Hürriyet

>

31 Ocak 2012 Salı

Ah Paul, Bunu Neden Yaptın?


Zaten kitabı alırken düşünmüştüm. Korktuğum tam da başıma geldi. Ya demiştim, bunu okuduğumda onunla ilgili hayallerim, yarattığım kahraman zedelenirse? Ya o benim aşık olduğum yazar-adam olmaktan çıkıp tüm zayıflıklarıyla yaşlı bir erkeğe dönüşürse? Ne yazıkki aynen böyle oldu. Tüm 30lu yaşlarımın en iyi hikayecisi olarak belleyip, kitaplarının arkasında basılı, muhtemelen 40'lı yaşlarına ait o çelik bakışlı yakışıklı resmine aşık olduğum, eserlerini ezberleyip, uğruna yazı sevdasına düştüğüm adam, bir insan evladına dönüştü 3 gecede. Kendimi kutluyorum, bir tek kitapla 15 yıllık bir efsanemi yerle bir ettim. Kitaplarını okuduktan sonra, onunla kendimin kahraman olduğu nice öyküler yazmıştım halbuki. Bir gün, bir yerde, belki de bir imza gününde karşılaşacak, bir anda birbirimize vurulacak, bu muhteşem aşkın sonunda da beraberliğimizi yazdığımız kitaplarla taçlandıracaktık. Evimizi bile çizmiştim kafamda. Girişten merdivenle yukarı çıkılıyor, uzun bir koridor, tuğla örgü, dar, tam karşısında pencere. Yüksek tavanlı bir ev, koridorun yanından çalışma odasına geçiş, hafif loş, duvarları ve yerler kitap dolu. Bir deri koltuk, iki kişilik, yanında okuma lambası, ahşap masa duvarın yanında, ardında bir pencere daha. Ama dairemiz bir apartmanda olduğu için fazla direk ışık almıyor. Mutfak da hemen yanında çalışma odasının. Ne detay değil mi? Halbuki o zaten büyük aşkıyla bu hayatı yaşamaktaymış, üstelik 1.80lik Norveçli sarışın ve yazar karısyla. Hadi tutki karşılaşmışız, 1.50lik esmer halimle ilk görüşte aşkı nasıl sağlayacaktım, üstün zekama mı vurulacaktı, yoksa olmayan dehama mı? Ah Paul Auster, neden yaptın bunu? Neden yazdın Kış Günlüğü'nü? Neden hayallerimin yakışıklı dehası, kahramanı ve ulaşılmazıyken 64 yaşındaki yaşlı bir amcaya dönüşüverdin?

Belki de gereklidir her yazarın hayatında, kendini anlatmak. Zaten ufaktan ufaktan katıyorlar kendilerini yarattıkları karakterlere ama ya gerçekler? Tüm yalınlığı, zayıflığı ve acımasızlığıyla yapılan itiraflar. Geçmişle yüzleşme, pişmanlıkları itiraf edebilme, sırları ortaya dökme, geçmişte söylenememişleri tüm okuyucularla paylaşma. Belki de bir tek kitabında insan olmak istedi Paul. Gerçek Paul Auster olmak. Zormuş gerçekten, hem hayatı, hem de onu olduğu insan olarak kabul etmek. Hele benim gibi bir fanatik hayran için. Sonuç olarak, kitapla ilgili ikircikliyim. Okumasa mıydım acaba? Yoksa iyi ki okudum mu?
Bu kitabın konusu bir hayat, Paul Auster'ın hayatı. Kahramanı da nefes alan, panik atak geçiren, osuran, hapşuran, sevişen, dövüşen, dayak yiyen Paul Auster. Gerçekten tanışmak ister misiniz kendisiyle? Yoksa hayallerinizdeki gibi kalsın mı, Son Şeyler Ülkesi'nde çaresiz kadın, Timbuktu ile sokak köpeği,Yalnızlığın Keşfi'inde babasının ardından geçmişle yüzleşen oğul ve daha bir çok unutulmaz kahraman olarak ölümsüzleşsin mi hafızanızda. Seçim sizin, en azından seçme hakkınız var, ne güzel. Ah o merakım yok mu, işte o öldürdü beni zaten. Ne demişler? Merak kediyi öldürür!

Benim Sevgililerim!


