Hürriyet

>

21 Aralık 2013 Cumartesi

Yeniden Başlangıç Meridyeni- Esra Tanrıbilir

Genç yazar Esra Tanrıbilir'in yayınlanan ilk öykü kitabı, Yeniden Başlangıçlar Meridyeni bu yazımın konusu olacak. Yeniden hayata tutunmak için mekan arayanların öyküleri sanki bir araya getirilmiş. Eski yaşanmışlıkları unutmak ve hayata yeniden başlamak için insanlığın yarattığı aslında olmayan bir başlangıç meridyenine ev sahipliği yapan şehrin seçilmesi tesadüf olmasa gerek.  Öykülerin mekanı Londra olmakla beraber okudukça, aslında kahramanların yazılmamış hikayelerinin memlekette yaşandığını ve her karakterin sırtında bir yük, ruhunda bir ceset ve beyninde bir hayalet olarak bu mekana taşındıklarını anlıyoruz.

...benim yıllardır sırtımdaki ölülerle beraber gezdiğimden habersiz. (Bahçe cüceleri s:15)
Birden nefes alamadığımı hissediyorum, geçmişin hayaletleri yine boğazıma yapışıyor. (Bahçe cüceleri s: 16)
O an tek duyabildiğim, verandaya çarpan yağmura eşlik eden geçmiş ölüler korosunun hiç bitmeyen şarkıları... (Bahçe Cüceleri s:22)
Kitabın en çarpıcı öykülerinden Bahçe Cüceleri'nin Füsun'u, aslında tüm öykülerde yaratılmış kahramanların sesi oluyor, açık açık geçmişiyle süren kavgasını dile getiriyor. O kadar yüklenmiş ki, yeni ve güzel olan hiç bir anıya da yer vermiyor zihni.

Peki, ya benim  zihnimin bahçesindeki cüceler? Evet, onlar da işlerini tam olarak yapıyorlar. Ne kadar acı verirse versin, geçmişe dair hiç bir şeyin yitip gitmesine, ne kadar mutluluk verirse versin yeni olan hiç bir şeyin oraya girmesine müsaade etmiyor. (Bahçe Cüceleri s: 20)

Kahramanımız aslında kaçarak bu yüklerden kurtulamayacağını çok iyi bilmekte;
Neden bir yeri bırakıp gidince bütün sorunların hallolacağı gibi bir fikre kapılır ki sanki? Oysa ne kadar yıpratıcıysa da acılarımız ve anılarımız terk ettiğimiz mekanlarda kalmaz, hayat yolculuğumuzda bize soluksuz eşlik ederler. (Bahçe Cüceleri s:24)

Ve tüm öykü kahramanları adına son noktayı koymakta;
...bu şehrin son liman olduğuna nasıl karar vereceğim? Yeni bir başlangıç için doğru yer mi, nasıl bileceğim? Kaçılan yerler tamam da, peki ya sığınakları neye göre seçmeli insan? Kalacağım yerin terk ettiklerimden daha korunaklı olduğunu nasıl anlayacağım? ( Bahçe Cüceleri s:26)
Kitap, her ne kadar öykü kitabıysa da, ana bir öykü tarafından çerçevelenerek roman havasına sokulmuş, bağımsız öyküler gibi yazılsalar da kahramanların birbirini tanıyor oldukları bilgisi verilerek metinler arası geçiş yapılmış. Bu da okuyucuda kahramana karşı bir önceki öyküden tanıyorum aşinalığı yaratmış. Çerçeve öykü Yeniden Başlangıç Meridyeni sekiz parça halinde kitaba yayılmış, bir romanın ilk cümlesi, olay örgüsü ve son cümlesi gibi kitapta görev almış. Açılışı, konuları ve sonunda da kapanışı yapmış. Son derece zekice yapılmış bir kurgu. Özellikle de, aslında tüm yazarların olgunluk dönemlerinde mutlaka denedikleri, öykü yazımının en zor bakış açısı olan ikinci tekil şahıs ile yazılmış olması bu kitabın sanki bir ilk değil de deneyimli bir yazarın son çıkardığı kitabı hissini vermiş. Ustalıkla kotarılmış öykü ve bakış açısı seçimleri, bunun bir ilk kitap olduğunu unutturmuş.
Kitabın ironi öyküsü Hafıza Yolu, tüm kahramanların bir şekilde geçmişlerini unutmaya çalıştığı kitapta, hafızasını kaybeden bir karakterin hatırlama çabaları çelişkiyi keyifli kılıyor. Gerçi sonradan pişman olmuyor da değil kahramanımız;
...bana sorulsa birçoğunu ait oldukları yerde, belleğimin kilitli zindanlarında sonsuza dek bırakmaya razıyım. Maalesef iyi halden içerden çıkardıklarımla beraber, bütün idam mahkumlarını da serbest bırakıyorum. Bütün bunlar paket halinde geliyor, ya hepsini alacağım ya da boşlukta sallanacağım. Başka çarem yok. (Hafıza Yolu s: 50)
Kitabın tek erkek kahramanı Önder (Kumdan Kale), kadınlara has incelik ve hassaslığı ile diğer karakterlerden pek de ayrışmıyor. Sadece kadın öyküleri diye bakmamak gerektiğini, bu kırılganlığın cinsiyet ayrımı taşımadığını ilan etmek istercesine sayfalar arasında yerini alıyor.

Zaten biz normal bir çift sayılmazdık, sanki rolleri değişmiştik. Sen ayakları yere basan mantıklı bir erkek gibi davranıyordun bense duygusal ve hayalperest bir kadın...( Kumdan Kale s:123)

Önder'in zayıflığını ilerde daha da iyi anlayıp belki de öykünün başında anlamlandırmadığımız köprü olayını çözümlemeye başlıyoruz;
Birlikteliğimiz de, aradan ayların geçmesi de aslında hiçbir şeyi değiştirmemişti: O hala önde gidendi, ben yine takip eden.(Kumdan Kale s:132)


Yazar Esra Tanrıbilir'in sekiz farklı öyküsünden oluşan ilk kitabı Yeniden Başlangıç Meridyeni işte böyle bir okuma serüveni. Tüm öykülere girmeyerek sizlere de bir tadım bal bırakmak istedim. Yeni yıla girerken, yeni başlangıçları hedeflerken tam da böyle bir kitap iyi geliyor insana. Dostlarınıza ve kendinize yeni yıl hediyesi olarak düşünün derim. Hepimizin yeni başlangıçlara ihtiyacı var çünkü.


İyi okumalar !


26 Kasım 2013 Salı

Tirza - Arnon Grunberg

Bu aralar hakkında çok fazla yorum duyduğum kitaplardan biri de genç Hollanda'lı yazar Arnon Grunberg'in yazdığı ödüllü Tirza. İyi okuyucu olduklarından şüphem olmayan bir kaç arkadaşım ikişer kez üstünden geçtiklerini söyledikleri bu kitaba daha fazla kayıtsız kalamazdım, sonunda okudum.


Kitap Hollandalı sıradan bir ailenin yaşamından bir kesit sunuyor. Yaşlanmaktan ödü kopan, sürekli genç kalmak için genç erkeklerle beraber olan, sonunda da gençlik sevgilisinin peşinden giderek ortadan kaybolan karısının üç yıl sonra eve dönmesiyle dramatik günler başlıyor Jörgen Hofmeester için. Büyük kızı evden ayrılıp sevgilisiyle Fransa'ya, bir cafe işletmek için yerleşen Jörgen'in bu kızıyla ilgili kurduğu akademik kariyer hayalleri suya düşmüştür. Küçük kızı Tirza ile beraber yaşıyor, içten içe karısının dönmesini bekliyor, diğer yandan da kızına adeta tapıyor. Gerçekte çocuk istemeyen Jörgen karısının zoruyla baba olmuştur, ama babalık yapmayı küçük kızı Tirza doğunca öğrenmiştir. Üstün zekalı olduğuna inandığı kızı için yüzme derslerinden müziğe, gece okumalarından (Tolstoy) özel yemek yapımına kadar uğraşır. Kendi başarısızlıklarını, tatminsiz ve mutsuz hayatını kızından uzak tutmak, neredeyse onu bu gerçeklerden korumaya çalışmak adına kontrolü fazla kaçırmıştır. Yeme bozukluğuna yakalanarak hayatın kontrolünü eline almaya kalkan kızı Tirza için Jögen karısına: Kızımızı öldürmekle meşgulüz diyerek belki de kitabın en doğru cümlesini etmiştir.

Kitap eski eşin Tirza'nın mezuniyeti için evde verilecek partiden bir kaç gün önce eve dönmesiyle başlar. Kahramanımız Jörgen'i önce karısıyla iletişiminde tanırız, ve görürüz ki bu sakin ve silik adam aslında karısına şiddet uygulamayı alışkanlık edinmiş biridir. Daha sonra sahneye giren Tirza'ya yaklaşımını, anılarına dönerek kızının küçüklüğünü hatırlamasıyla da kızına aşka benzer bir duyguyla sahiplendiğini anlarız. Yine büyük kızı İbi'yle olan ilişkisinde kızının 14 yaşında kiracısıyla ilişkiye girmesini hazmedememesi bu ilişkiyi neredeyse koparmıştır. Son olarak işyerinden tüm kariyeri boyunca en küçük bir başarı bile sağlayamadığı gerekçesiyle uzaklaştırılmasıyla kahramanımızın ruh halinin artık cinnete dönmeye başladığını hissederiz. Tirza'ya olan hayranlığı ve sevgisi kızını sadece boğmakla kalmaz, kızın babası için sürekli endişelenmesine yol açar. Nihayet okul bittiğinde Tirza, çıkacağı yolculuğun keyfinden çok ardında kalacak olan babasının amaçsızlığına üzülmektedir. Bu arada işsiz kalan baba Jörgen bunu ne ailesine ne de kendine itiraf edememiş, her gün işe gider gibi havaalanına gidip mesai bitiminde eve dönmektedir. Burada da ne kadar takıntılı olduğu yanına aldığı kalem sayısı ve çanta düzeninden okuyucuya verilir.
Mezuniyet partisinde Tirza Ortadoğulu sevgilisi ile babasını tanıştırdığında artık cinnete giriş başlar. Çünkü jörgen yıllarca biriktirdiği paraları bir Hedge fona yatırmış, 11 Eylül saldırılarıyla da bu fon sıfırlamıştır. Jörgen tüm nefretini bu gence yöneltmekte bir zarar görmez. O, 11 Eylül saldırılarından sorumlu olan teröristtir, milyon dolarını yok eden adamdır, Tirza'yı evden uzaklaştıran, bedenini kirleten erkektir. Aynı kiracısının İbi'ye yaptı gibi.

