Hürriyet

>

16 Eylül 2014 Salı

Ay Çarpması - Juan Ramon Biedma


              Mahuachi piramidinin bir kopyasının Sevilla'ya inşa edilmesiyle başlayan garip olaylar, kız kardeşini öldürmekten idama mahkum olmuş Pisca adlı kızın yine Sevilla'da infaz edilmesine kadar doruğa çıkar. Dev baykuşlar, kaçırılmalar, ortadan yok olmalar, ayın çift olması, ortada gezen saldırgan hayaletler...Hastaneden yeni çıkmış Eme, bir sürü karışık, garip olayın merkezindedir. Üstelik en büyük yardımcısı Seyyar Satıcılar Tarikatı isimli kitabıdır. Çünkü satır satır yaşadıklarına benzer olayları anlatmaktadır. Eme'nin arkadaşları kör Paco, babası ağır hasta olan Tona ve Fritz, garip güçleri olan  Pena'nın bulunması için Eme 'ye yardım etmektedirler. İşler gittikçe karışmakta, garipleşmekte, üstelik Eme'nin de çözümsüzlüğü artmaktadır. Finale doğru artık mantık bağı kopan Eme sadece iç güdüleriyle kime güveneceğini seçmek zorundadır.
           

Başından sonuna kadar heyecan içinde okuyacağınız bu kitapta şizofreninin çözümsüz ve mantıksız kurgularına şahit olacaksınız. Kitap Eme'nin gözünden anlatıldığı için asla gerçek olayları bilemeyecek sadece ufak ip uçlarından şüpheleneceksiniz. Zaten çözmeye çalışmayın da, Eme kendi dünyasında yarattığı karmaşayı dahi mantığa oturtamamışken siz nasıl gerçeklere ulaşabilirsiniz ki? Belki de şizofren üzerine yazılmış en ilginç kitaplardan biri. Hastalıklı düşüncenin ne olduğu üzerine edebi bir  güzelleme. Gerçekle hayalin karman çorman olduğu, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmediğiniz bir dünyaya hoş geldiniz. Ömrünüzün sonuna kadar böyle bir alemde yaşamaya mahkum olsaydınız ne olurdu acaba? Sürekli sorular, başka başka bağlantılar, çözümsüz olaylar, zaten çözmeye çalışmayan, hatta bağlantıları ble göremeyen bir beyin. Bence korkunç bir hayat. Bir kabusa kapatılmışsın gibi. Üstelik kabusun yaratıcısı sensin.
             Şizofren belki de beynin farklı çalışmasının en ilginç sonuçlarından biri. Şüphe, çelişki, geniş hayal gücü, çarpıtılmış ya da artık önemsenmeyen gerçekler, beynin sürekli ve düzenli kişi ve olay yaratım gücü. Olmayan kişi ve olaylar...
              Juan Ramon Biedma  farklı bir Sevilla dekorunda anlatmış öyküsünü, kötücül, fakir, baskıcı ve sokakta infaz yapacak kadar geri. Tabi bu tasvir tamamen Eme'nin yaratımı. Yine büyük şirketlerin arsalar ve fakir insanlarla kar ilişkileri- ki burada Eme kendini suçlamakta aslında, çünkü ailesi zengin ve belki de bu işi yapanlardan biri, Sabato / Tobasa çevrimi- Nasca çizgileri ve Peru - burada Eme'nin ailesinin böyle bir kazıda öldüğünü hissediyoruz, en azından ben, kesin bir anlatım yok- piramidin tüm kötücüllüğü buradan geliyor belki de.
                 Karmaşık bir kitap, anlatım basit ama bir şizofrenin düşünceleri kadar mantıklı bir sira takip ediyor. Yıllar önce okuduğum "Sana Gül Bahçesi Vadetmedim" den sonraki ilk çarpıcı şizofren kahraman.
                Bir iki kitap eleştirisi okudum, açıkçası aynı kitabı mı okuduk anlamadım, demek ki gerçekten herkeste farklı bir öykü uyandırıyor. Bence siz de okuyup bu kafası karışık gruba katılın. Böyle bir bakış açısı sağlıklı kafayla kolay kolay yakalanamaz zira.