Beni ilk kucağına aldığında, o nefis kokusu, ılık nefesi ve yumuşacık göğüsleriyle ilk aşkım oldu. Anneme bakıp ( muhtemelen) sevginin bu olduğunu hissettim. İlk sevgilimdi benim. Biraz kendime geldiğimde, güçlü kollar, en az annem kadar sıcak bir beden beni sarmaladı, koruyup gözledi. İlk sevgilimi terk etme zamanı gelmişti. Babamı keşfettiğimde gerçek aşkı bulduğumu düşündüm. Büyüyünce onunla evlenecektim, işte ikinci sevgilim tüm yakışıklılığıyla karşımdaydı. Ama zaman durmuyor ki, akıl da tabi, büyüyor geçen günlere uyarak. Babamla evlenemeyeceğimi anladığım o kara günden sonra başka erkeklere yelken açtım. Sırasıyla bir sürü kurbağa öptüm, hepsi kendine özgü çirkinlikleriyle kurbağa olarak kalmayı seçtiler. O dönem kedilerimle tanıştım ve gerçek sevgiliye kavuştuğuma inandım. Hiçbir kurbağa koynumdayken bu kadar mutlu olmamıştım. İşte üçüncü sevgilimi ilan ettiğim gündür o an. Derken kocamla tanıştım. Başka bir kurbağa olarak hayatıma girdi. Öptüm, değişmedi, bir aynaya baktım ki ben bir çirkin kurbağa olmuşum! Onunla hayatlarımızı birleştirdik. Dördüncü sevgilimi bulmuştum artık. E, insanın hayatında kaç sevgilisi, kaç değişik sevgi biçimini tanıması gerekebilir ki? Heralde dedim, bitti, dörtte kaldık. Ama dokuz ay sonra beşinci sevgilimi kollarıma verdiler. Bu ne minik, ne tatlı, ne garip bir kurbağaydı böyle. Hayatımı gerçekten değiştiren de beşinci sevgilim oldu. Ne sorun çıkarırsa çıkarsın, huysuzluklarına rağmen, dertlerine, zorluklarına, kaprislerine, herşeye rağmen en sevgilim oldu. O zaman anladım ki, emek verdikçe sevgililer kıymetleniyor. En çok uğraş verdiğim sevgilim, kapris yapamadığım, sürekli alttan aldığım tek yaratık, en çok değer verdiğim sevgilim olmuş. Halbuki verdiğimin yarısını bile alamadığım halde.

Sevginin bir yolculuk , sevgilinin ise o süre içinde değişerek yanına katılan yol arkadaşı olduğuna inanıyorum artık. Daha yolun sadece yarısını on sene geçtiğime göre, kimbilir tanışmam gereken kaç sevgili bekliyor beni diğer yarıda. Annem, oğluma her sarıldığında ‘tek aşkım, gerçek sevgilim, ‘ deyip duruyor. Demek ki en azından bir yeni sevgili garanti tanıyacağım. Ve annemin dediğine göre en en sevgili olan torun. Zaten geçmişime baktığımda, her yeni gelen, bir öncekinden daha değerli oldu. Bu da bana çok şey anlatıyor.

Yaşamımdaki tüm geçmiş ve şu an bulunan sevgililerime, bana bu yolculukta eşlik edip sevginin türlü anlamlarını öğrettikleri için teşekkür ediyorum. Ve kendimi gelecekteki tüm yeni aşklara açık bırakıyorum.

Sevgililer gününüz kutlu olsun...

İyi Bir İlişki İçin Üç Altın Kural!