Tirza Afrika'ya erkek arkadaşıyla gidecek, dünyayı tanıyacaktır ama Jörgen içten içe parasını alan o teröristin (hala Muhammet Atta'dır gözünde bu çocuk) kızını da elinden almasına izin vermeyecektir.

Tüm olaylar seyahat öncesi iki günün Jörgen'in evinde Tirza ve erkek arkadaşıyla kalmasıyla zirve yapar. Okuyucu adını koyamadığı bir tersliği hisseder.

Tirza'nın gidişinden aylar sonra hiç haber gelmemesi üzerine Afrika'ya giden Jörgen aslında ne kızını aramaktadır, ne de merak içindedir. Tek amacı kaybolmak, kendi olmaktan çıkmaktır. Bu içsel nefret yolculuğunda yol arkadaşı 9 yaşında bir seks kölesi olan zenci kızdır.

Yavaş yavaş yükselen bir roller costera binmişçesine gerilimin artması, zirveyi suprizle geciktirerek en sona saklaması, ama bu arada merakı asla okuyucudan eksik etmemesi yazarın ciddi bir başarısı. Jörgen'in çöküşü öyle milimetrik işlenmiş ki bir an olsun inandırıcılık sınırını geçmiyor, abartı gözükmüyor. Sanırım en çok da olabilirliği okuyucuyu sarsıyor.

Tirza'yı çok sevdim, konusundan bahsettim ama sonunu söylemedim. Çünkü zaten içten içe korkarak hissettiğiniz o şiddeti yaşayacaksınız.

İyi Okumalar.

23 Kasım 2013 Cumartesi

Eve Dönmenin Yolları - Alejandro Zambra


Alejandro Zambra Şili'den çıkmış genç bir yazar. İlk romanı Bonzai sadece çeşitli ödüller almakla kalmadı, film uyarlaması Cannes ve İstanbul Film festivallerinde de gösterildi. İspanyolca yazan en iyi yirmi iki romancı arasında gösteriliyor.

Eve Dönmenin Yolları, bir çok açıdan incelenmeye değer, okuyucuyu şaşırtan özelliklere sahip. Öncelikle kurgu içinde kurguyu, üst kurmacayı, başarılı bir post modern öyküyü bu kitapta ders gibi işleyebilirsiniz. Ama burada ben okuyucu gözüyle incelemek istiyorum. Yazım özelliklerini arada katarsam kusuruma bakmayın, dayanamadığımdandır.

Daha ilk cümlede kaybolmak ve eve dönmek bir çocuğun gözünden anlatılıyor. Kitap hem geçmişte on yaşındaki bir çocuk hem de günümüzde geçmişini kurcalayan yetişkin bir erkek tarafından yazılmış. Yazar kendini ve roman yazma sürecini de bir üst kurmaca olarak öyküye kattığı için okuyucu ister istemez inanmaya başlıyor ve gerçek bir hikayede kaybolduğunu hissediyor. Bence bu muhteşem bir yalancılık. Zaten yalan söyleme sanatı değil midir kurmaca metin? Öyküde on yaşında tanıştığı kızı (Claudia) yirmi yıl sonra bulan ve onunla birlikte, bilmeden dahil olduğu eski bir olaya giden, şimdiki hayatını bu bakış açısıyla yeniden değerlendiren genç bir adam buluyoruz. Eşinden ayrılmış olmasına rağmen hala görüşen, bu arada bir kitap yazmaya çalışan, yazarken de eski bir tanıdıktan yola çıkarak küçük bir aşk yaşayan genç bir adam. Romanı dikkatle okudukça aslında hatırlanan Claudia'nın hiç varolmadığını, eski eşi Eme'nin anılarını kullandığını, Claudia ile konuştuğu ailesinin de kurmaca olduğunu anlıyoruz. Ama öyle başarılı ve zekice oynanmış bir oyun ki, her şeye inanmak, Claudia'nın varlığıyla yazarımızın yaşadığı aşkı hissetmek hoşumuza gidiyor. Kandırılmak hiç bu kadar keyifli olmamıştı diyoruz sonunda.

Okurken anlatılan detaylar bana ülkemi ve kendi çocukluğumu hatırlattı. Yaşanmış büyük bir deprem, o gece hiç konuşmamış komşuların dışarda sigara paylaşmaları, çocukların bunu oyuna çevirmeleri. Atlatılmış bir ihtilal ve demokrasiye geçiş, o sırada tarafsız kalarak yaşamlarını koruyan apolitik aileler, kayıplar, ölümler, hapsedilenler. Yazar burada tam da benim çocukluk dönemimi anlatan bir kaç cümle yazmış: Büyükler öldürürken ya da ölürken biz bir köşede resim yapıyorduk. Ülke paramparça olurken biz konuşmayı, yürümeyi, peçeteleri katlayarak kayık ve uçak yapmayı öğreniyorduk. 1980 ihtilalinde tam olarak bunlar oluyordu benim yaşamımda. Bir roman yazılıyordu, anne-babaların kahraman olduğu, ve biz yok olmak için saklambaç oynuyorduk. Korkmamamız için yanımızda duruyorlardı. Ama biz korkmuyorduk. Asıl onlar korkuyordu.

 Politik görüşlerimiz, inançlarımız, gelecekte kurtulmak için savaşmak zorunda kalacağımız her davranışımız aileden miras gelmiyor mu gerçekte? Kendimizi bulduğumuz anda ilk yaptığımız şey değil midir anne-babamızdan gelen fikirlerin gerçekle nasıl çeliştiğini anlamak? Ve yeni fikirler yaratmak, bunları da ailelerimizi değiştirmek için kullanmak delikanlılığın ruhunda yok mu? Peki sonuç? Yazarımızın dediği gibi; bizler ikincil kahramanlarız aslında, bu hayat ebeveynlerin romanı.

Son derece minimalist yazılmış bir roman, asla gevezelik yok, tam tersine küçücük bir detayda bambaşka bir öykü gizli. Önce basit geliyor okuyucuya, sonra okuyucu ne kadar da güzel kandırıldığını, detaylara girilse 1000 sayfalık kitap olacağını, o basit dediği metinde kaç farklı kurmacanın barındığını anlayıveriyor. İşte zeki yazar, akıllı kitap da tam böyle oluyor.

Farklı zamanlarda, farklı şekillerde eve geri dönmenin yollarını da veriyor yazar, kah kaybolmuş bir çocuk olarak, kah kimlik değiştirerek yurtdışına kaçmış, demokrasiyle beraber geri dönmüş bir baba olarak, kah eşinden boşanıp anne-babasının yanına dönen kalbi kırık bir yetişkin olarak.

Okuduğuma çok memnun olduğum, tarzım olmamasına rağmen kurmacasına hayran kaldığım, tekrar tekrar dönüp cümlelerinde kaybolduğum çok da fazla kitap yok hayatımda. O yüzden derim ki, bu tecrübeyi yaşayın.

İyi okumalar...

10 Kasım 2013 Pazar

Sağlık Ocakları- Ne kadar güvenilir?


Oğlumun spor kaydı için ufak bir kan tahlili istedi üye olduğumuz kulüp. Hepatit A,B,C ye bakılması gerekiyormuş. Ben de mahallemizin sağlık ocağına götürdüm. Ne de olsa aylık ödemelerimi yapıyorum, yararlanma hakkım var. Neden özel hastaneye giderek o kadar para vereyim ki?

Kabus Başlıyor

Sabahın erken saatlerinde koşuya çıkan eşim sıra numarası alarak erkenden muayene şansını bana verdi. Oğlumla dispanserin açılış saatinde sıramızdaydık. 9:00 da açılan ocakta üç doktor vardı ve apartmanlara göre bu doktorlara bölünmüştük. Şansıma, benim doktorum karşıda ikamet etmekteymiş, her sabah geç gelirmiş. İlk sırada olmamıza rağmen  40 dakika kadar bekledik, yan odadaki doktor 15. hastasına bakarken biz daha yeni içeri giriyorduk. Başka bir doktora görünme talebimiz de reddedildi, kural buymuş. Sonuçta tahlil talebini hemşireye götürüp kan verdik, ertesi gün sonuçları almak üzere işimize gittik. İşte asıl olay buradan sonra başladı. Ertesi sabah tahlilleri alıp doktora gösteremeden (çünkü karşıda oturuyor ya, yetişemiyor sabahları) işime gittim. Sevgili okur, şayet beni takip ediyorsan geçirdiğimiz hastalıklar sebebiyle ne denli donanımlı olduğumu bilirdin. Tahlile baktığımda gözlerime inanamadım, her gün yumurta ve et yiyen oğlumun demir rezervleri yerlerde, kansızlık hat safhada. Takipçiysen bilirsin, oğlum ITP denilen bir hastalık geçirmiş ve kan tablosu iki yılda toparlanamamıştı. Ve kansızlığı bir tek o dönemde, iç kanama geçirdiği için görmüştük oğlumda. Bu tahlil bana açıkça oğlumun gizli bir iç kanama geçirdiğini söylüyordu. Nasıl panik olduğumu anlatamam. İşten bulduğum bir arada koşarak sağlık ocağına gittim. Doktorumuz gelmişti, tahlile bakıp demir ilacı verdi, hastaneye sevkimizi yaptı. Eczaneden ilaçları aldım, ilk dozu oğluma verdim ve onkoloğumuzu aradım. Sonuçta geçmişimizi bildiği ve hematolog olduğu için bu konuda tek güvenebileceğim kişiydi. Tahlil sonuçlarını söylediğimde bunun mümkün olamayacağını tahlili tekrarlatmamı söyledi. Ben de ertesi sabah özel hastaneye gidip
yeniden tetkik yaptırdım.