İyi okumalar,

14 Temmuz 2014 Pazartesi

HAYATA KARŞI PASİF DİRENİŞİN ÖYKÜSÜ-KATİP BARTLEBY


          "Yapmamayı tercih ederim." Edebiyatın belki de en ünlü diyalogundan birisidir Katip Bartleby'nin bu cümlesi. Wall Street'de bir noterde yazıların kopyalarını çıkarmak için işe başlayan Katip Bartleby'nin ünlü pasif direniş öyküsü. O kadar ikna edici ve karşı konulamaz olarak iş yapmayı reddeder ki, işveren değil ona iş yaptırmak, ondan kurtulabilmek için işyerini taşımak zorunda kalır. Zira pasif direnişçi katibimiz sadece iş yapmamakla kalmaz, yerleştiği mekanından da çıkmak istemez. Kendisinden istenenlere " yapmamayı tercih ederim" diyerek yanıtlayan bu ilginç kişilik anlatıcı avukatı da çok etkiler. O kadar ki, kendisini ona karşı sorumlu hisseder, iş yapmamasına rağmen parasını ödemeye devam eder, iş yerini taşıdıktan sonra yeni kiracılara zorluk çıkardığında onunla konuşmaya gelir, son noktada da hapse atıldığında onunla özel ilgilenilmesini istediği için gardiyanlara para dahi verir. Ancak Bartleby o kadar ilerletir ki direnişini, sadece çalışmamak değil, yaşamamak olur hedefi. Yemek yemeği keser, insanlarla ilişkisini bitirir, zorlayanlara ise "tercih etmediğini" söyler. Son noktada yaşamamayı tercih ederek ölür.

Herman Melville'nin bu çok ünlü öyküsünün konusu kısaca bu. Peki onu kült yapan ne? Çünkü o bir öncü, yapmayarak karşı çıkan, bir isyankar. O dönemin "Duran Adam"ı. Yalnız Oblomov ile asla kıyaslamayalım, çünkü biri tembellikten yapmaz, diğeri tercih etmediğinden. Kim bilir, belki de Gandhi bu öyküden etkilenmiştir ve İngilizlere karşı pasif direnişini başlatmıştır.

Bu öykü tüm edebiyata esin kaynağı olmuş. Kafka, Camus kendi eserlerinde bu pasif direnişi bir şekilde yaşatmışlar. Belki de büyük okumalara geçmeden bu küçük öyküyü okuyup anlamak gerek. Çünkü tohum olan bu ve bir sürü ağacı içinden çıkarmış.

Açıkçası son seçimlerde oy vermeyen kitleyi Katip Bartleby'e benzetiyorum. Bazen hiç bir şey yapmamak çok şey anlatabiliyor, aynı Duran Adam gibi...

Sinemaya da aktarılan bu öyküyü okumadan geçmeyin. Kısa, basit ama yüklü. Her edebiyat severin bilmesi gereken bir öykü.

İyi okumalar,


KASAP ÇIRAĞI - PATRİCK McCABE

          
          "Bir uçak vızıltısı duydum uzaktan. Bir keresinde evlerin arkasındaki patikada durmuş, gözlerimizi güneşten sakınıyorduk ve Joe, Şu uçağı gördün mü Francie? diye sormuştu. Gördüm, demiştim. Uzaktan bakınca minik gümüşi bir kuşu andırıyordu. Şunu merak ediyorum, demişti Joe, onun içine sığacak küçüklükte adamı nasıl buluyorlar? Bilmem, demiştim. Uçaklar hakkında fazla bilgim yoktu o günlerde."