Kimse bize, çıktığımız bu yolculuğun zorluklarından ve fedakarlıklarından bahsetmedi. Kimse bize mecbur olmadığımızı söylemedi, hatta tam tersine bu yola girmemiz için zorladı. Bu yola baş koyduğumuzda da derin bir oh çekerek bizleri sorunlarımızla baş başa bıraktı. Önce kalakaldık, dedik ki, sadece ben böyle hissediyorum galiba, sonra yavaş yavaş idrak başladı. Aslında birbirimizden farkımız yoktu. Bu çukurun içinde debeleniyorduk beraberce ve birbirimizden habersiz. Konuşmaya başlayınca anladık ki benzeriz. O zaman paylaşmaya ve kabullenmeye razı olduk durumumuzu. Neden bahsettiğimi anladınız tabi; Evlilik. Tercih edilmesi gereken bir yaşam tarzından, kültürümüz sağ olsun, yapmak zorunda olduğumuz ödevimiz haline gelen kurumsal yapı. Bakmayın bu kadar karamsar tablo çizdiğime, aynı zamanda çok da güzel bir birliktelik. Ama o konuda yazan-çizen maşallah çok fazla. Ben biraz aykırı olmak istiyorum. İçimizde yükselen, ama bizi kendimize ve ailemize kötü hissettiren duyguların aslında bize özgü olmadığını, her evli çiftin yaşadığını söylemek istiyorum. Üstelik bu evliliğimizin kötü olduğu anlamına da gelmiyor. Sadece kurumsal yapıdan gelen baskıların üstümüzde yarattığı etki bu, o kadar. tek yapmak gereken şey uyum sağlamak. Hayattta kalmak çin tüm canlıların yaptığı şey de bu değil mi zaten? Gelelim bunu nasıl yapacağımıza. Gayet farklı yöntemleri var. Ama ben çok bilindik bir kaç kuralı yazmak istiyorum.
1. Kararlılık: Birlikteliğin en önemli motivasyonu, sonuna kadar( neyse artık bu son)gitmeye kararlı mısınız? Değer mi? Yoksa yol yakınken geri dönmek mi gerek. İki yıl içinde anlaşılır zaten. Unutmayın, kimse kimse için yaratılmadı, ve mükemmel eşleşme diye bir şey yok. Ama katlanılabilir farklılıklar ve katlanmaya değer artılar var. Şayet bu denklemde artılar fazla ve zorluklar başedilebilir gözüküyorsa kararlı olmanın vakti gelmiştir. Daha iyisi mutlaka vardır bir yerlerde ama onu bulabilir misiniz, emin değilim. En iyisi elindekinizin en iyisiyle idare etmek!
2. Anlayış: Sakın yanlış anlamayın, her denilene he deyip geçmek değil bu! Karşınızdakini anlamaktan bahsediyorum. Eşinizin hayat görüşünü, amaçlarını, hedeflerini, isteklerini anlamak. Kendinizinkiyle koordinasyonunu sağlamak. Birlikteliğinizin ikiniz için de verimli bir hal almasını sağlamak. Unutmayın bir elin nesi var, iki elin sesi var. Harika bir paylaşım ve uyumla tek başınıza gelemeyeceğiniz yerlere iki kişi tırmanabilirsiniz. Farklılıklarınızı da bu yolda bir araç olarak kullanabilirsiniz. O yüzden, dinleyin, kendinizi dinletin. Tartışın ama kavgaya çevirmeyin. Unutmayın, şiddetlenen tartışmalar beyinde belirli bir hormon salgılanmasına yol açar ve bu sizi dar kafalı, anlayışsız bir insan haline getirir. O zaman da karşınızdan hiç bir şey alamaz, sadece kendi haklılığınızı ispat etmeye kalkarsınız. Tartışma bittiğinde de beyniniz size öyle güzel bir telafi hikayesi yazar ki (yapısı böyle çünkü) ne kadar haklı olduğunuzun sebeplerini sıralarsınız. O yüzden hiç bu hataya düşmeyin. Gerekirse birbirinize yazın, o zaman tekrar tekrar okuyarak anlamayı kolaylaştırırsınız.