Şaşırtan Sonuçlar

Öğleni zor ettim sonuçları karşılaştırmak için. Sonunda iki tahlil de elimde ve aralarında uçurumlar var. Özel hastanede yaptırdığım tahlile göre oğlumun mükemmel bir kan yapısı var, demiri tam. Kafam karmakarışık, bu nedir? Kime güveneyim? Kalkıp iki tahlil sonucunu da alarak sağlık ocağına gittim. Tahmin edin kim yok? Tabi ki benim doktorum, karşıda oturuyor ya akşam biraz erken gitmiş. Ben de rica minnet yan odadaki doktora girdim. Kendi doktorumdan başkası bana bakamaz ya, ondan, kural, yazının başında belirtmiştim.

İtiraf

Bayan doktora iki tahlili de verdim ve bir arayla bu kadar farkın nasıl kapandığını sorup, ilacın tek dozunun bu kadar etkili olmasından dolayı etkilendiğimi söyledim. Doktor hanım iç çekerek ne yazık ki sağlık ocağının anlaşmalı laboratuvarının (kim olduğunu bilmediklerini de söyledi) devlete tarihi geçmiş tahlil kitlerini pazarladığını, bu laboratuvardan gelen sonuçların iki yıldır güvenilmez olduğunu, o yüzden de kendisinin bu sonuçlara itibar etmediğini itiraf etti. Kalakalmıştım. Her gün yüzlerce hasta bu sonuçlara göre şeker-kolesterol hapı kullanıyor. Sağlığımız yine haksız kara kurban ediliyor. Her ne kadar halkımız dispanserlerin bedava olduğunu düşünse de her ay 200tlden fazla parayı kullansak da kullanmasak da mecburen veriyoruz. Ve kim bilir kimin tanıdığı bir firmanın tarihi geçmiş kitleri atmak yerine devlete kakalamasına engel olamıyoruz, çünkü bilmiyoruz. Denetleniyor mu, bilmiyoruz. Doktor hanım, iki yıldır süren rezaletten bahsederken buna karışamadıklarını, çünkü devletin ara-bulucu olduğunu söyledi. Yani belki de kazıklanan devlet değil, daha ucuza bu kitleri imha yerine sisteme sokan devletin ta kendisi. Sonuçta, sağlığımız üzerinden yine birileri malı götürüyor! Üstelik devlet eliyle!


Karşıda oturan doktorumun bana yanıtı

Sırada kendi doktorumla yüzleşmem var. Ertesi sabah tahlillerle aile hekimime gittim. İkisine de bakıp bana demez mi ki; Nerden biliyorsunuz özel hastanenin yanlış sonuç vermediğini? Burası Devlet Hanfendi, hata olmaz! Sanırım karşısında ilkokul mezunu, ev kadını ve ataerkil düzene boyun eğmiş biri var zannediyor. Kibarca oğlumun geçmişinden ve kan tablosundan bahsettim, geçmiş 10 tahlille uyumlu olanın da özel hastaneden aldığım tahlil olduğunu belirttim. Yine bana diklenerek kan tablosuna göre bazı hücrelerin küçük olduğunu bunun sebebinin de demir eksikliği olduğunu söyleyip yine üste çıkmaya çalıştı. O anda anladım ki, pratisyen hekimler Prof. uzmanlardan nefret ediyor. Zira ben doktorumuzun şüpheli gördüğü hücrelerin doğduğundan beri küçük olduğunu, Prof. hematoloğumuzla bu konuyu konuştuğumuzu söylememe rağmen hiç dinlemedi, halen haklı devlet baba, bildiğim bildik doktor, sen ne anlarsın be kadın durumundaydı. Ben de uzatmadım, neyse tamam, ben zaten kendi doktorlarımdan görüş aldım, yeterli bu sohbet, bize sağlık raparumuzu verin de gidelim diyerek konuyu kapadım.
Diyeceğim o ki sevgili okur, sakın ha mesleği doktor diye birine güvenme. Bir meslekte iyi olmak, öncelikle akıllı olmaya, egosunu yenmiş olmaya bakar. Çünkü başka türlü sizi dinlemez. Bir doktorun yapması gereken en önemli şey dinlemektir, çünkü hastalık yoktur, hasta vardır. Hastanın geçmişi ve öyküsü dinlenmeden verilen her karar hatalıdır. O yüzden siz siz olun, bu doktor bolluğunda sadece güvendiklerinize gidin ve mutlaka okuyup araştırın. Çünkü size önerilen tedavi tek çözüm olmayabilir. Yıllar önce rahim ağzı kanseri teşhisi konan bir arkadaşıma önerilen tek tedavi rahminin ve yumurtalıklarının alınmasıydı. Kız 33 yaşında ve çocuksuzdu. İstanbul ve Ankara'da tüm ünlü isimlere gitti, çare tekti. Ama yılmadı, yurtdışı seçeneklerini araştırdı, Fransa'da bir doktor buldu. Ameliyatını orada oldu, tüm kanserli hücreleri tek tek temizlendi. Türkiye'ye döndü, iyileşti, üstüne bir de çocuk yaptı. Şimdi 45 yaşında, 9 yaşında da kızı var. Şayet araştırmasaydı, bugün çocuksuz ve kısır bir kadındı.

Unutmayın, bilgi her şeydir. Ve internet çağında bu sizin ayağınıza geliyor. Kullanın, öğrenin, aptal insanların, gelişmelerden habersiz, at gözlüğü takmış biliminsanı geçinen egoların her dediğine inanmayın.

Bu arada yanağından kan damlayan yardımcım geçen hafta dedi ki demir ilacı kullanıyormuş. Hayatında ilk defa demiri eksik çıkmış. Hayırdır nerede yaptırdın tahlili dedim, bizim burada, sağlık ocağında dedi. Güldüm, Ayfer dedim, sen ilacı iyisi mi bırak, boşuna kabızlık çekeceksin!





3 Kasım 2013 Pazar

Düğmeler ve Yılmaz Özdil

  Zor zamanlardayız. Sevgili okur, bilirsin siyasete çok bulaşmamaya (yazılarımda) çalışırım. Çünkü politika yazmayı sevmem, bu işi beceren kişilere bırakıp kendi edebiyat dünyamda kalmayı tercih ederim. Ama özel yaşantımda bu sayfalara yansıtmadığım kocaman bir muhalefet yüreğim var. Gezi olaylarında Taksim'de, ODTÜ olaylarında (ODTÜ'lü olmanın verdiği hakla) Ankara'daydım. Buralara yansıtmadığım nice sahnelere tanık olup, yüzlerce farklı görüşü dinledim. Elimden geldiğince insani tarafımla gözlemlemeye çalıştım ve şu sonuca vardım.  Artık hiç bir parti önemli değil, tek gereken herkesin hakkını ve rızkını, ülkenin bütünlüğünü kollayan, koruyan ve gözeten adil bir yönetim. XYZ partisi olsun umurum değil, yeter ki, insanca yaşama şansı bana tanısın, alıştıklarımdan da eksik etmesin. Hukukuna güvenebileyim. Sadece beni ilgilendiren inancım, devlet eliyle bana dayatılmasın. Kendi inancıma uygun ibadet yerlerine rahatça gidebileyim, ya da inanmamayı seçtiğimde kimse beni yargılamasın. Oruç tutmadığım için dayak yemeyeceğim, içkime, yapacağım çocuk sayısına, doğurmak istemediğim bebeklerimi aldırma kararıma karışmayan ama bana destek olan bir yönetim. Gezi parkında da toplanan gençlik bunu talep etmemiş miydi?

Eskiden oy verme gelenekleri ailelerden çocuklarına devredilirdi. Biz ailecek CHP'liyiz derlerdi, ya da hep sağ partiye oy veririz. Karı-koca birbirinden farklı oy vermez, çocuklarını da aynı partiye alıştırırdı. ( Komik ama Japonlarda da durum böyleymiş. Kazua İshigura'nın kitabı Uzak Tepeler'in bir bölümünde, değişen devirle birlikte kocaların, eşlerini, attıkları farklı oylar yüzünden artık dövemedikleri anlatılır.) Şimdi ise on yıllık bir parti, sağ parti yokluğunu da fırsat bilerek, hem sağ görüşlü, hem de muhafazakar halkın oylarını topladı, gelenekleri yıktı, geçti. Peki sadece yıkılan gelenekler mi?

Bumerang Deneyim Günleri kapsamında on blogger işte bu soruyu Yılmaz Özdil'e sorma fırsatı yakaladık. Gerçi görüşleri zaten belli olan, düşündüğünü de açıkça yazan bir gazeteci olduğu için üç aşağı beş yukarı siz de yanıtı tahmin edersiniz. Ama sevgili okur, yazarınız aldığı yanıtları size görev aşkıyla aktaracak. Bu arada objektif bir yazı beklemeyin, tamamen şahşi görüşlerimi de içeren, benim bakış açımdan yazılmış özet bir metin bekliyor sizleri. Konum olan edebiyatı da işin içine katmadan edemedim. Hem Yılmaz Özdil'in söylediği gibi her gazeteci sübjektiftir. Ben buna bir de tarihçileri eklemek istiyorum ( Yıllar sonra Gündüz Vasaf'ın yazılarında bu gerçeği destekleyen nice örneklemeler okudum). İlk defa tarihin öğretildiği ülkeye göre değişebildiğini 16 yaşımda Rumlardan öğrendim. Kıbrıs harekatını yıllarca kahraman ordumuzun Kıbrıslı Türkleri (annem ve ailesi de bu gruba dahildir) vahşi Rumlardan kurtardıkları haklı bir operasyon olarak görürken, aynı olayı Rumların, okulda ülkelerinin işgali olarak okuduklarını gördüm. O zaman zaten iki toplumun dönülemez bir biçimde koptuğunu anladım. Annan Planı bir hayaldi sadece! Nerden nereye, başka bir yazının konusu olsun bu, bir de Kıbrıslı Türkten dinleyin Kıbrıs'ın sorunlarını...