İrlandalı yazar Patrick McCabe'in başarılı romanı Kasap Çırağı işte bu sözlerle kahramanının yaşını ve saflığını okuyucuya veriyor. Dublin'e yakın bir kasabada yaşayan Francie Brady, alkolik bir baba ve bunalımlı bir annenin oğludur. Tek arkadaşı Joe Purcell ile Tom Sawyer kıvamında bir çocukluk yaşamaktadır. Evdeki huzursuzluk, mutsuzluk ve şiddet yüzünden fazla eve uğramayan Francie, tek kaçışı olan en iyi arkadaşı Joe ile kendine bir dünya yaratmıştır. Zaten tüm hayatı boyunca ne zaman zorlansa, başı belaya girse bu sanal dünyaya sığınıp, ona kavuşmak için her şeye katlanacaktır. Kasabaya Londra'dan taşınan Nugent Ailesiyle beraber Francie'nin suç yaşamı başlar. Öncelikle Nugent'lerin kendi yaşlarındaki bakımlı ve titiz oğlu Phillip, Francie'nin nefret odağı olur. Sıcak bir evde, ilgili bir baba ve şevkatli bir anneyle olması, şık ve temiz giyinmesi, pırıl pırıl çizgi romanlara sahip olması yeterlidir Francie için. Çünkü Francie'de bunların hiç biri yoktur. Joe ile birlik olup Phillip Nugent'in çizgi romanlarını çalarak ilk suçunu işler. Bayan Nugent'in bunu öğrendikten sonra evlerine gelerek yaptığı konuşma Francie'nin tüm aileden nefret etmesine neden olur.
"Domuzlar, bütün kasaba biliyor sizin domuz olduğunuzu."

Bu olaydan sonra zaten hayal kırıklıklarıyla dolu evliliği yüzünden yeterince mutsuz olan anne Brady bir süre akıl hastanesine kapatılır. Francie vicdan azabıyla doludur, annesinin "garaja çekildiğini, tamiri bitince geleceği"ne inanarak geçirir vaktini. Bir de ailenin gururu Alo amcanın Noelde geleceği beklentisi. Anne "garajdan" çıkar, Alo Amca Londra'dan gelir, keyifli bir Noel gecesinin sonunda aslında taptığı Alo Amcasının bir yalancıdan başkası olmadığını anlar ve evden kaçar. Dublin'de geçen günün sonunda pişmanlık içinde eve döndüğünde kötü haberle karşılanır. Artık her şey baş aşağı gidecektir.

Francie yavaş yavaş suça itilir, cezalandırıldıkça suç işlemenin gerekliliğine inandırılır, vicdan azapları, kıskançlık, sahipsizlik duyguları içinde kendinden ve tüm dünyadan nefret eden küçük bir çocuk haline gelir. En büyük aşağılamaları ve cezaları gülerek karşılayıp vurdumduymazlık duvarlarının ardına saklanan bu küçük çocuk yavaş yavaş aklını da kaybetmeye başlar.

Bu kitabı okurken aklıma iki farklı roman geldi. Biri, anlatım diliyle olan benzerliği sebebiyle Sallinger'in Gönülçelen'i, diğeri ise bir deliliği ve şiddeti kendi bakış açısıyla haklı çıkaran John Flowles'ın Koleksiyoncu'su. Sallinger'i kült bir yazar yapan ve ilk kez edebiyatta scaz dil kullanılarak yazılan Gönülçelen tıpkı bu kitapta olduğu gibi bolca argo ve küfür içerir. (Orijinal dilinden okumadığım için Kasabın Çırağı gerçekten scaz stilde mi yazılmıştır bilemiyorum.) Koleksiyoncu ise akıl hastası bir gencin işlediği suçu haklı gösterecek kadar akıllı ve taraflı bakış açısı ile bu romandaki kahramanın bakış açısıyla özdeşleşir.

1997 yılında sinema filmi de çevrilen Kasap Çırağı İrlanda edebiyatının en önemli eserlerinden sayılıyor. Okunması gereken 100 kitap içinde olan roman, umursamazlık maskesi altında gizli vahşetiyle okuyucuya içten içe rahatsızlık veriyor. Kahramanınızın çocuk olduğunu bilmenize rağmen her şeyi yapabileceğine inancınız her satırda neyle karşılaşacağınızı bilememeniz ve yaratılan gizli şiddet beklentisi sizi okurken sarıyor. Bu da yazarın çok başarılı bir şekilde şiddeti kelimelerle örmesinden kaynaklanıyor. Harika bir anlatım, muhteşem bir kurgu bulacaksınız bu kitapta.