3. Değişim: Yaşamın kuralı bu, değişim. Herşey değişiyor, zaman, ortam, ihtiyaçlar, istekler...Biz değişmezsek komik olmaz mı? Tabiki değişmeliyiz ama birbirimizden kopmadan. Beraberce yapmalıyız. Çiftlerden biri kendine aşırı bakmaya başlarsa, sağlıklı yaşamı ve sporu tercih ederken diğeri kendini bırakırsa uyumsuzluğun doğal sonucu olan kopma başlar. Ya da biri entellektüel olarak kendini yetiştirirken diğeri gazete bile okumazsa, alın size bir uyumsuzluk daha. İlerleyen eş, geride kalanı beğenmemeye başlar haklı olarak. Ve anlam veremez, neden beni yalnız bıraktı diye! Geride kalan ise gidenin arkasından neden böyle olduğunun, neden değiştiğinin yasını tutar, uyum sağlamak yerine. O yüzden her zaman diyorum ki, konuşup anlayın eşinizi,nereye gittiğini takip edin hayatta, bir şekilde mesafeyi kısa tutun, arayı açmayın. En azından dönüp baktığında çabanızı ve aradaki mesafenin azlığını görsün. Boşanmaların çoğu eşler arasındaki dünya görüşünün giderek farklılaşmasından doğar. Benzer olun demiyorum ama çok da fark atmayın birbirinize. Eşiniz neler okuyor, göz atın, okumaya çalışın, gittiği yönü size gösterecektir. Size uyarsa peşinden rahatça gidersiniz zaten. Peki uymuyorsa? O zaman erken teşhis hayat kurtarır diyorum. Daha en başında tekin olmayan yola girmesini engelleyebilirsiniz. Tek kaçarınız bu, bunu sağlayacak tek silah da bilgili olmanız. Kafasındakini anlayıp anti tezlerle bunu çürütebilirseniz, hatta kendiniz yakın ama verimli bir yol çizip eşinize önderlik edebilirseniz, işte tedavi. Küçük bir örnek vereyim isterseniz. Eşim yıllar önce dalmaya merak sardı. Bir de arkadaş buldu kendine, beraber iki erkek dalıyorlar. Oturdum bröve için kitabı bitirdim, ama bu sefer de burnumdaki problem dalmama engeldi. Ameliyat oldum, bu sefer de kilom az geldi, özel yapım tüp gerekti. Görüyorsunuz çabalıyorum, ama olmadı işte. O zaman bu enerjiyi başka bir şeye aktarması gerektiğini anladım. Hemen arkadaşların kayak gezisine katılmamızı sağladım. Böylece ailece yapılan bir etkinlik yarattım. Şanslıydım ki, en az dalma kadar keyif ve adrenalin yarattı bu iş eşimde. Sonuç olarak her yıl ailece kaymaya gidiyoruz, eşimle beraber arka arkaya kayıyoruz, oğlumuzu seyrediyoruz, akşamları şarapla karın keyfini çıkarıyoruz ve artık dalmanın lafı bile geçmiyor:))Gördünüz mü, değişim her zaman yeni fırsatlar, yeni seçenekler açar önümüze. Olumlu algılayıp hayatımıza uydurmaya gayret göstermeliyiz, o kadar. Kaymayı öğrenmenin kolay olduğunu söylemiyorum, ama eşimin gözünde, bunu başarıp yanında olmakla büyüdüğümü düşünüyorum. Değişime direnmeyin, ama kendinizi de teslim etmeyin, kararlı ve kontrollu, rızanızla ve verdiğiniz yön ile yaşayın bu fırsatı. Bunu yapmak için size gereken şeyler öncelikle kararlılık ( gerçekten değer mi), sonra anlayış ( ne istiyor bu adam ya da kadın). Gerisi zaten gelir, merak etmeyin.
Değişimlerle dolu, yeni fırsatlarla süslü bir ilişki diliyorum herkese!

