Hürriyet

>

26 Kasım 2013 Salı

Tirza - Arnon Grunberg

Bu aralar hakkında çok fazla yorum duyduğum kitaplardan biri de genç Hollanda'lı yazar Arnon Grunberg'in yazdığı ödüllü Tirza. İyi okuyucu olduklarından şüphem olmayan bir kaç arkadaşım ikişer kez üstünden geçtiklerini söyledikleri bu kitaba daha fazla kayıtsız kalamazdım, sonunda okudum.


Kitap Hollandalı sıradan bir ailenin yaşamından bir kesit sunuyor. Yaşlanmaktan ödü kopan, sürekli genç kalmak için genç erkeklerle beraber olan, sonunda da gençlik sevgilisinin peşinden giderek ortadan kaybolan karısının üç yıl sonra eve dönmesiyle dramatik günler başlıyor Jörgen Hofmeester için. Büyük kızı evden ayrılıp sevgilisiyle Fransa'ya, bir cafe işletmek için yerleşen Jörgen'in bu kızıyla ilgili kurduğu akademik kariyer hayalleri suya düşmüştür. Küçük kızı Tirza ile beraber yaşıyor, içten içe karısının dönmesini bekliyor, diğer yandan da kızına adeta tapıyor. Gerçekte çocuk istemeyen Jörgen karısının zoruyla baba olmuştur, ama babalık yapmayı küçük kızı Tirza doğunca öğrenmiştir. Üstün zekalı olduğuna inandığı kızı için yüzme derslerinden müziğe, gece okumalarından (Tolstoy) özel yemek yapımına kadar uğraşır. Kendi başarısızlıklarını, tatminsiz ve mutsuz hayatını kızından uzak tutmak, neredeyse onu bu gerçeklerden korumaya çalışmak adına kontrolü fazla kaçırmıştır. Yeme bozukluğuna yakalanarak hayatın kontrolünü eline almaya kalkan kızı Tirza için Jögen karısına: Kızımızı öldürmekle meşgulüz diyerek belki de kitabın en doğru cümlesini etmiştir.

Kitap eski eşin Tirza'nın mezuniyeti için evde verilecek partiden bir kaç gün önce eve dönmesiyle başlar. Kahramanımız Jörgen'i önce karısıyla iletişiminde tanırız, ve görürüz ki bu sakin ve silik adam aslında karısına şiddet uygulamayı alışkanlık edinmiş biridir. Daha sonra sahneye giren Tirza'ya yaklaşımını, anılarına dönerek kızının küçüklüğünü hatırlamasıyla da kızına aşka benzer bir duyguyla sahiplendiğini anlarız. Yine büyük kızı İbi'yle olan ilişkisinde kızının 14 yaşında kiracısıyla ilişkiye girmesini hazmedememesi bu ilişkiyi neredeyse koparmıştır. Son olarak işyerinden tüm kariyeri boyunca en küçük bir başarı bile sağlayamadığı gerekçesiyle uzaklaştırılmasıyla kahramanımızın ruh halinin artık cinnete dönmeye başladığını hissederiz. Tirza'ya olan hayranlığı ve sevgisi kızını sadece boğmakla kalmaz, kızın babası için sürekli endişelenmesine yol açar. Nihayet okul bittiğinde Tirza, çıkacağı yolculuğun keyfinden çok ardında kalacak olan babasının amaçsızlığına üzülmektedir. Bu arada işsiz kalan baba Jörgen bunu ne ailesine ne de kendine itiraf edememiş, her gün işe gider gibi havaalanına gidip mesai bitiminde eve dönmektedir. Burada da ne kadar takıntılı olduğu yanına aldığı kalem sayısı ve çanta düzeninden okuyucuya verilir.
Mezuniyet partisinde Tirza Ortadoğulu sevgilisi ile babasını tanıştırdığında artık cinnete giriş başlar. Çünkü jörgen yıllarca biriktirdiği paraları bir Hedge fona yatırmış, 11 Eylül saldırılarıyla da bu fon sıfırlamıştır. Jörgen tüm nefretini bu gence yöneltmekte bir zarar görmez. O, 11 Eylül saldırılarından sorumlu olan teröristtir, milyon dolarını yok eden adamdır, Tirza'yı evden uzaklaştıran, bedenini kirleten erkektir. Aynı kiracısının İbi'ye yaptı gibi.

