BagisAdimAdim.php

EFT/havale yoluyla bağış yapmak istiyorsanız:
Alıcı Adı: Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği
Garanti Bankası Karaköy Şubesi - Şube No: 400
Hesap No: 6295240
IBAN No: TR67 0006 2000 4000 0006 2952 40

http://www.bugday.org" target="_blank">www.bugday.org - http://www.yasasintohumlar.org" target="_blank">www.yasasintohumlar.org
http://www.facebook.com/bugdaydernegi" target="_blank">facebook.com/BugdayDernegi
http://twitter.com/BugdayDernegi" target="_blank">twitter.com/BugdayDernegi
Twitter paylaşımlarınız için hashtag: http://twitter.com/search?q=YasasinTohumlar&src=typd" target="_blank">#YasasinTohumlar

Bir http://www.bumads.com.tr?clientid=b087f1c4-5e87-4f79-b3b8-2fa0108c9af8&offerid=403" title="bumads" target="_blank" rel="nofollow">bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Otoriteye İlk Hayır Hayvanlar İçin Olsun!

Aslında pazar günlerimiz evde pineklemekle geçer bizim. Geç kahvaltı, bir bardak keyif çayı, televizyonda izlenen kaydedilmiş bir Antik Uzaylılar serisi ve klasik playstation oyunları. Hatta yemek bile yapmam, pizza ya da KFC ısmarlarız acıkınca. Benim de bir tatil günüm olmalı değil mi? Ama bu pazar günü biz bambaşka bir şey yaptık.Taksim'de yapılan büyük Hayvan Yasasına Hayır yürüyüşüne katıldık. Bu teknik ya da protesto yazısı değil, ne olursa olsun bir yürüyüşe katılma fikir yazısı. O yüzden anlatacaklarım biraz farklı olacak. Öncelikle itiraf ediyorum, benim katıldığım ikinci ya da üçüncü yürüyüştür bu. Sebebine gelince, 80 sonrasında ana-babamızdan aldığımız en sıkı tembih 'aman yavrum üç kişi bir araya gelip yürümeyin'di. O dönemi yaşayanlar bilirler, ardında oldukça kırık bir gençlik ve ilerde apolitik olacak ürkek, korkak çocuklar bıraktı. 80lerin ortalarında üniversiteye geldiğimde (ki ODTÜ gibi gayet protest bir okuldaydım), toplu yürüyüş gördüğümde kaçar oldum. Bir keresinde ders gördüğüm bölümü gösteri sebebiyle kapadılar, dışarı çıkışı yasakladılar. Pankartlar açıldığında ben, kocaman açılmış gözlerimle kaçacak delik arıyordum, çünkü jandarmanın video çekimi başlamıştı ve ben KAÇAMIYORDUM. Üstelik konudan bile habersizdim. Aklımda tek bir laf 'aman kızım, mimlenme, sen okuluna derslerine bak, sana ne, karışma sen'. Anne, vallahi karışmak istemiyordum ama bak düştüğüm duruma! O gün iki saatten fazla rehin kaldık ben ve 30 öğrenci daha. Başımızdaki hocanın yoğun pazarlıkları sonucu bu sürenin sonunda arka kapıdan bırakıldık. Sonuç: hayatımda yaşadığım ender heyecanlı, unutamadığım anlardandır. Düşünsenize bir de bunu yapanlar arasında olsaydım? Dünyayı değiştirebileceğini zannetmek ne büyük bir hayal gücü, ne güzel bir rüya ve ne hoş bir çaba. Bunu yapanları gerçekten takdir ediyorum. Ne söylenene ne de otoriteye kulak asmıyorlar, doğru bildikleri yoldan gidiyorlar. Helal olsun!Ben ve benim dönemimden bir çok genç kayıp bir kuşağın temsilcileri. Bizden 10 yaş büyükler herşeyi değiştirebileceklerini ama fena bir bedel ödeyebileceklerini biliyorlar, eyleme geçebiliyorlar. Bizden 10 yaş küçüklerin dünyadan haberi yok, Özal gençliği olarak başka bir formatta yaşıyorlar hayatı. Bizler ise biliyoruz ama tutuğuz işte, çünkü içerde annemiz hala 'aman kızım' diyor durmadan.
Bu korkunç gidişata bir dur demek amacıyla oğlumu eğitmeye karar verdim. Ve bu pazar günü beraberce yürüyüşe katıldık. Bunu çok sevdiğimiz kedilerimiz için yaptığımızı anlattım. Zaten uzun zamandır sirklere, yunus parklarına karşı duruşumuzu belirlemiştik, hayvan dükkanlarına kendimizce ambargo koymuştuk. Bu da son dokunuş olarak eylemlerimizin arasında yer almalıydı. Oğlum kedileri hep sevmiştir, benden dolayı tabi. Sokakta bulup evlat edindiği ilk yavru kedinin üstünden dört yıl geçti. Bu arada evlatlık kedi sayısı da ikiye çıktı. Bıdıbıdı adını koyduğu ilk yavrumuz Cenk'e öyle bağlıdır ki, akşam servisin geliş vaktinden yarım saat önce kapının önünde Cenk'i beklemeye başlar. Cenk geldiğinde beraberce bir saat geçirirler bahçede. Sonra da oğlum eve gayet mutlu gelir. Ben Bıdıbıdıyı tüm gün görmem, nerelerde geziyorsa artık. Sadece Cenk'le geçirdiği o bir saat için gelir kapının önüne. Neyse, hani nankör derler ya kediye, halt etmişler.
Çok sevdiğimiz şeyler için bazen otoriteye karşı gelmemiz gerekiyor. Biz ailemize dahi hayır diyememiş bir kültürden geliyoruz, dolayısıyla otoriteye itiraz konusu biraz zorluyor bizi. Ama ben oğlumu itekliyorum. Kör-topal o da ben de öğreniyoruz. Anneye karşı gelinmez derken sesim titriyor artık. Bal gibi gelineceğini hatta doğru bildiği şeyler uğruna gelmesi gerektiğini biliyorum ama ah şu geçmişim, peşimi bırakmıyor ki!
Pazar günü beraberce yürüdük Taksimde. Cenk Bıdıbıdı ve Sosis için yürüdü, ben oğlum için. Harika bir gün geçirdik, çünkü beraberce bir kuralı çiğnedik, annelerimize karşı geldik. Eve dönerken yolda oğlum sordu; 'anne bu kadar kişiye karşı Başbakan Tayyip bu kanunu çıkarmaz değil mi? ' Tabiki oğlum demeyi ne çok isterdim. Bu yürüyüşlerin çoğunun sonuçsuz kaldığını nasıl söylerim? O zaman tekrar yürümez ki! Dedim ki ona: ' Sonuç ne olursa olsun, eve gittiğimizde elimizden geleni yaptığımızı düşünerek kedilerimize sarılacağız, onları korumak için uğraştığımızı bileceğiz. İşte biz bunun için bugün yürüdük.' Ne kadar anladı bilemem, sonuçta daha dokuz yaşında. Ama ben harika bir başlangıç yaptığımızı biliyorum.