Francie'nin üzücü, yürek burkan yaşamına tanık olmak istiyorsanız, hayatınıza anlam katan anıların aslında birer yalan olduğu keşfettiğinizde nasıl bir çöküş yaşayabileceğinizi görmek istiyorsanız bu kitabı mutlaka okuyun derim. Araya sıkıştırılmış İrlanda Özgürlük hareketiyle ilgili bilgiler de size hediye olacaktır.

İyi okumalar,

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Sırça Fanus - Slyvia Plath


Hepimizin girmekle girmemek arasında gidip geldiği ince bir fanus var tepemizde. Bir anda iniyor, nefes almamız güçleşiyor, günlük hayatımız saçma ötesi hale geliyor, diğer insanların duyarsızlığı bizi rahatsız ediyor. Yıkanmak, uyumak, diş fırçalamak, yemek yapmak saçma gelmeye başlıyor. Tekrar kirleneceksem niye yıkanayım ki? Yatak her gece bozuluyorsa ne anlamı var toplamanın ve sonuçta ölüyorsak neden fazladan bir gün daha geçirelim? İşte bu nokta içinde bulunduğumuz fanusun en dar halidir. İntihar çıkış noktası haline gelir. Sevgili Slyvia Plath kendi fanusundan 30 yaşındayken işte bu şekilde kurtulmuş, intihar. Yarı otobiyografik eseri olan Sırça Fanus'ta ilk depresyonunu nasıl atlattığı, belki de nasıl ertelediğini anlatır Slyvia Plath. Bu eserini önce takma isimle yayınlar, daha sonra tüm karşı gelmelere ve oluşacak küslüklere rağmen  üstüne alır. Zamanın ilk feminist romanı addedilir. Çünkü kahramanımız bekareti sorgular, bir erkeğin himayesine girmekten hoşlanmaz, evlilik öncesi ilişkilere karşımdaki yapmışsa ben de yaparım mantığıyla girer. Ona göre her iki taraf da eşit olmalıdır. Bakir olmayan birinin bakire kız istemesini ikiyüzlülük olarak değerlendirir.
1960lı yılların Amerika'sında bu fikirler gerçekten cüretkar. Gerçi 2014 yılının Türkiye'sinde halen cüretkar, halen zor, halen çoğu aile için kabul edilemez.  Gençlik yıllarımda ne çok kafa yormuş ne çok tartışmıştım. Seçimlerimi toplum dayatmalarına göre mi kendi tercihlerime göre mi yapmalıydım? Hayatımı kim kontrol ediyordu, komşu ve inançlar mı yoksa kendi mantığım ve fikirlerim mi? Peki hayat benimse, istediğim gibi de davranırsam, ailem beni hala kabul edebilecek miydi? Ya da bu ikilem benim sırça fanusumu yaratacak mıydı? 17 yaşında ailemden uzağa yerleşip ODTÜ gibi özgür bir okulda okuyor olmak çok yardımcı oldu tabi. Ama 30lu yaşlarda aynı fanusa neredeyse girmek üzere olduğumu sanırım bir tek ben biliyorum.
"Bir erkeğin egemenliği altında olmanın düşüncesinden bile nefret ediyorum," demiştim Doktor Nolan'a. "Bir erkeğin dünyasında hiç bir kaygısı yokken, benim başımda, beni hizada tutmak için bir sopa gibi asılı duran bebek konusu var." s:228
Evlilik olmadan yapılan seks hamilelik riski sebebiyle kadına yasaktır. Evlenmeme hakkı yoktur kadının, ya da geç evlenme. Biyolojik saat işlemekte, aman çocuk doğurma yaşını geçme sakın, kimse almaz seni. Ya da çocuk doğurmama hakkı yoktur evliyse , kocası isterse mecbur, aksi bile düşünülemez.
"Buddy Willard'ın baştan çıkarıldığını öğrendiğimden beri bakireliğimi boynuma asılmış bir değirmentaşı gibi taşıyordum. Benim için öyle uzun süredir, öylesine önemli bir konu olmuştu ki onu her ne pahasına olursa olsun korumak bir alışkanlık haline gelmişti. Onu beş yıldır koruyordum ve artık sıkılmıştım."s:235
Bazen sadece bir yük haline gelir bekaret, aklında çözdüğün ama toplum içinde çaresiz kaldığın bir yük. Taşımakla atmak arasında kaldığın, iki tarafı pislik dolu çubuk. Ne çok genç kız yaşıyor bunu.