15 Ocak 2012 Pazar

Aldatma Yalanları


Evli olanlar çok iyi bilirler ki, zaman geçtikçe çiftler arasındaki çekim kuvveti azalmaya, zamana yenik düşmeye başlar. Sadece zaman değildir burada sebep. Eşlerin kendilerine karşı özensizlikleri de rol alır bu soğuklukta. Kadın aldığı kiloları normal karşılar, makyaj yapmamaya, evde kendine çok rahat gelen eşofmanları giymeye başlar, saçlar desen sadece dışarı çıkarken taranıp, parfüm gezmeye ya da iş yerine saklanır. Adamın eş olarak seçtiğ kadından 10 kg fazla ve bakımsız hale gelir. E, bu halde seçilmeyecekken neden şimdi tercih edilir olsun ki? Aynı şey erkek için de geçerlidir. Göbek salınır, tv başında bir elde kumanda diğer el hepimizin malumu yerde zap yapılır, sohbet biter, üst baş desen hanımdan beter bir haldedir. Yani aslında ikisi de artık tercih edilmez forma gelmişlerdir. Birbirlerine laf da söyleyemezler, ne desinler ki, tencere dibin kara seninki benden kara:)) Sonra da çevrelerine, birbirlerine ne kadar bağlı ve sadık olduklarını anlatırlar! Allahaşkına, elinizi vicdanınıza koyup itiraf edin, sanki dışarda çok talebiniz var da sadakatinizle övünüyorsunuz! Arabası ve ehliyeti olmayan adamın benim hiç kazam yok demesi kadar saçma bir şey bu! Bakımlı, formda, etrafta ilgi uyandıran güzel bir kadının sadakati kıymetlidir, 120 kiloluk, saçı başı dağınık, kılıksız bir kadınınki değil. Aynı şekilde, hiçbir kadının dönüp bakmadığı bir erkeğin, ben etrafıma hiç bakmam demesi de inandırıcı değil. Baksa ne olur ki, fırsatını yakaladığında ne yapacağın önemli. Üstelik, bu tip kişiler, ilgiye o kadar açtırlar ki, en ufak bir temasta derhal o övünüp namuslarına yakıştırdıkları sadakat çadırından fırlayarak kaçarlar, buldukları ilk zina evine kapağı atarlar. Demem o ki, aldatma ve namus olayını hayatlarının en büyük başarı hikayesi haline getirmiş olanlara bir bakın. Nasıl tipler? Son derece dikkat çekici, hoş insanlar, aldatmaya daha yakın gözükseler de aslında ilgiye o kadar alışıktırlar ki, kolay etkilenmez ve sevgiyi üstün tutarlar. Eşlerine, fırsatları olmasın rağmen sadık kaldıkları için de çok daha zor bir işi başarırlar. Dışardan ise, bu adam(kadın) kesin eşini aldatıyordur etiketini yerler, peki kimlerden tahmin edin? Yapmak için yanıp tutuşan, ilgiye hasret diğer grup tarafından. Sonuçta, sadakatin meziyet olabilmesi için fırsata sahipken red etmek şartı olmalıdır. Yoksa, kimse seni istemezken, hatta kocan ya da karın bile, sadığım diye övünmüşsün, kime ne? Sonuçta bakılacak konu şu;
Sadık olmayı mı seçiyorsun, yoksa sdaakatten kurtulamadığın için mi övünüyorsun?
Hepinize seçim hakkınızın olduğu bir yaşam diliyorum!

2 Ocak 2012 Pazartesi

Beklemenin Romanı- Tatar Çölü


Tüm ömrünü bir umudu bekleyerek tüketmek! Tam gerçekleştiğinde ise... İşte Dino Buzzatti'nin ünlü romanı Tatar Çölü ve konusu. Genç Teğmen Giovanni Drogo'nun izole edilmiş, unutulmuş, hatta stratejik önemi sıfır olan bir sınır kalesine tayini ile başlayan macera, bizi alışkanlıkların, unutuşların ve yine de çıka gelen umutlu bekleyişlerin dünyasına götürüyor. Sadece dört aylık bir görevin bir anda hayat görüşüne dönüşmesi, tembelliğin karşı konulmaz hazzı, yaşamdan kopmanın yarattığı alışkanlıklar. Hepimiz büyük düşlerle başlıyoruz yaşam savaşımıza. Ve aldığımız her yenilgi, konforuna sığındığımız her alışkanlık, bizim o beslendiğimiz enerjiyi alıp götürüyor. Sonunda bize kalan, her gün düzenli yaptığımız, hatta artık neden yaptığımızı bile hatırlamadığımız ritüeller, giderek küçüllüp yokolmuş hayaller, fındık kabuğunu doldurmayacak umutlar. Bir çöl sınır karakolunda bu duyguları en şiddetli haliyle yaşatıyor bize Dino Buzzati. Öyle bir ruh haline sokuyor ki okuyucuyu, aslında hiç de önemli olmayan bir umudu ölüm pahasına bekler buluyoruz kendimizi. Tabi sevgili kahramanımız teğmen Drogo'nun düşleri de bu beklentiyi yükseltiyor. Tüm roman umud ederek geçiyor desek yeridir. O yüzden de ben bu kitabı beklemenin romanı olarak tanımladım. Okuyup kendiniz karar verin. Drogo'nun hayatından kendinize uyarlayın, aslında ne kadar benzer olduğunu görün. Hepimiz bir sınır kalesinde, bir başarı umut ederek kapana sıkışmıyor muyuz? İyi okumalar!