İki saatlik soru-cevap seansını an ve an anlatmama imkan yok. Ne gazeteciyim ne de ses kaydı tuttum. Aklımda kalanları aktarırken, ses kayıtlarından yazmış olan blogger arkadaşlarımın sitelerine linkler verdim, böylece detayları daha net görebilirsiniz.

Öncelikle Medyayı Eleştirdik

Bu dönemde penguen medyası var malum. İktidarın sesi gibi hareket eden bir basın ve yayın birliği. Bu her gerçek gazeteci gibi Yılmaz Özdil'i de rahatsız ediyor. Korkuyorum ve endişeliyim diyerek başlıyor konuşmasına ve satılmış medyaya verip veriştiriyor. Hürriyet'ten neden hala atılmadığını sorduğumuzda (Bekir Coskun ve Oktay Ekşi'nin akıbeti ortada), kızıyor ve AKP'nin bu soruyu pompalattığını söylüyor. Aydın Doğan'a sormalıymışız. Hakikaten de sormak istiyorum, Sayın Aydın Doğan, Bekir Coşkun giderken neden Yılmaz Özdil kaldı ve onun köşesine yerleşti? Bu kadar sıkıştırılmış bir ülkenin basıncını ara ara boşaltmaya yarayan bir tahliye borusu görevi mi görüyor muhalif yazarlar? Bu noktada sevgili blogger arkadaşım http://banunundunyasi.com 'na linkimi veriyorum. Oradan ses kayıtlarından derlenmiş net yanıtları görebilirsiniz.

17 yaşındaki blogger arkadaşımızın bu medyayla ne yapacağız sorusu üzerine de seyretmeyin, almayın, o zaman değişmek zorunda kalırlar diyerek gayet mantıklı bir çıkarımda bulundu. Beğenmediğin gazeteyi alma, kanalı seyretme, geliri düşerse ya kapanır, ya da değişmek zorunda kalır. Yaşasın kapitalizmin gücü ( Ayn Rand okuyun derim, kapitalizmin nasıl propagandası olurmuş görün. Atlas Silkindi ve FountainHead başlangıç için yeter, okuduktan sonra zaten YETEER diyeceksiniz. İyi ki bunu hatırlattım kendime, bu kitaplar için de bir yazı şart oldu.)

Muhalefeti Konuştuk

AKP'nin büyük başarısının altında CHP'nin beceriksiz muhalefeti yatıyor. Özenle hazırlanmış, AKPnin 0n yıl daha iktidarda kalmasını sağlayacak tam bir başarısızlık projesi. Gezi olaylarının da sebebi bu değil mi zaten, yetersiz muhalefet. Toplum her zaman siyasilerden önde gidiyor. Meselenin sağ-sol ayrımı kalmamıştır, mesele ülkenin Atatürkçü çizgiden çıkması meselesidir.
 (Burada da Portekizli Nobel ödüllü yazar Jose Saramago'nun Görmek isimli romanını tavsiye ederim. Toplumun siyasilerden önde olmasının ne demek olduğunu ve siyasetçilerin bunu nasıl hoyratça çözmeye(!) çalıştığını hayretler içinde okuyacaksınız. Gerçi bir çoğunu Gezi parkında zaten yaşadınız, yabancılık çekmeyeceksiniz.)

Peki Ülke Nereye Gidiyor?

Genel Kurmay terörist olarak hapiste, TSK hapiste. Şu anda Türkiye tam bir Din Devletidir. Hukuk kalmamıştır. 80 ihtilalinde bile hukuk bu denli taraflı değildi. AKP ve başbakan dil, din, ırk ayrılığı gözeterek ülkeyi bölmekten hüküm giymiştir. Laiklik karşıtıdır, şu anda yaşadığımız ülke laik bir devlet değil, din devletidir. Sahte delillerle insanların hapiste çürütüldüğü bir ülkedir artık burası. Sevgili blogger arkadaşım Evdeyazar, yine ses kayıtlarıyla tam metni yazmış, bu linkten ulaşabilirsiniz. http://evdeyazar.blogspot.com/2013/11/bumerang-ylmaz-ozdil-etkinliginde-neler.html

(Buraya da en iyi uyan kitap Franz Kafka'nın ünlü DAVA adlı romanıdır herhalde. Hala okumadıysanız ne duruyorsunuz, bugünleri, Balyoz ve Ergenekon'u bundan daha iyi anlatan başka bir roman var mı?)


İzmir?

AKP İzmir'de anca gider, Aziz Kocaoğlu ara farkla seçimi alır. Türkiye'nin en dürüst belediyesi İzmir, çünkü açık bulma ümidiyle sürekli denetleniyor. Her gün toplu taşıma araçlarına para karşılığı belediye başkanını yeren insanlar biniyor, 100 dolar karşılığında kafelerde başörtülüler oturuyor. Ama İzmir'i değiştiremezler. Dünyada bir kurtuluş savaşının başlayıp bittiği tek şehirdir İzmir. Her sokağı cumhuriyet kokar, semtleri ve sokak adları özenle seçilmiştir. İzmir hangi zihniyette direniyorsa Türkiye oraya gider, onları korkutan da bu. İzmir bilinci yayılıyor. Manisa, Muğla, Balıkesir'i kaybettiler. İzmir'i para ile, yalaka medya ile satın alamazlar. Burada yine sevgili blogger arkadaşım Kaan Göktaş'a veriyorum linki. Çünkü bu konuda Yılmaz Özdil ile tam bir fikir birliği içinde değil. Ne de olsa yazar ve hayranları toplantısı değildi bu sohbet, karşı görüşler de olmalı. http://www.kaangoktas.net/post/65842382575/kose-yazar-n-n-egosu buradan İzmir ve Türkiye gerçeğini Kaan'ın bakışından okuyabilirsiniz.

Bir de İzmir'li sevgili blogger arkadaşım durumbildirimi İzmir ile ilgili oldukça uzun bir metin yazmış, paylaşmak isterim
http://durumbildirimi.com/2013/11/01/yilmaz-ozdil-ile-bir-dilim-sohbet/

Ülkenin kutuplaşması

Öyle bir bölündük ki aynı takımın taraftarları bile ayrı düştü ( Çarşı-1453 ). Bizi bir arada tutan Mustafa Kemal çimentosu hasar almıştır. Hemşire doktordan, pratisyen hekim uzman hekimden, astsubay subaydan nefret eder hale gelmiştir. Bir değerini ötekileştiren, bundan da hüküm giymiş bir parti var karşımızda. Bir blogger arkadaşımız "bizim de birbirimize düşesimiz varmış " diyerek çok da yanlış olmayan bir saptamada bulundu. Gülüştük. Yılmaz Özdil burada, yıllarca hükümetlerin hoyrat davrandığı halkın kendisini hırpalamayacağını düşündüğü için AKP'yi seçtiğini söyledi.


ODTÜ

Üniversitelerin ele geçirilmesi ile öğrencileri ele geçiremediler. Bunu Gezi sürecinde gördük. YÖK'e, hükümete yakın seçilmiş (!) rektörlere rağmen, gençler içlerindeki devrim geniyle ayağa kalktılar. Kimsenin bir araya getiremediği taraftarlar tek yumruk oldu, DİSK ve TUSİAD şu an aynı fikirdeler. Bunu CIA bile başaramamıştır bu ülkede. Bunu yok sayan iktidar ve siyasetçiler kaybetmeye mahkumdur. Odtü'ye yapılan saldırılar sadece onu güçlendirir.

Çok Tepki Alan Halk TV Konuşması

Tayyip Erdoğan'ın kötü bir adam olması Esad'ı iyi yapmaz. Esad'la röportaj yapılabilir, Cumhuriyet Gazetesi bunu başarıyla yapmıştır. Ama CHP'nin kanalında kendi söyleyemediklerini Esad'a söyletmek olmaz. Yüzüne söyleyin, ben öyle yapıyorum, köşemden yazıyorum. O röportajı NTV, CNN yapsa olur (gerçi korkularından yapamazlar), ama halk TV parti kanalıdır. Bunun dışında Gezi sürecinde harika bir iş yapmıştır, halkı habersiz bırakmamıştır, takdire şayandır.

Sevgili okur, iki saatte tabi bir sürü başka şey de konuştuk. Ufak bir özet almak istersen sevgili blogger arkadaşım üşengeçsef'e bir bak derim http://usengecsef.blogspot.com/2013/11/ylmaz-ozdille-soylesideydik.html .

Bir de bu söyleşinin fantastik bir dünyaya uyarlanışı var ki, okumadan geçmeyin derim. Yine sevgili arkadaşım Kayıpruh bambaşka bir kurguyla sohbeti özetlemiş http://kayipruh.com/2013/11/01/yilmaz-savascilarin-ulkesi.html

Son olarak gelelim bana. Aslına bakarsan sevgili okur, ben gazeteci değil, insan Yılmaz Özdil'i tanımak isterdim. Kişisel sorular sormak isterdim. Ama soru adetimiz sınırlı olunca sadece bir tek özel şey sorabildim, Yılmaz Özdil ne okur? Kemal Tahir ile Türk edebiyatının bittiğini düşünüyor ünlü gazeteci. Merakı da mikro tarihmiş. Benim de son derece meraklı olduğum, yazılarımda da yeri geldiğinde keyifle kullandığım bilgilerdir bunlar. Örneğin neden erkeklerin düğmeleri sağdan sola iliklenir de kadınlarınki soldan sağa? Bu sorunun cevabını düğme tarihinde bulabilirsiniz, ben de oradan öğrenip çok gülmüştüm. Sevgili Yılmaz Özdil'e yanıtı buradan verip sevgilerimi gönderiyorum,
Avrupa'dan gelmiş bir gelenektir. Erkeklerinki sağ elin kullanımına dayanan pratik bir ihtiyaçtan kaynaklanırken, kadınların hizmetçileri tarafından giydirilmesi bu farklılığın nedenidir. Gördünüz mü, aristokrat Avrupalı kadınlar sebebiyle bugünün modern, hizmetçisiz ve sağ elini kullanan kadını düğmelerini soldan sağa iliklemek zorunda.
(Kaynak: Gündelik Hayatımızın Tarihi - Kudret Emiroğlu S:256 Dost yayınları 2001)

Katılan bloglar:

*Söyleşiye birlikte katıldığım diğer 9 bloggerın yazılarına da aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz..
http://evdeyazar.blogspot.com/2013/11/bumerang-ylmaz-ozdil-etkinliginde-neler.html
http://durumbildirimi.com/2013/11/01/yilmaz-ozdil-ile-bir-dilim-sohbet/
http://banunundunyasi.com/?p=3817
http://www.otekiyuz.com/yilmaz-ozdil-izlenimleri-1/
http://normalbiadam.tumblr.com/
http://usengecsef.blogspot.com/
http://www.modagrafya.com/
http://www.kaangoktas.net/
http://kayipruh.com/2013/11/01/yilmaz-savascilarin-ulkesi.html




29 Ağustos 2013 Perşembe

Yeni Sınav Sistemi ve Cevaplanmamış Sorular! SBS gitti de yerine ne geldi?