14 Eylül 2012 Cuma

Vespa İle İlk Moto-Aşk

Beni eskiden beri tanıyan arkadaşlarım çok iyi bilirler, hep bir hayalim vardı, küçük bir Vespa alıp işime onunla gidip gelmek. Bunu dile getirdiğimde yıl 1999-2000 lerdi. Evimle işim de yakındı birbirine. Ama ne Vespa alıp binebildim, ne de bu zevkime vakit ayırabildim. Ta ki iki hafta önce Bumerang ekibinden telefon gelene kadar. Beni Vespa Academy'nin eğitimine davet ediyorlardı. Oniki yıllık bir gecikmeyle hayallerim gerçek mi oluyordu ne? Hiç düşünmeden kabul ettim. Niye düşüneyim ki, bu hayatta her şey denemeye değer! Hele ki içinde Vespa varsa.....

Ulus yokuşundaki Vespa Academy'e sözleştiğimiz saatte gittim. İlk gördüğüm manzara;

Nasıl, muhteşem değil mi? İnsan bu sevimli şeylere binip gitmek istiyor. Ama yook, öyle kolay değil. Herşeyin başı eğitim. Eğitmenlerimiz geliyor ve ilk bilgileri veriyorlar. Vitesli vitessiz motorlar, gaz, fren, kontak, trafik kuralları gibi temel bilgiler bunlar. Sonra ilk soru geliyor; aranızda bisiklete binmeyi bilmeyen var mı? Tek bir el havada, bilin bakalım kimin eli bu? BEEENNN!! Evet hayalci biriyim, bisiklete binmeden motor hayali kuran bir düşleyiciyim hem de:)) Yürüyemiyorum ama koşabilirim, öyle mi? Neyse, eğitimcimiz 'sizi ayıralım önce' diyerek beni gruptan hafifçe uzaklaştırdı. Ama ben azimliyim. Önce kontak, sol el dört parmak fren, sağ el iki parmak fren, kızaktan indin mi sol elle fren sık, marş bas! Ayaklar yerde. Sorusu olan var mı diye sordu eğitimcimiz, elimi kaldırdım, ya ayaklar yere basmıyorsa hocam? Bana şöyle bir bakan eğitimcimiz beni ikinci kere yana ayırdı, çünkü bilin bakalım kimin ayakları yere değmiyor? BEEENNN! Ama halen moralim bozulmuş değil, ne var azıcık kısaysam? Koskoca Vespa ufak biri için motor üretemiyor mu? İkinci kez yana ayrılmış biri olarak fazlasıyla neşeli bir şekilde güvenlik aksesuarlarımı taktım.
Kaskım da var ama onu en sona sakladım, çok ağır zira. Bu arada dizlikler muhteşem, dizinizi kıvırınca onlar da kıvrılıyor. Robocop misali. Nasıl, çok şık değil mi? Unutmadan konuyla ilgili motivasyon t-shirtümü es geçmeyelim:))
Bumerang'ın bu etkinlik için seçtiği sekiz blogger'ın beşi ilk resimde görülen davetkar Vespa'lara binmeye davet edildiler. Kalan üçten biri zaten ilk tur eğitimi, motor kullandığı için bildiğinden sahaya çıkmadı, diğeri kendini çok iyi bildiğinden 'ben anca arkaya binerim, kullanamam' dedi ve kenara çekildi. Üçüncü kimdi bilin bakalım? İki kez yana ayrılan ben! Olsun, eğitimcimiz yanıma gelip beni ayrıca eğiteceğini söylediğinde rahatlayıp blogger arkadaşlarıma odaklandım.
İşte kenara kibarca ayrıldığım an:))                                       Cesur bloggerlar

 Kaan Göktaş, Yılmaz AsanAhmet Doğdu, Ceren Günay, Özgehan Omac, Koray Öksüztepe, Gulden Kaygısız, ve Hilal Meriç…


Hepsi önce Vespa'lara bindiler, kontak, fren, kızak, marş ve sırayla önümden geçmeye başladılar. Bir tane fire olmaz mı? Yok kardeşim, hepsi de takır takır bindi, gitti, daha da önemlisi dönüş yapıp geri gelebildi. Ya bloggerlarımız yetenekliydi, ya da eğitimcimiz canavar gibiydi. Bu sorunun yanıtı ise benim motor üstündeki başarımla yanıtlanacaktı. Şayet iş hocadaysa beni de uçurmalı değil mi?


Sıra bana geldiğinde içinde panik sözcüğü geçen beş farklı cümle söylenmişti zaten. Eğitimcimiz her ne kadar olumlu cümleler kurduysa da beyin işte bu, sadece panik kısmı kaldı aklımda. Artık ben panik biriydim. Yine de bindim tabi Vespa'ma, üstelik benim için getirilen daha kısa olan Vespa'ma. Ayaklarım yere değdi, ohh dedim, en azından durabileceğim. Neyse, siz de panik olmayın, önce sadece arkaya bindim, denge olayını kapmak için. Ne yalan söyleyim, arkada olmak tam bana göreymiş. Motorla yağ gibi gittik, canavar gibi virajı döndük, dünyanın en kolay işiymiş havasına girdik! İki turdan sonra sıra geldi mi bu işi tek başına yapmaya, hadi bakalım. Sizi fazla merakta bırakmayayım, tek başıma 30 metre falan gidebilmişimdir heralde, hatırlamıyorum ama. Tek düşündüğüm sağ elimin altındaki gazın öne doğru mu yoksa arkaya doğru mu büküldüğünde arttığıydı. Yani sevgili okuyucu, ben panikten motorun a-be-ce'sini bile silmişim aklımdan. Siz siz olun, unutmayın. Hatta şimdi bile zorlamama rağmen kendimi hatırlayamadım. Ama neyi hatırlıyorum
biliyor musunuz, motorla gitmenin keyfini. Yani başkası anlatsa inanmazdım yemin ederim. Ama rüzgarı yüzünde hissetmenin başkalığını nasıl anlatabilirim ki? Belki kayakla benzetebilirim. Ama bu çok daha konforlu ve eforsuz. Ne diyebilirim ki, tüm kullananların yüzündeki o gülümseme hala gözümün önünde.
 Bendeki bu bisiklet eksiği olmasaydı şimdi ben de o gülümsemeye sahip olacaktım, ah baba, sen yaktın beni, düşerim diye hiç izin vermedin bisiklete, bak hayatımın deneyimi ellerimden kaçıp gitti. Gitti mi gerçekten?
                                                                                   Resimdeki ne yazıkki ben değilim.....