Tirza Afrika'ya erkek arkadaşıyla gidecek, dünyayı tanıyacaktır ama Jörgen içten içe parasını alan o teröristin (hala Muhammet Atta'dır gözünde bu çocuk) kızını da elinden almasına izin vermeyecektir.

Tüm olaylar seyahat öncesi iki günün Jörgen'in evinde Tirza ve erkek arkadaşıyla kalmasıyla zirve yapar. Okuyucu adını koyamadığı bir tersliği hisseder.

Tirza'nın gidişinden aylar sonra hiç haber gelmemesi üzerine Afrika'ya giden Jörgen aslında ne kızını aramaktadır, ne de merak içindedir. Tek amacı kaybolmak, kendi olmaktan çıkmaktır. Bu içsel nefret yolculuğunda yol arkadaşı 9 yaşında bir seks kölesi olan zenci kızdır.

Yavaş yavaş yükselen bir roller costera binmişçesine gerilimin artması, zirveyi suprizle geciktirerek en sona saklaması, ama bu arada merakı asla okuyucudan eksik etmemesi yazarın ciddi bir başarısı. Jörgen'in çöküşü öyle milimetrik işlenmiş ki bir an olsun inandırıcılık sınırını geçmiyor, abartı gözükmüyor. Sanırım en çok da olabilirliği okuyucuyu sarsıyor.

Tirza'yı çok sevdim, konusundan bahsettim ama sonunu söylemedim. Çünkü zaten içten içe korkarak hissettiğiniz o şiddeti yaşayacaksınız.

İyi Okumalar.

23 Kasım 2013 Cumartesi

Eve Dönmenin Yolları - Alejandro Zambra


Alejandro Zambra Şili'den çıkmış genç bir yazar. İlk romanı Bonzai sadece çeşitli ödüller almakla kalmadı, film uyarlaması Cannes ve İstanbul Film festivallerinde de gösterildi. İspanyolca yazan en iyi yirmi iki romancı arasında gösteriliyor.

Eve Dönmenin Yolları, bir çok açıdan incelenmeye değer, okuyucuyu şaşırtan özelliklere sahip. Öncelikle kurgu içinde kurguyu, üst kurmacayı, başarılı bir post modern öyküyü bu kitapta ders gibi işleyebilirsiniz. Ama burada ben okuyucu gözüyle incelemek istiyorum. Yazım özelliklerini arada katarsam kusuruma bakmayın, dayanamadığımdandır.

Daha ilk cümlede kaybolmak ve eve dönmek bir çocuğun gözünden anlatılıyor. Kitap hem geçmişte on yaşındaki bir çocuk hem de günümüzde geçmişini kurcalayan yetişkin bir erkek tarafından yazılmış. Yazar kendini ve roman yazma sürecini de bir üst kurmaca olarak öyküye kattığı için okuyucu ister istemez inanmaya başlıyor ve gerçek bir hikayede kaybolduğunu hissediyor. Bence bu muhteşem bir yalancılık. Zaten yalan söyleme sanatı değil midir kurmaca metin? Öyküde on yaşında tanıştığı kızı (Claudia) yirmi yıl sonra bulan ve onunla birlikte, bilmeden dahil olduğu eski bir olaya giden, şimdiki hayatını bu bakış açısıyla yeniden değerlendiren genç bir adam buluyoruz. Eşinden ayrılmış olmasına rağmen hala görüşen, bu arada bir kitap yazmaya çalışan, yazarken de eski bir tanıdıktan yola çıkarak küçük bir aşk yaşayan genç bir adam. Romanı dikkatle okudukça aslında hatırlanan Claudia'nın hiç varolmadığını, eski eşi Eme'nin anılarını kullandığını, Claudia ile konuştuğu ailesinin de kurmaca olduğunu anlıyoruz. Ama öyle başarılı ve zekice oynanmış bir oyun ki, her şeye inanmak, Claudia'nın varlığıyla yazarımızın yaşadığı aşkı hissetmek hoşumuza gidiyor. Kandırılmak hiç bu kadar keyifli olmamıştı diyoruz sonunda.