"Belki de gerçekten evlenip çocuk doğurduktan sonra insanın beyni yıkanmış gibi oluyor ve ondan sonra özel bir totaliter devletin kölesi gibi duyuları körlenerek yaşayıp gidiyordu." (s.90)
Ne zorluklarla okunmuş okullar, ne değerli diplomalar çocuk doğunca duvara asılıp kalmıyor mu? Kariyer sahibi olmaya odaklı o ince topuklu, hırslı kızlar, çocuktan sonra dondurma kaplarına köfte istifler hale gelen ev kadınlarına dönüşmüyorlar mı? Toplu bir körleşme mi bu?
 ''sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür.''
 Sırça fanustan çıkmak kurtuluş mu? Toplum kuralları bu kadar akıldan uzakken, içsel çatışmayı alenen tetiklerken, baştan ölmüş, kaybetmiş, yenilmiş olmuyor muyuz? Ya da bu kabusu kabullenip devam etmek, yaşayan ölüden farksız. Belki de fanusun içindeki ölü bebek, dışardaki kabusta hayatta kalmaya çalışandan çok daha canlı, kim bilir?
İyi Okumalar!




 


23 Nisan 2014 Çarşamba

SUNSET BULVARI VE BİR USTA


Çok ünlü bir şefle yemek yapmak, iyi bir yazar ile öykü yazmak, Atilla Dorsay ile film seyretmek! Bunlar benim mutlaka yapmam gereken şeyler listesinden alıntı. Daha var, bu kadar değil hayallerim. Mesela piyanoda en az bir eseri ezberden ve hatasız çalabilmek, bir kitap yazmak ve daha bir sürü şey. Bunları hayal edip gerçekleştirmek beni zinde tutuyor, amaç veriyor. Sadece işe gidip gelmek, arkadaşlarla eğlenmek, seyahate çıkmak yetmiyor işte. Kendimi zorlamak, şansımı yaratmak, zoru başarmak, beni tatmin ediyor. O yüzden de belki PS oynamaktan, sudoku çözmekten ve puzzle yapmaktan vazgeçemiyorum. Peki bunlardan neden bahsettim? Listedeki bir şıkkı daha gerçekleştirdim de ondan. Hangisi mi? Yo, piyano daha değil, başlayalı dört ay oldu, en az bir yıl zaman verdim kendime, diğeri, hani şu film ile ilgili olan, sıkı durun geliyor:
Atilla Dorsay ile bir film izlemek, onunla filmi tartışmak, eleştirmek, dünya sinemalarından bahsetmek, işte bu şık 22 Nisanda hayata geçti. Bumerang'ın katkılarıyla yirmiye yakın blogger, Hürriyet Dünyasında, Çetin Emeç salonunda Atilla Dorsay ile Sunset Bulvarı'nı seyredip sinemadan konuştuk. Aslına bakarsanız sinemayla ilgim öykü düzeyindedir. Yani beni senaryo çeker, kurgu çeker. Olay örgüsünü incelemeyi severim. O gün de ben bunu yaptım, ama eksik kalan yönlerimi Atilla Bey engin bilgisiyle tamamladı.
Öncelikle 1950 yapımı, üç oskarlı, bir film noir olan Sunset Bulvarı'nı izledik. Atilla Dorsay bizim için seçmiş. Açıkçası daha önce ancak yarısını seyredebilmiş biri olarak ( sıkıntı sebebiyle değil, film sitelerinin azizliği sebebiyle) keyifle izledim. Öyküyü de basitçe üç kurguya ayırdım. İki ana ve bir yardımcı olay örgüsü var. Ayartma ve Çöküş kurguları ana olay örgüsü, bunların bağlantısını ve tetiklenerek sonlanmasını sağlayan ise yan kurgu Aşk. Ayartma kurgusunun kahramanı genç ama parasız yazar Joe Gills (William Holden)dir. Parasız ve çaresiz olduğu için şeytanla bile pazarlığa oturacak haldedir. Ev kirasını ödeyemez, araba taksitlerini yatıramadığı için arabasını kaybeder.  Kader onu sessiz film yıllarının ünlü Norma Desmond'u ile karşılaştırır. Bu yaşlı kadına, parası, sağladığı olanaklar karşılığında ruhunu satmıştır artık. Asla gerçekleşmeyeceğini bildiği bir senaryo yazılımını üstüne alarak o eve yerleşir. Bu kurgu Joe'nun neden Norma ile birlikte olduğunu açıklar.