 Hayır, benim oğlanın bisikletine el atıyorum şimdi, iki hafta çalışayım bakın ben nasıl binerim bu Vespa'ya. Biraz takipçisiysen blogumun, asla pes etmediğimi de bilirsin. Gelecek ay oğlumla beraber ders alacağız. Ama önce şu bisiklet işini halledeyim. Oh, okullar da açıldı, bisiklet bana kaldı, yaşasın iki tekerleğin zaferi, yaşasın Vespa'nın bana yaşattığı Moto-Aşk. Takipte kal sevgili okuyucu, çok yakında rüzgarın kızı bildirmeye başlayabilir motorun üstünden, Catwalk bu, belli olmaz:))

     Teşekkürler Bumerang, keyifli bir ekiple böyle eğlenceli bir deneyim yaşattığın için.......

23 Ağustos 2012 Perşembe

Holywoodun İki Yüzlü Filmleri Ve Yunuslar

Korkunç bir üretim makinesi, hiç durmadan fikir üretiyor, aklımıza gizliden gizliye sokuyor. Farkında olmadan yıkıyor beynimizi, üstelik en masum nesneleri kullanarak; hayvanlar ve çocuklar. Başrolde bu masum yaratıklar olunca da en çok çocuklarımızın beyni yıkanıyor. Çünkü senaryo veya farketmez, öykü yazımında ilk şart kahramanın izleyici ya da okuyucu ile empati kurabilmesi kuralıdır. Kahraman çocuk ya da hayvan olursa empati kurulan kitle de doğal olarak çocuklar oluyor. Bu, bir sürü harika fikir ekimi yapabilir çocuklarda, itirazım yok. Ama ne kadar başarılılar ya da amaçları gerçekten bu mu? Sadece bunu anlamak için Cartoon Networke bir göz atmanız yeter. Bu kadar şiddet, rekabet ve kötü niyeti bizim ahlaksız bulduğunuz dizilerimizde bile bulamazsınız.
Vaktinizi ayırın, akşam 18:00-20:00 (prime-time) seyredin bakalım. Konuşma olarak tek duyulan ses -Yeaaah. Gelelim konulara. Ebeveyninin izin vermediği bir işi yapan (muhtemelen de son derece tehlikeli ve şiddet içerikli) çocuğun dünyayı kurtarması, anne-babanın bu sonucu görünce çocuğundan özür dileyerek onure etmesi. Ekilen Fikir: Ey çocuk, velin herşeyi bildiğini sanır ama bilemez, sen daha doğrusunu bilirsin. Burnunun dikine git, ebeveynlerine karşı gelip tehlikeli işlere burnunu sok, dünyayı kurtarınca nasılsa senden özür dileyip hatalarını görecekler. Sizce 10 yaşındaki bir çocuk bu veriyle yüklenirse ne kadar sağlıklı kararlar verebilir? Yorum yapmıyor burada bırakıyorum. Ama oğluma bu kanalı seyretmeyi yasakladığımı (çünkü bence şiddeti bilerek ekiyor çocukların ruhuna, ilerisinin beyinsiz asker yetiştirme kanalı bu) belirtmek istiyorum.

Peki gelelim iki yüzlü filmlere. Şu ünlü balina kurtarma serileri Özgür Willy filmleri. Tamamı eğitimli ve tutsak edilmiş Orcalarla, havuzda çekilen, konusu da özgürlüğe kavuşturulmaya çalışılan zavallı balina olan filmler. Kölelerle çekilen kölelik karşıtı film:)) Bence daha çok köle balina ve yunus yaratıyor bu filmler. Çünkü bunu seyreden çocuk bu hayvanlara bayılıyor, görmek istiyor ve doğruca yunus parklarına gidiyor. Oradaki köle hayvanların gösterilerini mutlulukla seyrediyor, sanıyor ki yunus keyfinden gülüyor. Hayır, doğası gereği, aynı joker gibi, palyaço gibi, o yüz ağlayamaz ki? Bu bir pazar, güya protesto filmi, ama hayır, bir propaganda filmi. Aynı bizim zamanımızın Flipper'ı gibi. Bayılmıştık o yunusa, ama o zamanlarda bizim memleket daha medeniydi (fakirdi), yunus parkları yoktu:))  Olsaydı emin olun hepimiz gitmiştik. Bu hayvanların ne kadar duygusal olduklarını, eğitimcilerine ne kadar bağlandıklarını kendi gözlerimle görmeseydim bu işten bu kadar nefret etmezdim inanın bana. O kadar akıllı ve duygusallar ki, sırf sevgi adına herşeyi yapıyorlar. Klorlu su derilerini mahvediyor, beton havuz sonar sistemlerini yok ediyor, o yüzden de rehabilite edilmeden denizlere bırakılamıyorlar. Hele yakalanmaları? Yüzlerce yunus için binlercesi yaralanıyor ya da öldürülüyor (The Cove filmini, şayet yüreğiniz dayanabilirse seyredin).Bunun neresi eğlence? Dişi yunuslar ölü doğum yapıyorlar havuzlarda, sebebi de doğum için gereken yüzme mesafesinin bulunmaması. Bir memelinin yavrusu öldüğünde acı çektiğini bilmeyen var mı? Yunuslar, foklar, balinalar balık değildir, memelidir. Suda yaşıyor olmaları onları balık yapmaz. Son olarak, Flipper'ın eğitmeni Ric O Bary, şu anda sahada çalışan bir aktivist, yunusların özgür olmasını sağlamak için çırpınıyor. Çünkü çok sevdiği yunusu, bizim Flipper'ımız, kendi ellerinde nefesini tutarak intihar etmiş. Ölümü bilecek kadar farkındalık sahibi, ölümü seçecek kadar da mutsuz bir hayvanın son anlarına tanık olmak 180 derece değiştirmiş Ric O Bary'i. Tüm dünyaya yunus parklarını getiren adam, şu anda onları kapayabilmek için çırpınıyor.

Lütfen seyirci kalmayalım, en azından seyirci OLMAYALIM. Müşteri olmazsa yunus parkı da olmaz. Konuyla ilgili araştırın, okuyun ve kendi kararınızı verin. Holywood'un iki yüzlü filmlerine siz siz olun inanmayın!

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Olimpiyat şampiyonu bedenler, istismara uğramış çocuklar!