Bugün yeni SBS sınav sistemi açıklandı. Yine bir karmaşa, yine soru işaretleriyle dolu. Benim gibi çocuğu SBS sınavına girme yaşı yaklaşan tüm velilerin korkulu rüyasıydı bu: YENİ SİSTEM! Bakalım yeni sistem neler diyor, maddeler halinde inceleyip sorularımızı soralım. Önce kesin olarak bilinenler:

1. 2013-2014 yılında 8. sınıflara uygulama ile başlanacak, aralık ve nisan aylarında ortalama 12 sınav içerecek. Türkçe-matematik, sosyal bilgiler, Türkçe, İngilizce, din ve ahlak bilgisi, İnkilap tarihi derslerinden olacak. Peki soruları kim hazırlayacak? Yeni sisteme göre Türkçe, Matematik, Fen ve Teknoloji , Yabancı Dil (İngilizce) derslerinin 2. Sınavı, İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük ile Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin son sınavı bakanlık tarafından merkezi sistemle yapılacak. Diğer sınavlar okulların kendi hazırladıkları sorulardan oluşacak demek ki. Bu durumda adil bir yarış söz konusu olabilir mi? Soruların denkliğini kim karşılaştıracak? Bazı okullar öğrencilerini kayırmayacaklar mı? İngilizce dışında öğrenim gören çocuklar ne tür bir muadil sınava tabi tutulacak? Bu sınav kağıtlarını kimler okuyacak? Sınav sonuçlarının doğruluğu konusunda içimiz rahat olacak mı? Merkezi sistem kalkınca her okul kendi değerlendirecek sınav sonuçlarını. Sizce bu adil mi?

2. Yanlışlar doğruları götürmeyecek. Hiç okumadan sallayan çocuk bile hep aynı şıkkı işaretlese %30 başarı sağlar. Sırf eksi not çıkmasın diye yapılmış, saçma bir sistem. Üniversite sınavına da koyun bunu o zaman? Şimdi çocuklarımıza bilmesen de salla gitsin diyeceğiz, bilgin yoksa da fikrin varmış gibi konuş diyeceğiz. Tam da günümüz politikacılarının yaptıklarını öğreteceğiz evlatlarımıza.

3. 8. sınıflar için; Liseye Yerleştirme Puanı= %60 Merkezi Sınav+%40 Okul Başarısı (öğretmen kanaati). Her öğrenci yıl sonunda belirlenecek Liseye Yerleştirme Puanı ile gitmek istedikleri okullara yönelik tercih yapacak. Tercihler MEB tarafından değerlendirilerek öğrenciler puanına uygun okula yerleştirilecek. Yine okulların inisiyatifine kaldık. Bağzı okulların ne tür çocuklara nasıl da tam puan verdiklerini hayretler içinde izleyeceğiz!

4.2014–2015 öğretim yılından itibaren 6 ve 7’nci sınıflarda da yeni sistem uygulaması başlayacak. Yaklaşık 36 sınava girecek toplamda 6. sınıf öğrencisi. Ayda bir sınav yani. Bir teli bile bu kadar gererseniz sonunda kopar. Ya da öyle esner ki laçkalaşır, eski halini kaybeder. Bu sınav sisteminin de ciddiyetini kaybedeceğini düşünüyorum.

5.  Sınıf puanlarının, Ortaöğretime Yerleştirme Puanı’na etkisi, 6’ıncı sınıflarda yüzde 10, 7’nci sınıfta yüzde 20, 8’inci sınıfta yüzde 70 olacak.  OYP = %10 SP6 + %20 SP7 + %70 SP8 . Yani 6. ve 7. sınıftaki gerilimin etkisi sadece % 30.

Şimdi de kesin olmayan, daha karar verilmemiş konular:

6. Sınava giremeyenler için yapılacak telafi sınavında soruların nasıl belirleneceği belli değil. Aynı sorular olursa haksızlık, farklı sorular olursa denksizlik problemini aşamamışlar.

7. Öğrencilerin bulundukları il dışında okul seçimi yapıp yapamayacakları belirsiz. Nerde kaldı eğitimde eşitlik ilken?

8. Tüm sınavların aynı anda yapılıp yapılmayacağı belli değil, okuluna göre değişebilir yani. Enayiler önden gitsin!

9. Din dersinden muaflar ve farklı yabancı dil eğitimi alanların ne tür alternatiflere tabi olacakları belli değil.

Beyler, Aralıkta sınav yapacağız diyorsunuz, yani dört ay sonra ve daha ne yapacağınızı bilmiyorsunuz. Hiç bir tedbiriniz yok, denetleme mekanizmanız yok. Yargısı, hukuku bağımsız olmayan, vicdanı ve adalet duygusu gelişmemiş toplumlarda bu kadar güvene dayalı bir sistemi nasıl koyarsınız? Hakkımızı kimden neye dayanarak arayacağız? Nasıl kontrol edeceksiniz? Biz kime güveneceğiz? Oyun değil bu, çocuklarımızın geleceği. Bu kadar basit mi?

Son olarak, eğer, lise adayı Galatasaray, İstanbul ve Kabataş Lisesi gibi herkesin yarıştığı Türkiye’nin en yüksek puanlı okullarından birine girmek istiyorsa bir sınavı daha aşması gerekecek. Bu sınav hakkında da daha net bir bilgi yok. Demek ki çıkacak sonuçlara kimsenin güveni yok, bazı okullar kendi sınavlarını uyguluyorlarsa eğer, bu o demek!

Veliler olarak artık deneme tahtası olmaktan bıktık. Her yıl ne çıkacak diye beklemekten, her çıkan yeninin bozuk ve işlemeyen çarkında ezildikten sonra bu da olmadı deyip bir yenisine geçmekten, maymun olmaktan sıkıldık. Çocuklarımız daha oyun çocuğu iken test çözmekten oyun oynayamıyor. Yeter artık! Tüm veliler olarak YETTİ ARTIK demenin vakti geldi bence!

DİRENVELİ
DİRENÖĞRENCİ







15 Ağustos 2013 Perşembe

Bukalemunun Ölümü

               Yolun ortasında, kıpırdamadan duruyor. Ya da o kadar yavaş yürüyor ki bana duruyormuş gibi geliyor. Hayatta kalmak için tek bildiği, ta geçmişten gelen avantajı olan kamuflajı kullanıyor. Rengi neredeyse asfalt ile aynı. Ama ben dikkatliyim, hemen duruyorum, yoldan kaldırıp kenardaki ormanlık alana bırakıyorum onu. Rengi yine hemencecik değişiyor, ellerimle koymama rağmen ben bile zorlanıyorum onu otların içinde bulmakta.
 "Dikkat et, herkes benim kadar özenli değil, iyisi mi sen buralardan taşın, daha ıssız yerlere git. Hem doğada seni koruyan bu kamuflajın insanlar arasında ölümün olur."
                Arabama binip uzaklaşıyorum oradan, gördüğüm en iri bukalemun, pet shoplarda görebileceğin türden. Ne işi var ki buralarda?
           Ertesi gün annem arıyor telefonla. Yolda kocaman ezilmiş bir bukalemun bulduk diyor. İçim eriyor. Ben dememiş miydim sana koca kafalı hayvan, senin hayatını koruyan özelliklerin ormanda hayvana geçerli, aynı özellik, burada, insanlar arasında senin ölümün olur. Hangi akıllı karşıdan karşıya geçerken asfalt rengine bürünür? Arabalar seni görmeli be hayvancık, tehlike görmemesinde. Ama sen de haklısın, milyon yıllık alışkanlık 30 yıl içinde değişir mi hiç? Ya tükeneceksin, ya da fosforlu olmayı öğreneceksin, evrimleşeceksin. Şehir hayatına uyum adı altında bir seri çalışmanın sonunda sen, sen olmaktan çıkacaksın. Yeni nesil, bukalemunu ortamın rengini alan hayvan olarak değil, aksine görünebilmek için fosforlu ışık yakan hayvan olarak tanımlayacak belki de.
         Kıssadan hisse, eski alışkanlıklarını, genetik özelliklerini arada sırada elden geçirmeli insan, yenilemeli. Yoksa eskiden hayatta tutan bu özellikler değişen yaşam koşullarında mezarınızı kazabilir.

18 Temmuz 2013 Perşembe

Uzak Tepeler- Kazuo İshiguro


Dikkat, kitapla ilgili okumadan öğrenmek istemeyeceğiniz bilgiler içeriyor olabilir. O yüzden isterseniz kitabı bitirdikten sonra okuyun. Ya da, okumak yolculuktur, farklı bir harita gizli bir patikada bana yol gösterici olabilir diyorsanız, buyurun....