Okurken anlatılan detaylar bana ülkemi ve kendi çocukluğumu hatırlattı. Yaşanmış büyük bir deprem, o gece hiç konuşmamış komşuların dışarda sigara paylaşmaları, çocukların bunu oyuna çevirmeleri. Atlatılmış bir ihtilal ve demokrasiye geçiş, o sırada tarafsız kalarak yaşamlarını koruyan apolitik aileler, kayıplar, ölümler, hapsedilenler. Yazar burada tam da benim çocukluk dönemimi anlatan bir kaç cümle yazmış: Büyükler öldürürken ya da ölürken biz bir köşede resim yapıyorduk. Ülke paramparça olurken biz konuşmayı, yürümeyi, peçeteleri katlayarak kayık ve uçak yapmayı öğreniyorduk. 1980 ihtilalinde tam olarak bunlar oluyordu benim yaşamımda. Bir roman yazılıyordu, anne-babaların kahraman olduğu, ve biz yok olmak için saklambaç oynuyorduk. Korkmamamız için yanımızda duruyorlardı. Ama biz korkmuyorduk. Asıl onlar korkuyordu.

 Politik görüşlerimiz, inançlarımız, gelecekte kurtulmak için savaşmak zorunda kalacağımız her davranışımız aileden miras gelmiyor mu gerçekte? Kendimizi bulduğumuz anda ilk yaptığımız şey değil midir anne-babamızdan gelen fikirlerin gerçekle nasıl çeliştiğini anlamak? Ve yeni fikirler yaratmak, bunları da ailelerimizi değiştirmek için kullanmak delikanlılığın ruhunda yok mu? Peki sonuç? Yazarımızın dediği gibi; bizler ikincil kahramanlarız aslında, bu hayat ebeveynlerin romanı.

Son derece minimalist yazılmış bir roman, asla gevezelik yok, tam tersine küçücük bir detayda bambaşka bir öykü gizli. Önce basit geliyor okuyucuya, sonra okuyucu ne kadar da güzel kandırıldığını, detaylara girilse 1000 sayfalık kitap olacağını, o basit dediği metinde kaç farklı kurmacanın barındığını anlayıveriyor. İşte zeki yazar, akıllı kitap da tam böyle oluyor.

Farklı zamanlarda, farklı şekillerde eve geri dönmenin yollarını da veriyor yazar, kah kaybolmuş bir çocuk olarak, kah kimlik değiştirerek yurtdışına kaçmış, demokrasiyle beraber geri dönmüş bir baba olarak, kah eşinden boşanıp anne-babasının yanına dönen kalbi kırık bir yetişkin olarak.

Okuduğuma çok memnun olduğum, tarzım olmamasına rağmen kurmacasına hayran kaldığım, tekrar tekrar dönüp cümlelerinde kaybolduğum çok da fazla kitap yok hayatımda. O yüzden derim ki, bu tecrübeyi yaşayın.

İyi okumalar...

10 Kasım 2013 Pazar

Sağlık Ocakları- Ne kadar güvenilir?


Oğlumun spor kaydı için ufak bir kan tahlili istedi üye olduğumuz kulüp. Hepatit A,B,C ye bakılması gerekiyormuş. Ben de mahallemizin sağlık ocağına götürdüm. Ne de olsa aylık ödemelerimi yapıyorum, yararlanma hakkım var. Neden özel hastaneye giderek o kadar para vereyim ki?

Kabus Başlıyor

Sabahın erken saatlerinde koşuya çıkan eşim sıra numarası alarak erkenden muayene şansını bana verdi. Oğlumla dispanserin açılış saatinde sıramızdaydık. 9:00 da açılan ocakta üç doktor vardı ve apartmanlara göre bu doktorlara bölünmüştük. Şansıma, benim doktorum karşıda ikamet etmekteymiş, her sabah geç gelirmiş. İlk sırada olmamıza rağmen  40 dakika kadar bekledik, yan odadaki doktor 15. hastasına bakarken biz daha yeni içeri giriyorduk. Başka bir doktora görünme talebimiz de reddedildi, kural buymuş. Sonuçta tahlil talebini hemşireye götürüp kan verdik, ertesi gün sonuçları almak üzere işimize gittik. İşte asıl olay buradan sonra başladı. Ertesi sabah tahlilleri alıp doktora gösteremeden (çünkü karşıda oturuyor ya, yetişemiyor sabahları) işime gittim. Sevgili okur, şayet beni takip ediyorsan geçirdiğimiz hastalıklar sebebiyle ne denli donanımlı olduğumu bilirdin. Tahlile baktığımda gözlerime inanamadım, her gün yumurta ve et yiyen oğlumun demir rezervleri yerlerde, kansızlık hat safhada. Takipçiysen bilirsin, oğlum ITP denilen bir hastalık geçirmiş ve kan tablosu iki yılda toparlanamamıştı. Ve kansızlığı bir tek o dönemde, iç kanama geçirdiği için görmüştük oğlumda. Bu tahlil bana açıkça oğlumun gizli bir iç kanama geçirdiğini söylüyordu. Nasıl panik olduğumu anlatamam. İşten bulduğum bir arada koşarak sağlık ocağına gittim. Doktorumuz gelmişti, tahlile bakıp demir ilacı verdi, hastaneye sevkimizi yaptı. Eczaneden ilaçları aldım, ilk dozu oğluma verdim ve onkoloğumuzu aradım. Sonuçta geçmişimizi bildiği ve hematolog olduğu için bu konuda tek güvenebileceğim kişiydi. Tahlil sonuçlarını söylediğimde bunun mümkün olamayacağını tahlili tekrarlatmamı söyledi. Ben de ertesi sabah özel hastaneye gidip
yeniden tetkik yaptırdım.