Sabah Gazetesi yazarı Yüksel Aytuğ, bir makalesiyle tüm kadınları ayağa kaldırdı. Dediği de şuydu, olimpiyatlarda yarışan kadınlar neymiş öyle? Hiç kadına benzemeyen devşirme tipler, kadın demeye bin şahit isteyen memesiz, dar kalçalı yüzücüler, bıyıklı gülleciler.  Tabi böyle demiyor direk olarak ama demeye getiriyor. Açıkçası olimpiyatlarda yarışan kadınlar doğal olarak sokaktan geçenlere benzemeyecekleri gibi, yarışan erkekler de sıradan bir erkeğe benzemeyecek. Bence burada cinsiyet ayrımcılığına gerek yok, şampiyonluğa aday her sporcu bir insandan ziyade bir tür makina gibi işlem görüyor. Kadınların daha fazla etkilenmesinin tek nedeni feminen görünüşten çok fazla ödün vermek zorunda kalmaları. Yani erkek bakış açısına göre. Ama daha fazlası da var tabi. Kadındaki yağ oranı azaldıkça doğurganlığın emaresi olan regl kanamalarının durması, kısırlık, doğum esnasında fazka kaslardaki kasılma sebebiyle ciddi zora giren bebekler. Görüldüğü üzere kadınlar kendilerinden çok daha fazla şey vererek giriyorlar bu işe. O zaman bunu eleştirmek yerine tercihlerinden dolayı tebrik edilmeliler. Erkeklere gelince, açıkçası sporculara baktım da, hiç te erkek gibi görünmediler gözüme. Yani onlar erkekse sokakta dolaşan bu bıyıklılar kim? Çoğunluğu normal kabul edersek, erkek sporcuların da erkeklerin arasında anormal ve erkeklikten uzak olduğunu söylememiz gerekir ki, bu da erkek çoğunluğuna ciddi bir küfür olur. Ama gerçekler bunlar. Olimpiyatlarda kadın ya da erkek yok, sadece kazanmaya odaklanmış, çalışmış, insan bedeninin sınırlarını zorlayan vücutlar var diyelim. Onlara bakış acımız daha çok glatyatörvari olmalı. Onların yaşamları yok, aileleri yok, sadece savaşları var. Ve onun için tüm yaşamlarını feda ediyorlar. Saygı duyup sessizce uzaklaşmalıyız bu konudan. Ancak;
Susamayacağım konu jimnastik dalında yetiştirilen şampiyon adaylarının durumu. Bence kesinlikle çocuk istismarına giriyor bu durum. 3-4 yaşında, sadece vücut yapılarına göre seçilen çocukların esneklik kazanmaları adına bedenlerine yapılanlar başka nasıl izah edilebilir ki? Özellikle Çin ve Rusya'da küçücük çocukların, tamamiyle rızalarından uzak (allahaşkına, 4 yaşındaki çocuğun ne rızası olabilir ki? Tek ihtiyacı olan sevgi, ilgi ve oyun), insanlık dışı çalışma süreleri ve tarzları var. Küçücük bedenler, saatlerce esnetiliyor, ağlama ve acılara aldırılmaksın çalıştırılıyorlar. İşte o yüzden bu küçük ve çekik insanlar tüm madalyaları topluyor, dünyanın en esnek akrobatlarını yetiştiriyor. İtirazım, bu kadar küçük yaştaki çocukların bu durumua maruz kalması. Aynı çocuk fabrikada çalıştırılsa suç oluyor da iş şampiyon yetiştirmeye gelince hak oluyor. Çocuk aynı çocuk, ve sadece çocuk! Doğası gereği jimnastik küçük yaştan eğitim istiyor. Ama dünyada spor konusunda çıta o kadar yükseldi ki, daha iyi olsunlar diye yaşlar giderek ufaldı. Tüm dünyada yaş sınırı getirilse ve bu iş sınırları zorlamaktan ziyade yetenek ve estetik üzerine odaklansa bence bu istismar da ortadan kalkar. Son bir şey daha, o küçücük çocuklara süt ve et verilmediğini, özel diyet adı altında fazla büyümemeleri için proteinden uzak tutulduklarını unutmayın. Çünkü boy uzadıkça jimnastikçi zorlanır. Burada çocuklar Bonzai gibi budanıyor. İşte buna karşıyım ve bu bir istismardır diyorum. Lütfen kadınların memesi yok diyeceğinize çocuk sporcuların istismarına yönelin. 2 sn. daha iyi derece için tüm çocukluklarını ve gençliklerini heba etmeyin. Eğlenmek için mi yapılıyor olimpiyatlar yoksa savaşın başka bir arenası mı? Bu gencecik bedenler de farkında olmaksızın cenk eden beden ustaları mı? Şayet niyet belli olursa bu istismarlar da kolayca bertaraf edilir, kadınlar kadın gibi, erkekler erkek gibi çıkarlar meydana, bir tür makina gibi değil.


Son olarak resimlere dikatli bakın. Çinlilerin jimnastikçi yetiştirme yöntemleri. Çocukların yüzleri ve göz yaşları her şeyi anlatıyor. Bize ise burada SUSMAMAK, tam tersine DURUN diye bağırmak düşüyor.

10 Ağustos 2012 Cuma

Siz Hiç LSV Dükkan Çikolatası Tattınız mı?

LSV Dükkan yani Lösev Dükkan’ında lösemili çocuklarımızın anneleri kendi elleriyle hazırladıkları organik kurabiyeler ve birbirinden renkli el emeği, göz nuru el işlerini sizlere sunuyor. LSV Dükkan bundan tam 12 sene önce LÖSEV Ankara’da, küçücük bir atölyede 5 anne ile başlayan bir çalışmayken bugün yüzlerce annenin ekmek parasını kazandığı meslek atölyeleri haline geldi.                                     

Beslenme ile kanser arasındaki yakın ilişkiye dikkat çekmek için kurulan bu minicik atölye, seneler içerisinde azim, sevgi ve inançla büyüdü. Giderek büyüyen ve insanın içini ısıtan bu başarı öyküsü, LSV Dükkan markasını yaratmaya kadar uzandı. Lösemili çocuklarımızın annelerinin umutlarını, hayallerini işlediği, sevgiyle yoğurduğu her bir LSV Dükkan ürünü sevgili çocuklarımızı hayata bağlayacak.

Tüm renkleri ve lezzetleri ile Türkiye’nin her yerinden LSV Dükkan’a www.lsvdukkan.com üzerinden ulaşabilir ve sipariş verebilirsiniz.

Lösev’i Twitter’da @losev1998 hesabından takip edebilir, #LosevHayatVerir hashtag’i ile  paylaşımlarınızla destekleyebilirsiniz.

Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.