Japon olmasına rağmen İngilizce yazan ( zira beş yaşından beri İngiltere'de yaşıyor) bu yazarın, okuduğum ikinci kitabı. Never Let Me Go (Beni Asla Terketme) ile tanıştım, bu kitapla samimiyeti ilerletiyorum, sonumuz hayrola diyeyim :)

Kitap flashback (geri dönüş) lerle renklendirilmiş. Anlatıcı-. kadın kahramanımız kah günümüz İngilteresinde, iki kızından birini intihar sebebiyle kaybetmiş acılı bir kadın, kah yirmi yıl öncesinin Japonyasında kocasına itaatkar, hamile ve mutlu bir eş. Kitap bu iki zaman içinde gidip gelirken, anılardan hortlayıp gelen bir kadın (Saçiko) tüm olayları birbirine bağlıyor. İlk başta karışık gibi gelen kurgu, geçmişte sırtını dayadığı savaş ve sonrası Nagazaki ile yoğrulurken sizi içine alıyor, Saçiko'nun mecburi seçimlerinin arkasındaki inandırıcılığı yaratıyor. Diğer yandan intihar eden kızın Mariko ile olası bağlantısı kafanızı karıştırıyor. Açıkçası, Keiko'nun Saçiko'nun Amerika macerası için terk ettiği küçük Mariko olması son sayfada tek bir satırla vurgulanıyor. Aynı şekilde sürekli bir katile yapılan vurgu, kahramanımızın ayağına dolandığını iddia ettiği, başka bir sayfada ise elinde olan halatla sanki kadın anlatıcımıza vurgu yapıyor. Hatta daha ileri gidiyorum, Mariko'yu öldürmekten son anda vaz geçip, evlat edinerek bir tür günah çıkarması, ilerde Keiko ismiyle bağrına bastığı kız olarak anlatması, Keiko'nun ise yıllar sonra kendini halatla asarak ölmesi tıpkı yıllar önce olan seri cinayetlere gönderme yapıyor.

"Özelliği neydi ?" diye sordu Niki.
"Özelliği mi?"
"Limanda geçirdiğin günün özelliği."
"Ah, aslında hiçbir özelliği yoktu. Yalnızca anımsadım, hepsi bu. Keiko o gün çok mutluydu. Teleferiğe binmiştik." (Sayfa 160)

Halbuki bu anı Saçiko ve kızı Mariko ile gidilen bir geziden ve teleferikteki mutlu kız Mariko.

"Neden aldın bunu?"
"Sana söyledim, bir şey değil. Yalnızca ayağıma dolanmıştı." Bir adım daha yaklaştım. "Neden öyle yapıyorsun Mariko?"
"Ne yapıyorum?"
"Yüzünü tuhaf şekilde buruşturuyorsun. Çok tuhaf."
"Neden halatı aldın?"
Bir süre onu izledim. Yüzünde korkunun izleri vardı. (Sayfa 74)

Küçük kız beni dikkatle izliyordu. "Neden onu tutuyorsun? " diye sordu.
"Bunu mu? Yalnızca sandaletime dolandı, hepsi bu."
"Neden onu tutuyorsun?"
"Söyledim ya, Ayağıma dolandı. Neyin var senin?" Güldüm. "Neden bana öyle bakıyorsun? Canını yakmayacağım." (Sayfa 152)

En önemli sayılan haberler, o sırada Nagazaki'de korku yaratan çocuk cinayetleriydi. Önce bir oğlan çocuğu, sonra küçük bir kız dövülerek öldürülmüş halde bulunmuştu. Üçüncü bir kurban, yine küçük bir kız çocuğu, bir ağaca asılmış olarak bulunduğunda çevredeki anneler arasında neredeyse panik başlamıştı. ( Sayfa 87)

Sanki  inceden inceye işlenmiş bir seri katil var kitapta. Ve sonra evlat edinilmiş bir kurban, intihar eden kız evlada dönüşmüş.

Ya da, kadın kahramanımız tüm anılarını kafasında harmanlayıp kendi kızını Mariko'yla özdeşleştirip, ölümünü de eski cinayet hikayelerine bağlıyor olabilir! Elinde tuttuğu ya da ayağına dolandığını iddia ettiği halat ise Keiko'nun kendini astığı ip. Kimbilir!

Ne dersiniz? Sizin de kafanız karıştı değil mi? En iyisi okuyup kendiniz karar verin, hatta bana da anlatın. Ne de olsa akıl akıldan üstündür.

İyi okumalar!

8 Temmuz 2013 Pazartesi

LAST OF US - Bir ND klasiği


Tüm PS3 oyuncularının heyecanla beklediği bomba oyun Last of us, 14 Haziran 2013 itibariyle raflarda yerini aldı. Naughty Dog oyunlarına aşina olanların beklediği üzere grafik ve senaryo oldukça iddialıydı. 15 haziranda oyunu alıp derhal oynadım, kaçar mı? Ben ND'nin yaptığı oyunları gözü kapalı alırım. Burada da hayal kırıklığı yaşamadım. Gerçi Uncharted serisinin haşarı kahramanı Nathan Drake ile hiç ilgisi olmayan bir kişilik Joel. Ama o da kendi içinde sizi bağlıyor. Galiba oyunlarda insani taraf olmasını seviyorum. Yani o kadar vurdu, kırdı duygu olmadan beni bayıyor. COD ya da BF oynamadığımı düşünmeyin, tabi ki onları da alıyorum araya, ama senaryosu ve insani tarafi olan oyun ve kahramanlar beni daha çok cezbediyor. Drake'in esprileri, kadınları, baba yerine koyduğu yol arkadaşı, kişisel nefretle kendisini kovalayan düşmanları ile UC serisi benim bu isteklerimi sonuna kadar karşılıyordu. Gelelim Last of Us'a! Yine bir erkek, bir kız çocuğu ve yaşanması çok zor, hastalıklı bir dünya. Konuyu ilk okuduğumda Will Smith'in I'm Legend filmi tadında olacağını tahmin etmiştim. Ancak oynadığımda, Joel'in hiç de süper kahraman olmadığını, kolayca ölebildiğini, Drake ile mukayese edilemeyeceğini hemen anladım. Drake mermi ve silah bolluğunda hoplaya zıplaya hazine avlayıp kadınlara kur yaparken, Joel yokolmuş bir dünyada, kısıtlı erzak ve cephaneyle hem hayatta kalmaya hem de küçük bir kızı korumaya çalışıyor. İçine kapanık ve karamsar, espri yok, sadece tetikte olmak var. İnanın oynarken ter içinde kalmadığım bir an olmadı, sürekli gerildim. Gelelim oyuna...

Merak etmeyin spoiler yok bu yazıda. Sadece oyunun genel gidişatından bahsedeceğim. Öncelikle kahramanınız değişken. Oyunun başında Joel'in kızı olup karanlık bir gecede evde yalnızlığın verdiği tedirginliği hissederken, bir sonraki sahnede kucağında kızı, canını kurtarmak için koşan Joel oluyorsunuz. Ve düşündüğünüz tek şey kollarınızdaki kızı kurtarmak. Bu bölüm bittiğinde 20 yıllık bir atlama yaşayarak yine Joel oluyor ve geçen zamanda değişen dünyaya alışmaya çalışıyorsunuz. Allahtan yanınızda Tess var, size yol gösteriyor. Erzak çok kısıtlı, etraf zombi benzeri yaratıklar dolu. Dört farklı yaratıkla savaşıyorsunuz. Sadece koşan yaratıklar var, yumruk bile yetebiliyor. Ama hafife almamak gerek sayıları bir anda çoğalıyor. Patlamış mısır kafalılar var, bunlara aman yaklaşmayın, ellerinde kalırsınız. Az çekmedim onlardan. Melee saldırıda shive güçlendirmesi var ise şansınız olabilir, yoksa pompalıyla kafayı dağıtmadıkça ölmüyor alçaklar. Koşanlarla mısır kafalılar arası bir grup var (takırdayanlar grubu bu) melee saldırıda ölebilirler ama yina de tehlikeli bir grup. Ve de son olarak ateş kusan Boss mantar kafalılar var, aman deyim, Molotof kokteyliniz yoksa işiniz zor, ölmüyor alçaklar. İlk karşılaşmam bir spor salonundaydı, o sahneyi kaç kez oynadım, kaç kez katledildim hatırlamıyorum. Bunun yanında yağmacı insanlar da en az bu yaratıklar kadar tehlikeli. Unutmayın, sizden başka herkes düşman!

Tüm oyun sessizce sürünerek geçiyor. Çünkü takırdayan patlamış mısır kafalılar körler ama sese duyarlılar. Mermi de olmayınca bazı yerlerde sadece kaçarak canı kurtarıyorsunuz. Sürünürken etrafı araştırmayı unutmayın, çünkü bulduğunuz her şey işe yarıyor. Ya silahları güçlendiriyorsunuz, ya da bomba ve sağlık kiti yapıyorsunuz. Bu oyunda yaralandığınızda zamanla iyileşme diye bir şey yok, illa sağlık kiti ile yarayı sarmalısınız. Oynadıkça ve özel parçalar buldukça sağlığınızı artırıyorsunuz, duyularınızı geliştiriyorsunuz, ya da daha hızlı silah güçlendiriyorsunuz. Bu arada silah güçlendirmek için illa lambası olan bir çalışma masası gerekiyor, bu da girdiğiniz harabe evlerde karşınıza çıkacak.

Çok zorlandığım sahneler oldu ve bunlar oyunun ortasındaydı. Genelde oyun ilerledikçe zorluk artar, burada o kural yok. Daha iki bölüm geçmemiştim ki hayatımın yaratık saldırısına uğradım. Tabi final sahnesi de kolay bir sahne değil, ama oyunun güzelliği şu ki, illa en başa dönüp kasarak öldürdüğünüz adamları yeniden haklamak zorunda kalmıyorsunuz. Her zaman değil elbet (sniper sahnesi habire başa döndürüyor adamı mesela) ama çoğunlukla yeniden dirildiğinizde geçtiğiniz yerleri tekrar oynamıyorsunuz, segmentler kısa tutulmuş. Şahsen ben bayıldım. Zaten stresli karanlık oyun, gereksiz germeyelim kardeşim insanı.