Şaşırtan Sonuçlar

Öğleni zor ettim sonuçları karşılaştırmak için. Sonunda iki tahlil de elimde ve aralarında uçurumlar var. Özel hastanede yaptırdığım tahlile göre oğlumun mükemmel bir kan yapısı var, demiri tam. Kafam karmakarışık, bu nedir? Kime güveneyim? Kalkıp iki tahlil sonucunu da alarak sağlık ocağına gittim. Tahmin edin kim yok? Tabi ki benim doktorum, karşıda oturuyor ya akşam biraz erken gitmiş. Ben de rica minnet yan odadaki doktora girdim. Kendi doktorumdan başkası bana bakamaz ya, ondan, kural, yazının başında belirtmiştim.

İtiraf

Bayan doktora iki tahlili de verdim ve bir arayla bu kadar farkın nasıl kapandığını sorup, ilacın tek dozunun bu kadar etkili olmasından dolayı etkilendiğimi söyledim. Doktor hanım iç çekerek ne yazık ki sağlık ocağının anlaşmalı laboratuvarının (kim olduğunu bilmediklerini de söyledi) devlete tarihi geçmiş tahlil kitlerini pazarladığını, bu laboratuvardan gelen sonuçların iki yıldır güvenilmez olduğunu, o yüzden de kendisinin bu sonuçlara itibar etmediğini itiraf etti. Kalakalmıştım. Her gün yüzlerce hasta bu sonuçlara göre şeker-kolesterol hapı kullanıyor. Sağlığımız yine haksız kara kurban ediliyor. Her ne kadar halkımız dispanserlerin bedava olduğunu düşünse de her ay 200tlden fazla parayı kullansak da kullanmasak da mecburen veriyoruz. Ve kim bilir kimin tanıdığı bir firmanın tarihi geçmiş kitleri atmak yerine devlete kakalamasına engel olamıyoruz, çünkü bilmiyoruz. Denetleniyor mu, bilmiyoruz. Doktor hanım, iki yıldır süren rezaletten bahsederken buna karışamadıklarını, çünkü devletin ara-bulucu olduğunu söyledi. Yani belki de kazıklanan devlet değil, daha ucuza bu kitleri imha yerine sisteme sokan devletin ta kendisi. Sonuçta, sağlığımız üzerinden yine birileri malı götürüyor! Üstelik devlet eliyle!