25 Temmuz 2012 Çarşamba

Stephen King 22/11/63

Tam tamına 815 sayfa süren maraton az önce bitti. Bir yaz kitabından biraz daha fazlası, çünkü okumaktan insan kendini alıp denize giremiyor. Hatta plajda okuyayım diye aldığım bu kitabi bitirmek için denize gitmediğimi söylesem yalan olmaz. Az önce bitti, ve soyadını sanki kurgucuların lideri olacağı belli imiş gibi kendisine verilen (tarih tekrarlamayı sever, benzerlikleri sever, ekoyu sever) bu büyük yazarın son eseri de aklımın bir köşesinde yerini buldu. Ne diyebilirim ki? İlk 800 sayfasında fırtınada bindiğim tekneden inemedim, her satırını yutarcasına ve merakla, bir o kadar da heyecanla okudum. Güzel bir hikaye ( ama eşsiz değil tabiki), ama muhteşem bir kurgu. Zaman tünelinde dolanan bir yolcu, ne yapmasını bilen ama asla emin olamayan, kuşkuların insanı nasıl kemirdiğini yaşayarak öğrenen, hayati tercihleri yapmak zorunda kalan, yaptıkça da hayatını çıkmazlara sokan bir adamın öyküsü. Evet, suikasti önlemeye çalışan biri, bir zaman yolcusu, ama ne pahasına. Öyküyü heyecanlı kılan da bu tercihler değil mi zaten. Okuyucu kahramanla bütünleşir, tüm acıları çeker, seçimler esnasında onun mantığıyla düşünmeye çalışır, bazen kahramana kızar, bazen de kahramanı bu durumlara düşüren yazara. Ben yazara sadece sonunda kızdım. Çünkü benim tanıdığım Stephen King, ne yapar eder, OTEL'deki gibi, ya delirdiği için aşk tanımayan bir psikopat ya da HAYVAN MEZARLIĞI'ndaki gibi, aşkından delirmiş, mantığını kaybetmiş, sevdiği kadını ölümden döndürmeye kendini adamış çılgın bir erkek yaratırdı. Bu çılgın zaman yolcusu, takıntılı bir şekilde tüm ömrünü düzeltmelere harcayan, defalarca aynı şeyleri yaşamaktan harap olan, hatta sevdiğini bekleyen ölümü bildiğinden defalarca onu kurtarıp dengesini kaybeden biri haline gelmeli, korkunç bir kısır döngüsünde kendini tüketmeliydi. Bunun yerine olgun SK romantik bir sonla bitirmeyi tercih etmiş. Gerçi itirafına göre yazar oğlunun fikriymiş bu son. Bana kalırsa kendisi yapsaydı asla bu finali tercih etmez, kendine yakışani yapıp, kahramanı iyi niyetli bir dava adamından tüylerimizi ürperten bir canavara dönüştürürdü. Hatta engellemeye gittiği suikastin gerçek faili bile olabilirdi. 

Amerikan tarihini çok bilmem, detaylar hele hiç ilgimi çekmez. Yazarın en sonunda eklediği nota göre ciddi bir araştırma ve gerçeklere dayanan bir öykü, muhtemelen bir Amerikalı'nın tabi ya diyerek okuyacağı türden. Bana göre ise, hadi ya öyle miymiş dediğim bir tarz. Kurguya gelince, mükemmel. Ben eksik ya da hata yakalamadım. Sadece zaman geçişi deliklerinin önünde bekleyen denetleyeciler gereksizmiş gibi geldi. Olmasalar da olurdu. Çünkü oradan başka bir heyecanlı detay çıkmıyor. Beklentileri boşa çıkaran gereksiz bir vaad bana göre. Yıllar önce hepimizi yalnız okuyamaz durumuna sokan O kitabına yaptığı göndermeler ve kahramanların karşılaşması hoş bir supriz oluyor ve nostaljinin tatlı ama O kitabının bir o kadar soğuk esintisi üzerinizde dolaşıyor. Yeni nesil için eski bir kitap olan O'nun bu şekilde yeniden pazarlanması da ayrı bir zeka ürünü. Ne de olsa ben bile 'ya detaylar neydi' diye O kitabına dönmek istedim.

Son söz, SK müthiş bir kitap yazmış, sevenleri hoşlanacak ama fanları son konusuna benimle aynı fikirde olacaklar sanıyorum. Yine de okuyup kararı verecek olan sizsiniz. Ben nacizane fikrimi söyledim sadece!


İyi okumalar!

13 Temmuz 2012 Cuma

Bir Yazlıkçının İtirafları

Hepimizin bildiği gibi yazları deniz kıyısındaki evlerine giden insanlara denir Yazlıkçı. Uzaktan sesi hoş gelen bu davulun şimdi yakından nasıl tıngırdadığını bir yazlıkçının ağzından dinleyelim. Belki o zaman çok da gıpta edilecek gruplar olduklarını düşünmeyeceksiniz. İşte, bir yazlıkçının kaleminden;

 Birinci Gün: Yolculuk
Hep beraber arabadayız. Yol tam tamına 11 saat ve araba tıkabasa dolu. Ayağımın altında düdüklü tencere, evde kalırsa bozulur diye yanımıza aldığımız biber-dometes poşeti, arka koltukta çocuk ve kafesteki kedi, İkedan alınmış nevresim ve çarşaf poşetleri, bagaj ful. Evden çıktık, daha iki sokak gitmiştik ki oğlan başladı, 'Geldik mi? Ne kadar kaldı?' kedi ise 5 saniyede bir miyavlamakta. Takometre gibi maşallah, 100 km. ye kadar normal miyav, biraz hızlanalım böğürmeye başlıyor. Her viraj, sollama, ani frende kedinin çıkardığı seslere şaşıyoruz. Eşim kedimizin havlamaya başladığını söylediğinde ne yazık ki hakverdim, kedice söylenecek her laf bitmişti sanırım, Van köpekçeye geçmişti. Zaman gerçekten göreceliymiş. İlk 6 saat bu kadar mı uzun olur. Neyseki kedi bayıldı (16 yaşındaki Van'ın en uzun performansıydı ne de olsa), oğlan PSPye kapıldı, ben sızdım. Kedinin arabaya işemesi dışında fazla da bir olay olmadı zaten ikinci 5 saatte. Gece eve varıp tam tamına 10 aydır kapalı olduğu için leş ötesi olan viraneye kediyi ve tüm eşyaları bıraktık, annemlerin yazlığına geçtik. Bu evde uyunamaz ki! Şükür yolculuk şimdilik bitti.

İkinci Gün: Ev Açma
Sabah evi temizlemeye geldik. Tüm mutfak indi, tüm dolaplar ciflendi, tabaklar tek tek yıkandı, her yer silinip süpürüldü, buzdolabı temizlendi, yosunlanan su pompası atıldı, valizler açılıp yerleştirildi, perdeler yıkandı,yataklar yapıldı,termosifon çalıştırıldı, baçe mobilyaları baçeye taşındı, geçen yıl kapanışta yıkanıp ütülenip kaldırılmış minderler yerleştirildi. Hani o beyaz minderli koltuklar ne güzel görünür değil mi resimlerde? Ama onları baçede beyaz tutmak ne kadar zordur biliyor musunuz? Hele ki evde kedi, çocuk ve arkadaşları varsa. Neyse, akşam 17 civarlarında temizlik bitti ama ben de bitim. Açız. Yorgunuz. Annemlere gidiyoruz yine yemeğe. Evde ne pişirecek bir şey ne de bende o güç var. Oğlan da ne zaman denize gideceğiz derdinde. Mayoyu giymiş dolanıyor. Bende mayo giyecek hal yok. Gün bitti diye seviniyorum o kadar.