Bir süre Joel olarak oynadıktan sonra, kış mevsimine geldiğinizde yine kahraman değişiyor ve kendinizi Ellie olarak ceylan peşinde koşar buluyorsunuz. Ceylanı vuramadım diye üzülmeyin, zaten amaç vurmanız değil, sizi götürdüğü yere gitmeniz. Ayrıca, Ellie olduğunuzda daha çok kaçarak canınızı kurtarın, Joel kadar kuvvetli ve dayanıklı değilsiniz zira. Supriz, anlatmayacağım tabi :)

Oyun bittiğinde yaşadığınız duygusal gel-gitler, inanılmaz gergin savaş sahneleri sebebiyle titreyen elleriniz, kah dövüşerek, kah sıvışarak canınızı kurtardığınız anlar unutulmaz bir deneyim olarak hafızanıza kazınacak. Bir daha oynamak ister misiniz bilmem, şahsen daha gerginliği atamadım üstümden, ama 2 gün gibi kısa bir sürede önünden kalkmadan oynayacağınız kesin.

Gelelim komut performanslarına, UC kadar kıvrak değil, otomatik aim yok (şişeler hariç, dedim ya erzak kısıtlı, şişeyle adam öldürmeye alışın), ben ayarlardan hassasiyeti azalttım, daha kısa zamanda nişan alabildim. Zira yaratıkların hızını görseniz şaşarsınız. Güçlendirmelerde tüfek ve pompalıya ağırlık verdim, tabancalar hem geç mermi sürüyor hem de altı mermide adam deviriyor. Ne o kadar vaktimiz var ne de canımız, altı patları boş verin. Yay runner (koşan yaratıklar) larda işe yarıyor, çünkü onlar koşmadıkları zaman sadece dertli dertli duvar köşelerinde duruyorlar. Üstelik nereden ateş edildiğini anlamadıkları için üstünüze de gelmiyorlar. Tek okla ölüyorlar. Aslında yağmacıları da bu yolla öldürebilirsiniz. Hem sessiz olduğu için diğerleri koşup gelmiyor. Neyse, size kalmış, tecrübeyle tercihleriniz gelişecek.

Peki multiplayer nasıl? Kıran kırana ve klan klana geçiyor diyelim. Öyle rambo olayım, atlayım zıplayım, adam vurayım kafasındaysanız unutun gitsin. Burada puanlar klanın hayatta kalması ve genişlemesi ile alınıyor. O yüzden sağlam klan yapıp beraber oynayın. Kötü haber, bir kere seçtiğinizde oyunu tekrar bitirmeden klan seçim hakkı vermiyor. Bilmeden seçtim, şimdi 12 hafta ateşböceği olmak zorundayım. Nasıl kurtulurum bilmiyorum, bilen söylesin!

PS3'ün kapanış oyunu bu olabilir bence. Artık Ps4e geçeceğimize göre, final de böyle asil bir oyun olmalıydı. UC serilerini defalarca oynayan ben, bu oyunu tekrar oynar mıyım bilmem, ama bir kez mutlaka oynanmalı!

İyi oyunlar!





DOĞA KAMPI MACERASI- BİR İLK


Çocuk ne zaman yuvadan ilk defa ayrılır ve kendi başına kalmalı bir yere gider? Ya da kime güvenip böyle bir organizasyona yollanır? Açıkçası oğlumla ilgili olarak bu sorular hep kafamdaydı ve 10 yaşına geldiğinde artık harekete geçme zamanı olduğunu hissettim. Çok yakın bir arkadaşımın tavsiyesi ile bir doğa kampıyla anlaştım ve ne kadar da iyi yaptığımı çocuğumun döndüğünde gözlerinde gördüğüm parıltıdan anladım.

 İlk deneyim çok önemli, çocuk sevmez, korkar ise al başına belayı. Bir daha çok zordur o direnci kırmak. O yüzden de tavsiye ve denenmiş bir yer her zaman tercihimdir. Arkadaşım, kızını ve oğlunu bu kampa göndereceğini, istersem benim de oğlumu yollayabileceğimi söylediğinde önce çekindim. Kim kaygı duymaz ki. Ama Titan Akademi ile tanışınca tüm bu olumsuz duyguların boşuna olduğunu anladım. Aladağ'da 5 gün 4 gece geçirilecek bir doğa kampı ajandası geldi önce. İçinde yok yok. Kanodan trapeze, ip Parkurları, Tırmanma Duvarı, Orienteering, Pusula Kullanma, Çadır Kurma, Düğüm Teknikleri, Trekking, Koç Şovları, Film Çekimi, Sucuk –Ekmek Partisi, Bisiklet, Gece Yürüyüşleri, Kamp Ateşi... Daha ne olsun ki! Oğlum listeyi görünce, hele bir de kamp koçlarından Buğra (Hızal) Koç ile telefonda konuşup doğruluğunu onaylatınca valizi hazırlamaya başladı. Zaten elimize gerekliler listesi verilmişti, hemen aldık, ama çorapları (yedi çift koymama rağmen yetmemiş) az gelmiş, siz daha fazlasını koyun. Babamız yine temkinli davranıp oğlumuzu vazgeçirmeye çalıştı, hani zorla gitmiş gibi olmasın diye, ama oğlan o kadar kararlı çıktı ki, baba bile pes etti sonunda.

Pazartesi sabahı açıkçası içim cızlayarak ( ne de olsa ilk defa bu şekilde bir ayrılık yaşıyorum çocuğumla, yanında ana ya da baba yokken gitmedi ki hiç bir yere!) otobüse bindirdim. El sallayarak uğurladım, akşamı zor ettim. Sadece iki gün telefon hakkımız vardı ve ilki o geceydi. Saat 19:30u zor ettim, telefon çaldı ve oğlumun neşeli sesini duydum:

- Anne, burası harika, çok eğleniyorum!

İşte o anda keyfimi, mutluluğumu anlatamam. Hele bir de yemekleri harika demedi mi, içimin yağı eridi. Benim oğlan biraz mızmızdır da, yemek seçer, beğenmez falan, o sorun da kalkmış oldu kafamdan. Geriye çocuksuz 4 gece kalmıştı işte.

Sayılı gün çabuk geçermiş, cuma akşamı karşılamaya gittik. Otobüsten iner inmez "bir daha gideceğim, çok güzeldi" deyince de tamam dedim, doğru zaman ve doğru yermiş.

Biliyorum ki bir çok anne-baba, çocuklarını bu tür kamplara yollarken bin kez düşünüyor. Ben bu konuda bir tecrübemi paylaşarak isteyip de emin olamadığı için gönderemeyen ailelere bir fikir vermek istedim. Titan Akademi, bu konuda gerçekten çok başarılıydı, çocuklar çok mutlu geldiler, ve tekrar tekrar gitmek istediklerini söylediler. Demek ki doğru bir tercihmiş. Linkler mevcut, girip bir inceleyin, ben ve benim gibi ailelerin yorumlarını okuyun, koçlarla konuşun. Sizin de çocuğunuzun böyle bir eğlence için vakti gelmiştir elbet!

Son söz; oğlumun uyurken yanından ayırmadığı bir ayısı vardır. 6 aylıktan beri her yere taşınır o ayı. Oğlum ayısını kampa götürmedi! Ve döndüğünde bahis konusu bile yapmadı. Bilmem bu büyük gelişmeyi anlatabildim mi!

İyi tatiller!
Detay resimler için linke tıklayabilirsiniz! Videoları da mutlaka izleyin, çocukların neler yaptığını ve ne kadar eğlendiklerini daha iyi görebilirsiniz.

https://www.facebook.com/photo.php?v=10151545817101857&set=vb.111867868985662&type=2&theater

https://www.facebook.com/photo.php?v=10151544431406857&set=vb.111867868985662&type=2&theater

https://www.facebook.com/titanakademi/photos_stream

6 Haziran 2013 Perşembe

GEZİ PARKINDA KONSER Mİ?


Tam 10 koca gündür, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk olan başkaldırı devam ediyor. Gezi Parkı dolup taşıyor, binler oraya gece-gündüz demeden akıyor, parkını koruyor. Parkın ağaçlarının kesilmesine engel olmak için toplanan küçük bir gruba polisin yaptığı ağır müdahale ile başlayıp, tüm ülkede " yetti ama senin bu ben istersem her şeyi yaparım havan" düşüncesinin alevlendirdiği toplu bir eylem haline gelen GeZi PaRkI direnişinin onuncu günü. Neler olmadı ki bu on günde. Ben bunları yazmayacağım ama, çünkü öyle güzel yazıldılar ki, daha iyisini yapmaya kalkmayacağım. Beni düşündüren bu akşam yapılacağı açıklanan konser!

Giderek yayılıp rehavete dönüşen İstanbul direnişine son darbeyi bence bu konser vurur. Öncelikle düşünmemiz gerekenler:

1. Bu konseri veren şahıslara bakın. Direnişin ilk 8 gününde yoklardı. Beklediler, ne zaman ki medya sansürü kalktı, başbakanları yurtdışına çıktı, bu şahıslar da açıklama yaptı. Zülfü Livaneli, sen nerdesin be abi, biz 10 gündür direnirken neden sesini çıkarmadın? İlk gün sen ve senin gibilerin desteğine ne kadar ihtiyacı vardı bu gençlerin. Çünkü bu hareketin nereye gideceğini kestiremiyorlardı, yalnızlardı. O zaman bir çıkıp ses verseydin ya! Bono'yla şarkı söylemek yetmiyor Zülfü! Hele sen Sertap Erener, sen değil miydin, gece vakti başbakanımı arayıp teşekkür ettim diyen? Yeni albümünü çok beğenmiş de senin de içinden gelmiş! O olayda nasıl tepki almıştın. Onu mu silmeye çalışıyorsun? Neredeydin 10 gündür! Tek laf bile edilmez mi, hadi bir twit at bari, ota boka atıyorsunuz ya! Diğerlerine de lafım aynıdır, Duman kenarda dursun.

2.  Bu konser tam da; Haydi, yedik, içtik, eğlendik, bir de şarkı söyleyip dağılalım. Babamız eve gelmeden ortalığı da toplayalım ki parti belli olması, hadi yavrularım! Demek istiyor. Yoksa bu kadar sanatçı, hele ki 1. maddede açıkça anlatılan şekil ve haldeyken, direnişe destekleri yokken oraya gelsinler? Aynı TV'deki eğlence programlarıyla halkı uyutmaya benziyor. Biraz daha gevşerseniz Acun bile gelip ufak çaplı Survival gösterisi yapacak aman ha!