Karşıda oturan doktorumun bana yanıtı

Sırada kendi doktorumla yüzleşmem var. Ertesi sabah tahlillerle aile hekimime gittim. İkisine de bakıp bana demez mi ki; Nerden biliyorsunuz özel hastanenin yanlış sonuç vermediğini? Burası Devlet Hanfendi, hata olmaz! Sanırım karşısında ilkokul mezunu, ev kadını ve ataerkil düzene boyun eğmiş biri var zannediyor. Kibarca oğlumun geçmişinden ve kan tablosundan bahsettim, geçmiş 10 tahlille uyumlu olanın da özel hastaneden aldığım tahlil olduğunu belirttim. Yine bana diklenerek kan tablosuna göre bazı hücrelerin küçük olduğunu bunun sebebinin de demir eksikliği olduğunu söyleyip yine üste çıkmaya çalıştı. O anda anladım ki, pratisyen hekimler Prof. uzmanlardan nefret ediyor. Zira ben doktorumuzun şüpheli gördüğü hücrelerin doğduğundan beri küçük olduğunu, Prof. hematoloğumuzla bu konuyu konuştuğumuzu söylememe rağmen hiç dinlemedi, halen haklı devlet baba, bildiğim bildik doktor, sen ne anlarsın be kadın durumundaydı. Ben de uzatmadım, neyse tamam, ben zaten kendi doktorlarımdan görüş aldım, yeterli bu sohbet, bize sağlık raparumuzu verin de gidelim diyerek konuyu kapadım.
Diyeceğim o ki sevgili okur, sakın ha mesleği doktor diye birine güvenme. Bir meslekte iyi olmak, öncelikle akıllı olmaya, egosunu yenmiş olmaya bakar. Çünkü başka türlü sizi dinlemez. Bir doktorun yapması gereken en önemli şey dinlemektir, çünkü hastalık yoktur, hasta vardır. Hastanın geçmişi ve öyküsü dinlenmeden verilen her karar hatalıdır. O yüzden siz siz olun, bu doktor bolluğunda sadece güvendiklerinize gidin ve mutlaka okuyup araştırın. Çünkü size önerilen tedavi tek çözüm olmayabilir. Yıllar önce rahim ağzı kanseri teşhisi konan bir arkadaşıma önerilen tek tedavi rahminin ve yumurtalıklarının alınmasıydı. Kız 33 yaşında ve çocuksuzdu. İstanbul ve Ankara'da tüm ünlü isimlere gitti, çare tekti. Ama yılmadı, yurtdışı seçeneklerini araştırdı, Fransa'da bir doktor buldu. Ameliyatını orada oldu, tüm kanserli hücreleri tek tek temizlendi. Türkiye'ye döndü, iyileşti, üstüne bir de çocuk yaptı. Şimdi 45 yaşında, 9 yaşında da kızı var. Şayet araştırmasaydı, bugün çocuksuz ve kısır bir kadındı.

Unutmayın, bilgi her şeydir. Ve internet çağında bu sizin ayağınıza geliyor. Kullanın, öğrenin, aptal insanların, gelişmelerden habersiz, at gözlüğü takmış biliminsanı geçinen egoların her dediğine inanmayın.

Bu arada yanağından kan damlayan yardımcım geçen hafta dedi ki demir ilacı kullanıyormuş. Hayatında ilk defa demiri eksik çıkmış. Hayırdır nerede yaptırdın tahlili dedim, bizim burada, sağlık ocağında dedi. Güldüm, Ayfer dedim, sen ilacı iyisi mi bırak, boşuna kabızlık çekeceksin!





3 Kasım 2013 Pazar

Düğmeler ve Yılmaz Özdil

  Zor zamanlardayız. Sevgili okur, bilirsin siyasete çok bulaşmamaya (yazılarımda) çalışırım. Çünkü politika yazmayı sevmem, bu işi beceren kişilere bırakıp kendi edebiyat dünyamda kalmayı tercih ederim. Ama özel yaşantımda bu sayfalara yansıtmadığım kocaman bir muhalefet yüreğim var. Gezi olaylarında Taksim'de, ODTÜ olaylarında (ODTÜ'lü olmanın verdiği hakla) Ankara'daydım. Buralara yansıtmadığım nice sahnelere tanık olup, yüzlerce farklı görüşü dinledim. Elimden geldiğince insani tarafımla gözlemlemeye çalıştım ve şu sonuca vardım.  Artık hiç bir parti önemli değil, tek gereken herkesin hakkını ve rızkını, ülkenin bütünlüğünü kollayan, koruyan ve gözeten adil bir yönetim. XYZ partisi olsun umurum değil, yeter ki, insanca yaşama şansı bana tanısın, alıştıklarımdan da eksik etmesin. Hukukuna güvenebileyim. Sadece beni ilgilendiren inancım, devlet eliyle bana dayatılmasın. Kendi inancıma uygun ibadet yerlerine rahatça gidebileyim, ya da inanmamayı seçtiğimde kimse beni yargılamasın. Oruç tutmadığım için dayak yemeyeceğim, içkime, yapacağım çocuk sayısına, doğurmak istemediğim bebeklerimi aldırma kararıma karışmayan ama bana destek olan bir yönetim. Gezi parkında da toplanan gençlik bunu talep etmemiş miydi?