Üçüncü Gün: Alış-veriş
Kahvaltı edecek ekmek yok evde. Bugün Migros günü. Deterjandan yağa, yoğurttan makarnaya ihtiyaç listesi yapılıyor. Tabiki yine ben gidiyorum. Doldur doldur bitmiyor. En zoru da eve taşımak. Tam tamına 72 basamak merdivenle eve ulaşılıyor. Çünkü bizim yazlığın yolu yok, daha yapılmadı. Zaten suyu da yok, kuyu bitince tankerle geliyor. Lağımı da vidanjörle çekiliyor. Ama olsun yazlığımız var ya:))

Dördüncü Gün: Pazar

Sanıyorsunuz ki keyfe başladık. Olur mu, bugün de pazara gidip sebze-meyve alacağız. Sabah 8 gibi evden çıkmak lazım yoksa sıcağa kalır perişan oluruz. Bir saatlik pazar alış-verişinden sonra eve dönüp yerleştirme ve yemek yapımına girişiyorum. Oğlan üç gündür mayoyla zıplamakta ne zaman yüzücez? Ulan ben de istiyorum ayağımı suya sokmak ama o zaman bunları kim yapacak? Öğleden sonra oğlanı alıp denize götürüyorum. Varya şezlonga yattığımda tabanlarım ağrıyor. Sanki falakadan kalktım geldim. Kolumu kıpırdatamıyorum. Oğlan denizden çıkarmış kafayı bağırıyor, 'anne gelsene su çok güzel, hem sırtına biniyim azıcık':)) Sırt senin yavrum, hiç inmedin ki zaten oradan:))

Beşinci Gün: Sefa

Yazlıkçı resimleri vardır, deniz manzarası eşliğinde bahçede kalkan kadehler ve keyifli yüzler. O kadınların gözlerinin ta içlerine bakın. O yorgunluğu siz de farkedeceksiniz. O resimlerin altında ciddi bir performans yatar ve siz buna hazır değilseniz asla yazlık almayın. Hele ki iki ayın altında tatiliiz varsa asla. Otelin gözünü yiyim ben be! Neyse, şimdi size geri kalan günlerin bir özetini geçeyim çok uzatmadan. Artık hayat rutindir. Sabahları kalkar bahçeye kahvaltı hazırlanır. Sonra toplanıp bulaşık yıkanır. 72 basamak tırmanılarak ( deniz çantası, deniz yatağı, pompa, su tabancası, makarna, palet, şnorkel, balık kepçesi koltuğumun altında, oğlan sadece bir kovayı sallaya sallaya gidiyor önümden, hava da en az 40 derece) arabaya ulaşılır. 15 dk. yol yapılır, plaja gelinir, şezlong savaşıyla bir tane kapılır, oğlan denize girdiği andan çıkana kadar tek göz onda izlenir. Ani durumlarda suya atlanıp olası kavga önlenir, boğulan varsa kurtarılır. Akşam eve dönülür, yemek yapılır, sofra hazırlanır, yine bulaşık, gece 10 gibi pil bitmiştir artık! Ne yattığım yeri bilirim, ne de saati. O uykunun tadı hiç bir şeye benzemez. Bakın İstanbul'da böyle uyku uyumuyorum ben. Oksijenden heralde:)) Bu arada haftada bir gün pazar, iki gün de Migros var, evi de hergün bir silmek lazım, malum bahçe. Çarşafları her hafta yıkamak gerek, malum ter. İşte size yazlıkçının özlenilen o iki kocaman ayı. Oğlan yine tepemde, hadi deniz diyor. 72 basamak ve 15 dk.lık araba yolu var önümde. İmrenin hadi. Olmazsa bize de beklerim.

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Seul de Kiametre Taşlarınızdan Biri Olabilir

Tatil anılarınız, önemli deneyimleriniz ve hayatınıza değer katan her şey Kia’nın yeni Facebook uygulamasıyla kişisel bir yol haritasına dönüşüyor. Uygulama, anlatmaya değer bulduğunuz her şeyi hayatınızın Kiametre taşlarına dönüştürüyor ve şık bir tasarımla paylaşmanıza olanak tanıyor. Kia’nın Facebook sayfasında yer alan uygulama hem Kia kullanıcılarına hem de Kia sahibi olmayanlara yönelik.

Kiametre uygulamasında evlilikten çocuğa, iş değişiminden tatile, size yeni deneyimler kazandıran ve hayatınıza değer katan her şey, sevdiklerinizle paylaşabileceğiniz ya da çıktısını alıp hayat hikayeniz olarak duvarınıza asabileceğiniz bir tasarıma dönüşüyor. Bu sayede geçmişe bir göz atıp anılarınızı hatırlama, hatta deneyimlerinize bağlı olarak gelecekte izleyeceğiniz yolu çizme olanağı buluyorsunuz.


Uygulamanın önemli özelliklerinden biri de beş kullanıcıya Seul seyahati kazandırması. Kia’nın anavatanı olan Güney Kore’nin başkenti Seul, dünyanın en kalabalık ve kozmopolit şehirlerinden biri. Kore kültürüne dair her şeye nüfusu 10 milyonu aşan bu şehirde ulaşmak mümkün. Tüm masrafları Kia tarafından karşılanacak üç günlük seyahate ise Kore’nin turistik merkezleri, sanat aktiviteleri, kültüre dair atölyeler ve tabii Kia teknolojisinin hayata geçirildiği fabrika ve AR-GE merkezi dahil.

Kia’nın Facebook sayfasında yer alan uygulama ile belki siz de hayatınızın Kiametre taşlarına rüya gibi bir Seul seyahati ekleyebilirsiniz.

Siz de Kiametre ile Seul seyahati kazanmak için tıklayın!

Bir bumads advertorial içeriğidir.


2 Temmuz 2012 Pazartesi

Ağrısız Sünnet-Hoşgeldin Sünnet Mevsimi

Oğlum sekiz yaşını bitirdi, ve halen sünneti beceremedik. Yazılarımın takipçisiysen sebebini az çok anlamışsındır sevgili okur, hastalık sebebiyle yasaklanmıştı. Bu durum oğlumda tarif edilmez bir mutluluk duygusu oluşturmuş, oh sünnetten yırttım şeklinde dolaşır olmuştu. Tabi kazın ayağı öyle değil, her güzel şeyin sonu olduğu gibi, hastalığımızın nekahat devresi olan iki yılımızın da sonu geldi. Bu gerçeği öğrenen oğlumuzu aldı bir keder. Ama bu arada sınıfında sünnetsiz çocuk kalmaması, diğerlerin hafif dalga geçmesi, ayrıca sünnet elbiselerinin ve hediyelerinin cazibesi oğlumun fikrini yavaş yavaş değiştirdi. Ve gün geldi, ne zaman sünnet olacağını sordu. Bu anı derhal değerlendiren ben şimdi sizlere önereceğim ağrısız sünnet olayını hazırladım. Benim keşfim değil, ben sadece doktoru buldum, onlar keşfetmişler bu olayı. İşin özü şu,

1. Çocuklar tam olarak nerenin kesileceğini bilmezse ve etrafta oh gitti pipi, kesecekler kökünden şakaları uçuşursa, bu olay tam bir travma oluyor. O yüzden anneler, lütfen çocuklarınızı yıkarken pipinin kesilmesi gereken derisini çocuklarınıza gösterin, nedenini de (daha sağlıklı olmak, dinin gereği gibi) açıklayın. Bunu da 4 yaşından itibaren düzenli yapın.