Arkadaşlar, Gezi Parkı Direnişi sadece İstanbul değil, ve sadece Park değil artık. Bu bir demokrasi hareketi. Ne tür bir kazanç sağladık ki eğlenmeye/kutlamaya başladık? Ankara, Antakya, Rize huzurla bir gösteri yapabildi mi? İzmir tamam mı? Siz orada konser düzenlerken başka bir ildeki müdahaleye destek verebilecek misiniz? İçki ve eğlence verin, gençler susar! Bu mudur?

Tabi ki parkta eğleneceğiz, şarkı söyleyeceğiz, direnişimizin yöntemi bu. Ama birileri bizim için bir şeyler düzenliyorsa lütfen dikkat! Ben diyorum ki bu tür bir şölen için çok erken! Önce Başbakan gelsin, geri adım atsın, Direniş platformunu  ve isteklerini ciddiye atsın, o zaman en önde ben dansöz kıyafetiyle gelmezsem ne olayım!

Son söz; bazen bir konser sadece bir konser olmayabilir!

DİREN TÜRKİYE, DİREN TAKSİM sana unutturmalarına izin verme!

21 Mayıs 2013 Salı

Pi'nin Yaşamı: Bir sandala kaç hayat sığar?

Uzun zamandır böyle sıcak, iyimser ( ciddi vahşi anlatımlarına rağmen), ve ilginç bir öykü okumamıştım. Hani bazı kitaplar vardır, okurken hiç bitmesin istersiniz ama soluk soluğa da sonuna ulaşmaya çalışırsınız. İşte bu kitap ta benim için bu sınıfa giren bir yapıttı. Hiç bitmesin istedim, Richard Parker'a bir kez olsun dokunmak, sırtlanı yok etmek, zavallı Pi'ye bir yudum su vermek istedim. Anlayacağınız öykünün içinde kaybolup gittim.

Öykünün konusu belli, bir sandal, içinde 16 yaşında Hintli bir vegeteryan delikanlı, son derece saldırgan bir sırtlan, üzgün bakışlı, korkmuş bir orangutan, bacağı kırık bir zebra ve deniz tutmuş bir Bengal Kaplanı. Bu kadar etçilin içinde ayakta ve hayatta kalmaya çalışan bu çocuğun vahşi, akıllı, bir o kadar da uysal hali içimi acıttı. Zaten kitabın en başında şu cümle geçiyor;
 Bazı insanlar garipsemiş olsa da dini alışkanlıklarımı sürdürdüm.
Tanrılarına (hem Hindu, hem hristiyan hem de müslüman olmaya uğraşan bir genç kendisi) tüm yaşadıklarına rağmen isyan etmeyen, kaderini olduğu gibi kabul edip yaşamak için mücadele eden biri. Kitapta bu üç inanışın  karşılaştırmaları ve bir Hindu gözünden İsa eleştirisi var. Öykünün içinde kaybolmadan bu detaylara sarılın. Korku, endişe ve inançla ilgili tanımlar da en az din eleştirileri kadar gerçek ve mantıklı. Pi ile R.P. arasındaki ilişki de harika. Ölümcül bir korku, tarifsiz bir  hayranlık, hayatta kalma nedeni, karşılıklı ihtiyaçların yarattığı saygı. Pi Hinduluğun getirdiği inançla sevgi dolu, vegeteryan. Hayatta kalmak için ilk öldürdüğü balık için ağlayıp dua ediyor. Sonrasında tabi ki bu kadar hassas olmuyor, ama tüm vahşete rağmen, içindeki canlıya saygıyı hissediyorsunuz.

İki düşmanın hayatta kalmak için birbirine tutunma öyküsü bu. Asla arkadaş değiller, aralarında bir sevgi yok. En azından R.P. için Yine de Pi şunu söylüyor;

Bir hayvanın gözlerinde gördüğün aslında kendi yansımandır.

Vahşi hayvanlar sevmez, güce itaat eder, orman kanunu! Sandalda da bu tür bir güç dengesi var. Ve tüm bu oyunlar Pi'nin hayatta kalmasını sağlıyor.

Zıtlıkların uyumu, bence okunması gereken bir kitap. Alıntı olduğu söylense de, değerli. Çünkü öykünün değil nasıl anlatıldığının önemi var bence. Ve bu öykü güzel anlatılmış. Bu arada, son bölüme dikkat, belki de olaylar böyle olmadı, kaplan aslında Pi'nin ta kendisi, ne de olsa R.P. asla bulunamadı!

İyi okumalar!

Penceremden

Karşı penceremdeki çocuk on yıl önce girdi hayatıma. Pencerenin önünde büyüdü. Odası balkonumla karşılıklı. Ne zaman sigara içmeye çıksam onu seyrederim. Yıllardır. Önce tekti, sonra kardeşi doğdu. Kah resim yapar çocuk, kah bilgisayar oynar. Belki de film seyrediyor, bilmiyorum. Son dört yıldır beyaz, kalın çerçeveli gözlük takıyor. Yakıştı bence. Bahçeye inmez, bir kez parka indirdiler, neşeyle oynamaya kalktı diğer çocuklarla. Dedesi çok kızdı, eve götürdü onu. O da haklı, koca cüssesiyle çocuk, diğer miniklere belki de zarar verir, kim bilir? Kardeşi büyüdü, okula başladılar. Çocuk zaten gidiyordu, ama sanırım artık gitmiyor, çünkü tüm gün evde. Bir kez otoparkta karşılaştık. 'Nasılsın' dedim, , yüzüme baktı, 'sen kimsin' diye sordu. Yanında annesi gülümsüyordu. 'Komşunuzum! dedim, ismimi söyledim. Yüzüme baktı, ' sen kimsin' diye tekrarladı. Aynı yanıtı verdim. 3-4 kez tekrarlandı aynı replikler. Sonunda annesi çocuğu alıp gitti. Arkasından baktım.
Bugün yine penceredeydi. Kız kardeşi artık büyümüş, hatta bir bebek kardeşi daha var. Pencerenin kenarındaydı. Derken kız kardeşi geldi, çocuğa vurmaya başladı. Vurdu, vurdu. Gitti, tekrar gelip vurdu. Çocuk hareket etmedi, ben de. Sonra kız gitti, çocuk arkasından baktı. Pencerenin altına çömelip oturdu. Artık onu görmüyorum.

11 Ocak 2013 Cuma

Tanrı DaimaTebdil-i Kıyafet Gezer: Bir Vakit Kaybı

Hatırladığım ilk öyküleştirilmiş kişisel gelişim kitabı Paul Cohelho'nun Simyacı'sıydı. Binbir gece hikayelerinden esinlenilerek yazılmış, sürükleyici ve türünde ilk olması sebebiyle de ilginç. Daha sonra bu tarz yüzlerce kitap çıktı, Tanrılar Okulu bu konuda yazılmış en üst seviyede felsefe içeren, zorlayıcı bir kitap olarak ön plana çıktı. Diğerlerinden bahsetmek bile istemiyorum, okuyucu kitlesi garanti olan bir tür olduğu için yığınla best seller üretildi. Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Giyer de böyle bir kitap. Kişisel gelişim kitaplarının önerdiği üç fikrin üzerinde dönen koca bir boşluk. Üç satırlık, üstelik artık herkesin bildiği (yeni hiç bir vaad yok) bu fikirlerden yola çıkarak nasıl bu kadar uzun saçmalanmış görmek isterseniz buyrun okuyun. Şahsen ben öyle yaptım. Daha ne kadar saçmalayabilir ki derken 'De Ex Machine' gereği sınırları zorlamış demiyeceğim, onları da aşmış gitmiş. Öyle ki, gökten üç elma düşmüş lafını bekler olmuşuz sonunda. O kadar klişe bir kitap ve o kadar bilindik fikirler ki, birinin bu kitabı okuyup, aaa bak bunu hiç bilmiyordum demesi için aydan gelmiş olması gerek. Kurbağanın sütün içine düşüp çırpınmalarıyla onu tereyağına çevirip canını kurtarması, bir lira ile evinize geri nasıl dönersiniz egzersizi, karşındakini etkilemek ya da anlayabilmek için beden hareketlerinin tekrarı ( zaten farkında olmadan yaparız bunu), üstelik bunları hiç de orjinal olmayan örneklerle verilmiş olması kitabı çalma çırpma bir kişisel gelişim ile Tanrılar Okulu'nun bir özentisi arasında gidip gelmesini sağlıyor. Dreamer ile İgor arasındaki benzerlik de buradan geliyor. Tek farkla, İgor bu haliyle kötü bir taklit ve nereden çıktığını açıklama pahasına kan bağlarına iliştirilmiş bir şahsiyet. Sonuç olarak kişisel gelişim kitabı deseniz değil, öykü iyi deseniz o da değil, 'de ex machine' gereği yaratılmış bir sonla zaten ne kadar kaliteli olabilir ki, edebi eser mi,  yanından geçmiyor. Geriye kalıyor vakit kaybı. Evet, bence tam bir vakit kaybı. Şayet kişisel gelişim ile ilgileniyorsanız piyasada kaliteli bir sürü, üstelik de yeni fikirler içeren kitaplar var, onlardan alın. Güzel bir öykü okumak istiyorsanız, raflar kaliteli ve edebi binlerce harika kitap ile dolu. Yok ben hem gelişim, hem de öykü karışımı istiyorum diyorsanız, Tanrılar Okulu'nu deneyin,  kopyadan ziyade aslını okuyun. Sadece en çok satan olmak  iyi kitap olmak anlamına gelmediğini yine ispatladı.
Kitapla ilgili internetten arama yaptığınızda bir sürü methiye bulacaksınız. Çoğunun reklam olduğunu, kitap satışı için oraya konduğunu unutmayın lütfen ve okurken sürüden ayrılmayı deneyin. Okuyacak bu kadar çok kitap ve bu kadar az zamanımız varken, derim ki, bu kitapla vakit harcamayın. Pi'nin Hayatı çok daha felsefe yüklü, deneyin derim. Bu arada Pi ile ilgili yorumumu da yazacağım, gecikmez, merak etmeyin. İyi okumalar!