Eskiden oy verme gelenekleri ailelerden çocuklarına devredilirdi. Biz ailecek CHP'liyiz derlerdi, ya da hep sağ partiye oy veririz. Karı-koca birbirinden farklı oy vermez, çocuklarını da aynı partiye alıştırırdı. ( Komik ama Japonlarda da durum böyleymiş. Kazua İshigura'nın kitabı Uzak Tepeler'in bir bölümünde, değişen devirle birlikte kocaların, eşlerini, attıkları farklı oylar yüzünden artık dövemedikleri anlatılır.) Şimdi ise on yıllık bir parti, sağ parti yokluğunu da fırsat bilerek, hem sağ görüşlü, hem de muhafazakar halkın oylarını topladı, gelenekleri yıktı, geçti. Peki sadece yıkılan gelenekler mi?

Bumerang Deneyim Günleri kapsamında on blogger işte bu soruyu Yılmaz Özdil'e sorma fırsatı yakaladık. Gerçi görüşleri zaten belli olan, düşündüğünü de açıkça yazan bir gazeteci olduğu için üç aşağı beş yukarı siz de yanıtı tahmin edersiniz. Ama sevgili okur, yazarınız aldığı yanıtları size görev aşkıyla aktaracak. Bu arada objektif bir yazı beklemeyin, tamamen şahşi görüşlerimi de içeren, benim bakış açımdan yazılmış özet bir metin bekliyor sizleri. Konum olan edebiyatı da işin içine katmadan edemedim. Hem Yılmaz Özdil'in söylediği gibi her gazeteci sübjektiftir. Ben buna bir de tarihçileri eklemek istiyorum ( Yıllar sonra Gündüz Vasaf'ın yazılarında bu gerçeği destekleyen nice örneklemeler okudum). İlk defa tarihin öğretildiği ülkeye göre değişebildiğini 16 yaşımda Rumlardan öğrendim. Kıbrıs harekatını yıllarca kahraman ordumuzun Kıbrıslı Türkleri (annem ve ailesi de bu gruba dahildir) vahşi Rumlardan kurtardıkları haklı bir operasyon olarak görürken, aynı olayı Rumların, okulda ülkelerinin işgali olarak okuduklarını gördüm. O zaman zaten iki toplumun dönülemez bir biçimde koptuğunu anladım. Annan Planı bir hayaldi sadece! Nerden nereye, başka bir yazının konusu olsun bu, bir de Kıbrıslı Türkten dinleyin Kıbrıs'ın sorunlarını...

İki saatlik soru-cevap seansını an ve an anlatmama imkan yok. Ne gazeteciyim ne de ses kaydı tuttum. Aklımda kalanları aktarırken, ses kayıtlarından yazmış olan blogger arkadaşlarımın sitelerine linkler verdim, böylece detayları daha net görebilirsiniz.

Öncelikle Medyayı Eleştirdik

Bu dönemde penguen medyası var malum. İktidarın sesi gibi hareket eden bir basın ve yayın birliği. Bu her gerçek gazeteci gibi Yılmaz Özdil'i de rahatsız ediyor. Korkuyorum ve endişeliyim diyerek başlıyor konuşmasına ve satılmış medyaya verip veriştiriyor. Hürriyet'ten neden hala atılmadığını sorduğumuzda (Bekir Coskun ve Oktay Ekşi'nin akıbeti ortada), kızıyor ve AKP'nin bu soruyu pompalattığını söylüyor. Aydın Doğan'a sormalıymışız. Hakikaten de sormak istiyorum, Sayın Aydın Doğan, Bekir Coşkun giderken neden Yılmaz Özdil kaldı ve onun köşesine yerleşti? Bu kadar sıkıştırılmış bir ülkenin basıncını ara ara boşaltmaya yarayan bir tahliye borusu görevi mi görüyor muhalif yazarlar? Bu noktada sevgili blogger arkadaşım http://banunundunyasi.com 'na linkimi veriyorum. Oradan ses kayıtlarından derlenmiş net yanıtları görebilirsiniz.

17 yaşındaki blogger arkadaşımızın bu medyayla ne yapacağız sorusu üzerine de seyretmeyin, almayın, o zaman değişmek zorunda kalırlar diyerek gayet mantıklı bir çıkarımda bulundu. Beğenmediğin gazeteyi alma, kanalı seyretme, geliri düşerse ya kapanır, ya da değişmek zorunda kalır. Yaşasın kapitalizmin gücü ( Ayn Rand okuyun derim, kapitalizmin nasıl propagandası olurmuş görün. Atlas Silkindi ve FountainHead başlangıç için yeter, okuduktan sonra zaten YETEER diyeceksiniz. İyi ki bunu hatırlattım kendime, bu kitaplar için de bir yazı şart oldu.)