2.  Sünnet elbisesi inanılmaz bir itici güç. O pelerin ve asa sanki çocuklara pipimi bile kestiririm bu bunlara sahip olabilmek için dedirtiyor. O yüzden sadece 100 Tl. lik bir masraf yapıp alıverin. Ya da birinden ödünç alın.Onu giyerek hastaneye gelen çocuk herkes tarafından yüreklendiriliyor. Çocuk da daha bir cesaretleniyor. Ne diyoruz, elbise şart!

3. Tam narkoz lokale göre daha tercih edilebilir bir seçenek, çocuk görmüyor en azından.

4. Kesimden üç saat sonraya kadar ağrı olur, sonra dururmuş. Bu yöntemde çocuğun ameliyatlı bölgesine sekiz saat etki gösteren bir anestezik madde enjekte ediliyor. Dolayısıyla çocuk asla acı çekmiyor, güle oynaya hastaneden çıkıp akşama top oynamaya kalkıyor.

İşte, bizim ağrısız sünnet tam olarak buydu. Yeditepe Üniversite Hastanesinde, Prof. Dr. Selami Sözübir ( Çocuk Cerrahisi Ana Bilim Dalı Başkanı ) bu konunun uzmanı. Randevu alıp gittiğimizde önce oğlumuzla konuştu, tam olarak nereyi keseceklerini ve nedenini göstererek anlattı. Gerçi bizim canavar zaten biliyordu ve doktorumuzu bayağı şaşırttı bilgisiyle ama yine de çok iyi oldu. Çünkü kendini kesecek adamın neresiyi keseceğini bildiğinden emin oldu:)) Kesilecek deride anlaştıktan sonra gün aldık. Aman dikkat, çok istek alan bir doktor, o yüzden planladığınız tarihten 4-5 ay önceden gidip gün alın. Kesimden bir gün önce kan tahlilleri yapılıyor, ertesi gün de sabah hastaneye yatıyor çocuk. Operasyon günü akşam 17:00 kadar gözlem altında kalıyor çocuk. Kanama ve ağrı olmaması için. Sonra taburcu ve iş bitti!

Bugün pansuman günümüz, sargılar çıkacak. Oğluma sordum nasıldı diye? Hiç acımadı dedi, sonra da pipisini saran kahverengi ve tırtık dokulu bandaja bakıp ekledi:
 'Pipim kozaya girdi, kelebek olup uçacak bugün' !

21 Haziran 2012 Perşembe

Selülitten Kurtulmanın Bedava ve Kolay Yolu

Sevgili okuyucu, geçen yazımdan hatırlayacaksınız organik yağlarla cilt bakımı nasıl yapılır anlatmıştım. Bugün ise sadece elimizdekilerle selülit olayından nasıl en az zararla çıkableceğimizi anlatacağım. Ama önce organik yağların kullanım sonucunu sizlere bildirmem gerek. Takriben iki haftadir bu yağları düzenli olarak kullanıyorum. Beni uzun zamandır görmeyen bir arkadaşımla karşılaştım, ilk lafı göz altına ne yaptırdın sen bakiyim oldu:)) Demek ki işe yarıyor bu karışım. Yalnız önemli bir noktanın altını çizmek istiyorum. Botoksun ya da dolgunun yaptığı mucizeyi beklemeyin bu karışımdan, hatta hiçbir şeyden. Botoks, kasa enjekte edilen ve onu felç ettiği için hareketini yok eden bir madde. Sonuç olarak enjekte edilen yer hareket etmediği için kırışmıyor. Ama 3-4 ay sonra etkisi geçince, kırışıklıklar tüm ihtişamıyla geri dönüyor. Üstelik sizin gözünüz pürüzsüzlüğe öyle alışıyor ki, derhal yeniden yaptırmak için koşturuyorsunuz doktora. Bu yağlar ise deriyi besleyerek yaşlanma etkilerini geciktiriyorlar. Olan bir kırışıklığı tedavi edemezsiniz, sadece botoksla bir süreliğine görünmez yapar, ya da gül mucizesiyle hafif açarsınız. Ama tamamen yok olmaz! Çünkü yaşlanıyoruz, tabiatın gerekliliği bu. Ama ne yapabiliriz, bu yağlarla daha düz, daha duru, daha parlak bir görünüm kazanırız. Mimik yaptığınızda tüm kırışıklıklarınız ortaya çıkar (ki bundan gurur duymamız gerek, muhteşem tecrübeleri simgeliyor onlar), düz durduğumuzda ise kırışıklıklar görünmez çünkü yer etmez. Beslenen cilt aynı yuvarlanan kağıt gibi hareket eder her mimikte, nasıl ki kağıtta iz olmaz düzeltince, ciltte de olmaz. Ama kağıdı katlarsak bir iz oluşur ve bu da kuru ve bakımsız bir cildin mimikler sonrası aldığı hali tanımlar. O yüzden, amacımız cildi beslemek, mimik yaptığımızda yüzümüze anlam veren tüm kırışıklıklara sahip olmak, ama onların kalıcı olarak yüzümüze eklenmesini engellemek. Anlaşıldı mı? Neyse, ben yaptım oluyor, tekrar tavsiye ederim.
Gelelim bir yaz günü kabusu olan selülitlere. Mesut'dan bahsetmiştim geçen yazımda, hani şu Kadıköy'de Tarçın isimli dükkanın sahibi olan arkadaşım. O gün konuşurken bana çok ilginç bir şey anlattı, izniyle sizinle paylaşmak istedim. Bu selülit denen bela zayıf-şişman herkeslerin başında. Mesut'un dediğine göre kurtulmanın demeyeyim ama azaltmanın bir yolu şu:
Banyodan önce atkılı fırça, kabak lifi ya da kese ile cilt kuruyken aşağıdan yukarıya cildi ovalıyoruz. Duştan sonra da sorunlu yerlere artık elimizde ne varsa sürüyoruz, bebe yağı, losyon, zeytinyağı ne varsa. İçerik önemli değil, burada amaç cildin altındaki yağ hücrelerini kandırmak. Hep nemli tutmak. Böylece suya doyduğunu düşünen hücre vücuttan su toplayarak selülit oluşturmayacak! İşte bu kadar basit. Fırçalayarak da bu hücrelerin parçalanıp lenflerden atılmasını sağlıyoruz. Düşünün, yazın denizde selülit niye azalıyor? Çünkü sürekli güneş yağı sürüyoruz!
İşte bu kadar basit ve bedava bir yol. Ne kremlere ne de masajlara yüzlerce lira vermeye gerek yok. Yapın, bir şey kazanmasanız bile deneyin, nasılsa kaybetmiyorsunuz. Ben deniyorum iki haftadır. Sonuç konusunda sizlere bir şey diyemeyeceğim, çünkü aynı zamanda spora da gidiyorum, dolayısıyla azalmanın ölçüsü ve hatta nedeni bu olabilir. Sizi yanıltmak istemem. Deneyin canım, ne var işte, alt tarafı bir kese, zaten evimizde mutlaka vardır, kullanıverin işte.
Mesut'un daha bir sürü harika pratik yolları var. İlginizi çekerse yazar paylaşırım. Hatta bana yazın sorununuzu derhal çözümüne organik yollardan bakarız. Maksat hizmet!
Hepinize kırışıksız ve de selülitsiz bir yaz diliyorum!

15 Haziran 2012 Cuma

Çocuk Ruhuyla Piknik

Geçen hafta denk geldim twitter’da #piknikteiyigider hashtag’ine. Çocukluk anılarım canlandı birden.

Annem nefis poğaça kokusuyla uyandırırdı bizi. E tabi bir de spesyal mercimek köftesi! Ablamla pikniğe gideceğimizi o zaman anlardık. Aman allahım ne heyecan! İki çanta dolusu oyuncak götürmek isterdim her seferinde. Annem de hep en sevdiğim oyuncakları almamı söylerdi. Gittiğimiz andan itibaren koşturmaya başlar ve arada sırada annemlerin yanına uğrayıp patates kızartması ve köfte kapardım... Eh, artık büyüdük, abi-abla olduk o yüzden bir sürü yemek yemek, top oynamak, sonra birazcık kestirmek #piknikteiyigider =) Sizce?

Bir bumads advertorial içeriğidir.

7 Haziran 2012 Perşembe

Genç Görünmeye, Sağlıklı Olmaya Hazır mısınız?

Uzun zamandır, her kadının yaptığı gibi cildime bakmaya, daha az kırışıp sarkmaya uğraşıyorum. Bu yol uğruna kavanozlarca La Prairie tükettim. Bilen bilir, piyasanın divası olarak gösterilir bu marka. Kötü mü peki? Haşa, asla değil. Ama çok pahallı diyelim. Hem de öyle ki, platin serisinin bir kavanozuna (4 ay gidiyor ortalama) 5 botox yaptırabilir, 2-3 yıl hiç kırışıksız dolaşabilirsiniz. Krem ise kullandığınız süre içinde daha iyi bir görünüm sunuyor size. Bırakınca eskiye dönüyorsunuz. Demek ki geriye döndüren ya da zamanı dıurduran değil, günü kurtaran bir formülü var. Açıkçası bu fiyatlar ve botox-dolgu gibi müdahalalere karşı duruşum sebebiyle daha farklı bir arayışa girdim. Organik yağlar. Evet yanlış okumadınız, organik yağlarla çözdüm kendi cilt problemlerimi. En azından minimum kimyasal ile maksimum bakım sağladığımı düşünüyorum. Bu konuda uzman bir dostumdan yardım alarak tabi.
Kadıköy'de Şifa Hastanesinin arka caddesinde (Serasker Caddesi 53/A) kocaman bir aktar dükkanı var Mesut'un. Adı TARÇIN. Kime sorsanız gösterir
Şunu daha büyük bir haritada görüntüle: My Places. Ve kendisini bu  işe resmen adamış. Sorsanız saatlerce herşeyi en ufak detayına kadar anlatıyor, sizi bilgilendirmek için çırpınıyor. Benim gibi meraklı biri için bulunmaz fırsat. Zaten Mesut ile bir araya gelince saatler nasıl geçiyor hiç anlamıyorum. Jojoba yağından girip Argandan çıkıyoruz, selülit tedavisinden karaciğer detoksuna kadar her konuya dalıyoruz. Ben ve arkadaşım üç saatinden sonunda elimizde aldığımız organik yağlarla ve öğrendiklerimizle mutlu mutlu eve dönüp karışımlarımızı yapıyoruz. Sonuç ortada, parıldayan ve bakımlı bir cilt. Formülün gizli bir yanı yok, hemen vereyim kullanmaya yarın başlayın. Ama sakın unutmayın aldığınız malzeme iyi olmalı, yoksa anlamsız olur. Aktarlarda satılan ucuz küçük şişelere sakın yönelmeyin. Gerçek ve organik olan yağlar kutularında zaten işaretli ve sertifikalı, ve tabi ucuz değil. Buğday ya da gül gibi pahallı ve yağı zor çıkan bir ürünün 20 gr.'ı nasıl 10 TL olabilir zaten? Ben formülü vereceğim, ama siz de üzerinize düşen görevi yapıp gerçek ve organik yağlardan yapacaksınız bu karışımı, içine esans katılmış şişelerden değil. O yüzden de diyorum ki, güvendiğiniz, bildiğiniz bir aktara danışın. Şayet bilmiyorsanız Mesut'un dükkanı TARÇIN'a gidin. Hem en iyi kalite yağı alın, hem de her türlü hastalık ve tedavisi hakkında bilgi edinin. Mesela ben yarından itibaren Mesut'un tavsiye ettiği karaciğer detoksuna başlıyorum. Hem cilt hem de kan için çok faydalı, sadece enginar yapraklarıyla yapılan bir tedavi. Yan etkisi mi? Tabi ki yok! Sonucunu yazarım ay sonuna. Ama mükemmel olacağına eminim. Gelelim yüz için kırışıklık açıp, leke gideren, aynı zamanda da yaşlılık etkilerini iyileşiren organik formülüme:
1.Buğday yağı ( A ve E vitaminiyle deriyi besler, lekeleri azaltır)
2.Jojoba Yağı ( Çok güçlü bir nemlendirici)
3.Argan yağı ( Yaşlanma etkileri için, kırışık-sarkma ve solan cilt rengini düzeltmeye çalışır)
4. Gül Yağı (Kırışık açar, cilde en iyi gelen yağdır, dikkatli kullanılmalı direk sürerseniz cildiniz yanar)
Bunları alıp eşit oranda (gül hariç) karıştırıyoruz. Sonra gülü 5-6 damla kadar (zaten daha fazlasına gerek yok) ekliyoruz. Sabah-akşam cilde sürüyoruz. Ama güneşe çıkarken korunmayı unutmuyoruz. Bu yağlar cildi besler koruma faktörlerinin görevini görmezler. Bir dipnot: üç kişi birleşip alabilir, 1/3 oranında (yine gül hariç) karışımları paylaşabilir, böylece 6 ay gidecek ürününüze 1/3 fiyatına sahip olabilirsiniz. Hem de en kalitelisini alarak. Böylece kişi başı 80 Tl. ye gelir (yine gül hariç). Kremlerle mukayese edilemeyecek bir fiyat ve kalite. İçlerinde kimyasal yok en azından, hepsi de organik. Neyse, tercih sizin, ben sadece  bir tecrübemi paylaşıyorum. Umarım işe yarar. Pırıl pırıl bir cilt dileğimle!

Not: Mesut Bey, size de çok ama çok teşekkür ederim, sayenizde çok daha iyi bir cilde kavuştum. Görünüşüm genç mi onu bilmem, kararı siz okuyucularıma bırakıyorum. Sadece 40'ı çoktan geçtiğimi bilin yeter.