Muhalefeti Konuştuk

AKP'nin büyük başarısının altında CHP'nin beceriksiz muhalefeti yatıyor. Özenle hazırlanmış, AKPnin 0n yıl daha iktidarda kalmasını sağlayacak tam bir başarısızlık projesi. Gezi olaylarının da sebebi bu değil mi zaten, yetersiz muhalefet. Toplum her zaman siyasilerden önde gidiyor. Meselenin sağ-sol ayrımı kalmamıştır, mesele ülkenin Atatürkçü çizgiden çıkması meselesidir.
 (Burada da Portekizli Nobel ödüllü yazar Jose Saramago'nun Görmek isimli romanını tavsiye ederim. Toplumun siyasilerden önde olmasının ne demek olduğunu ve siyasetçilerin bunu nasıl hoyratça çözmeye(!) çalıştığını hayretler içinde okuyacaksınız. Gerçi bir çoğunu Gezi parkında zaten yaşadınız, yabancılık çekmeyeceksiniz.)

Peki Ülke Nereye Gidiyor?

Genel Kurmay terörist olarak hapiste, TSK hapiste. Şu anda Türkiye tam bir Din Devletidir. Hukuk kalmamıştır. 80 ihtilalinde bile hukuk bu denli taraflı değildi. AKP ve başbakan dil, din, ırk ayrılığı gözeterek ülkeyi bölmekten hüküm giymiştir. Laiklik karşıtıdır, şu anda yaşadığımız ülke laik bir devlet değil, din devletidir. Sahte delillerle insanların hapiste çürütüldüğü bir ülkedir artık burası. Sevgili blogger arkadaşım Evdeyazar, yine ses kayıtlarıyla tam metni yazmış, bu linkten ulaşabilirsiniz. http://evdeyazar.blogspot.com/2013/11/bumerang-ylmaz-ozdil-etkinliginde-neler.html

(Buraya da en iyi uyan kitap Franz Kafka'nın ünlü DAVA adlı romanıdır herhalde. Hala okumadıysanız ne duruyorsunuz, bugünleri, Balyoz ve Ergenekon'u bundan daha iyi anlatan başka bir roman var mı?)


İzmir?

AKP İzmir'de anca gider, Aziz Kocaoğlu ara farkla seçimi alır. Türkiye'nin en dürüst belediyesi İzmir, çünkü açık bulma ümidiyle sürekli denetleniyor. Her gün toplu taşıma araçlarına para karşılığı belediye başkanını yeren insanlar biniyor, 100 dolar karşılığında kafelerde başörtülüler oturuyor. Ama İzmir'i değiştiremezler. Dünyada bir kurtuluş savaşının başlayıp bittiği tek şehirdir İzmir. Her sokağı cumhuriyet kokar, semtleri ve sokak adları özenle seçilmiştir. İzmir hangi zihniyette direniyorsa Türkiye oraya gider, onları korkutan da bu. İzmir bilinci yayılıyor. Manisa, Muğla, Balıkesir'i kaybettiler. İzmir'i para ile, yalaka medya ile satın alamazlar. Burada yine sevgili blogger arkadaşım Kaan Göktaş'a veriyorum linki. Çünkü bu konuda Yılmaz Özdil ile tam bir fikir birliği içinde değil. Ne de olsa yazar ve hayranları toplantısı değildi bu sohbet, karşı görüşler de olmalı. http://www.kaangoktas.net/post/65842382575/kose-yazar-n-n-egosu buradan İzmir ve Türkiye gerçeğini Kaan'ın bakışından okuyabilirsiniz.

Bir de İzmir'li sevgili blogger arkadaşım durumbildirimi İzmir ile ilgili oldukça uzun bir metin yazmış, paylaşmak isterim
http://durumbildirimi.com/2013/11/01/yilmaz-ozdil-ile-bir-dilim-sohbet/

Ülkenin kutuplaşması

Öyle bir bölündük ki aynı takımın taraftarları bile ayrı düştü ( Çarşı-1453 ). Bizi bir arada tutan Mustafa Kemal çimentosu hasar almıştır. Hemşire doktordan, pratisyen hekim uzman hekimden, astsubay subaydan nefret eder hale gelmiştir. Bir değerini ötekileştiren, bundan da hüküm giymiş bir parti var karşımızda. Bir blogger arkadaşımız "bizim de birbirimize düşesimiz varmış " diyerek çok da yanlış olmayan bir saptamada bulundu. Gülüştük. Yılmaz Özdil burada, yıllarca hükümetlerin hoyrat davrandığı halkın kendisini hırpalamayacağını düşündüğü için AKP'yi seçtiğini söyledi.


ODTÜ

Üniversitelerin ele geçirilmesi ile öğrencileri ele geçiremediler. Bunu Gezi sürecinde gördük. YÖK'e, hükümete yakın seçilmiş (!) rektörlere rağmen, gençler içlerindeki devrim geniyle ayağa kalktılar. Kimsenin bir araya getiremediği taraftarlar tek yumruk oldu, DİSK ve TUSİAD şu an aynı fikirdeler. Bunu CIA bile başaramamıştır bu ülkede. Bunu yok sayan iktidar ve siyasetçiler kaybetmeye mahkumdur. Odtü'ye yapılan saldırılar sadece onu güçlendirir.

Çok Tepki Alan Halk TV Konuşması

Tayyip Erdoğan'ın kötü bir adam olması Esad'ı iyi yapmaz. Esad'la röportaj yapılabilir, Cumhuriyet Gazetesi bunu başarıyla yapmıştır. Ama CHP'nin kanalında kendi söyleyemediklerini Esad'a söyletmek olmaz. Yüzüne söyleyin, ben öyle yapıyorum, köşemden yazıyorum. O röportajı NTV, CNN yapsa olur (gerçi korkularından yapamazlar), ama halk TV parti kanalıdır. Bunun dışında Gezi sürecinde harika bir iş yapmıştır, halkı habersiz bırakmamıştır, takdire şayandır.

Sevgili okur, iki saatte tabi bir sürü başka şey de konuştuk. Ufak bir özet almak istersen sevgili blogger arkadaşım üşengeçsef'e bir bak derim http://usengecsef.blogspot.com/2013/11/ylmaz-ozdille-soylesideydik.html .

Bir de bu söyleşinin fantastik bir dünyaya uyarlanışı var ki, okumadan geçmeyin derim. Yine sevgili arkadaşım Kayıpruh bambaşka bir kurguyla sohbeti özetlemiş http://kayipruh.com/2013/11/01/yilmaz-savascilarin-ulkesi.html

Son olarak gelelim bana. Aslına bakarsan sevgili okur, ben gazeteci değil, insan Yılmaz Özdil'i tanımak isterdim. Kişisel sorular sormak isterdim. Ama soru adetimiz sınırlı olunca sadece bir tek özel şey sorabildim, Yılmaz Özdil ne okur? Kemal Tahir ile Türk edebiyatının bittiğini düşünüyor ünlü gazeteci. Merakı da mikro tarihmiş. Benim de son derece meraklı olduğum, yazılarımda da yeri geldiğinde keyifle kullandığım bilgilerdir bunlar. Örneğin neden erkeklerin düğmeleri sağdan sola iliklenir de kadınlarınki soldan sağa? Bu sorunun cevabını düğme tarihinde bulabilirsiniz, ben de oradan öğrenip çok gülmüştüm. Sevgili Yılmaz Özdil'e yanıtı buradan verip sevgilerimi gönderiyorum,
Avrupa'dan gelmiş bir gelenektir. Erkeklerinki sağ elin kullanımına dayanan pratik bir ihtiyaçtan kaynaklanırken, kadınların hizmetçileri tarafından giydirilmesi bu farklılığın nedenidir. Gördünüz mü, aristokrat Avrupalı kadınlar sebebiyle bugünün modern, hizmetçisiz ve sağ elini kullanan kadını düğmelerini soldan sağa iliklemek zorunda.
(Kaynak: Gündelik Hayatımızın Tarihi - Kudret Emiroğlu S:256 Dost yayınları 2001)

Katılan bloglar:

*Söyleşiye birlikte katıldığım diğer 9 bloggerın yazılarına da aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz..
http://evdeyazar.blogspot.com/2013/11/bumerang-ylmaz-ozdil-etkinliginde-neler.html
http://durumbildirimi.com/2013/11/01/yilmaz-ozdil-ile-bir-dilim-sohbet/
http://banunundunyasi.com/?p=3817
http://www.otekiyuz.com/yilmaz-ozdil-izlenimleri-1/
http://normalbiadam.tumblr.com/
http://usengecsef.blogspot.com/
http://www.modagrafya.com/
http://www.kaangoktas.net/
http://kayipruh.com/2013/11/01/yilmaz-savascilarin-ulkesi.html