 Çöküş kurgusunun ana karakteri Norma Desmond (Gloria Swanson), sesli filmlere geçiş ile birlikte sinema endüstrisinden kopmuş, ama hala egosundan bir şey kaybetmemiş zengin aktristir. Koca malikanede uşağı ile birlikte yaşamakta ve kendine yeniden yaşama sevinci veren Joe Gills'e umutsuzca tutunmaktadır. O kadar bağlanmıştır ki, yazarın gidişi intihara kalkışmasına yeterlidir. O yüzden de karşılıklı umutsuz bir bağ içindedirler. (Parasızlık-yalnızlık) Gloria Swanson gerçekten de sessiz sinemadan gelen bir yetenek. Dolayısıyla abartılı oyunculuğunu doyasıya bu filmde kullanmış. Yine sesli film ile birlikte unutulmuş bir star. Çöküş kurgusunun kurallarına uygun olarak tüm karakterleri kendine çeken, mahvolmaya giden yolda kendine eşlik etmelerini sağlayan, güçlü melankolik rolünü de mükemmel oynamış bir yıldız. Aşk kurgusu, bu zorunlu ikilinin birlikteliğini sarsıp sonunu getirecek başka bir imkansızlık ( arkadaşımın aşkı) klişesi ile sonu getirmek için yaratılmış.
 Filmin konusu kısaca bu, sonunu tahmin edersiniz sanıyorum. Her ayartma kurgusunda olduğu gibi kahramanımız (Joe Gills) bir bedel öder, her çöküş kurgusunda olduğu gibi kahramanımız (Norma Desmond) yokoluşa giderken beraberinde diğerlerini de çeker ve her aşk kurgusunda olduğu gibi aşıklar aşılmaz engeller sebebiyle birleşemezler. Sonuçta sinema dünyasının unutulmazları arasına giren, özgün senaryo dalında oskar alan, 1989'da da ABD Kongre kütüphanesinin arşivlerine girmeye hak kazanan bir eser çıkmış. Atilla Dorsay bu film hakkında gerçekten ilginç bilgiler verdi. Örneğin filmde uşağı canlandıran, ama filmin ortalarında Norma'nın ilk kocası ve ilk yönetmeni olduğunu itiraf eden aktör Erich Von Strohiem, aslında Gloria Swanson'un gerçek hayatta ilk kocası ve ilk yönetmeni. Tabi uşak olmamış ama yönetmenliği gerçekten bırakmış.
Film Hollywood'u gerçekten çok sert eleştirdiği için izleyen bir çok yönetmeni (MGM'in başı Meyer) kızdırmış. Billy Wilder ise sadece "Fuck off" diye yanıtlamış eleştirileri.
Diğer bir özelliği siyah-beyaz çekilmesi. Bu da hem sessiz dönem filmlerine bir saygı duruşu niteliğinde, hem de film-noir türüne uygun. Malta Şahini (The Maltese Falcon, 1941), Elmas Hırsızları (The Asphalt Jungle, 1950) bu türe Atilla Dorsay'ın verdiği başlıca örnekler.
Billy Wilder hem senarist hem film yönetmeni ve yapımcısı olarak çok başarılı olmuş. Bir çok ünlü filme imzasını atmış, yedi kez de oskarı havaya kaldırmış.

Bu güzel filme ve güzel güne dair anlatacak çok şey var. Ama sanırım bugünlük bu kadar yeter. Son olarak filmden bir replikle yazımı bitirmek istiyorum:

Joe Gills: "Sen eski büyük Norma Desmond değil misin?"

Norma: " Ben hala büyüğüm. Filmler küçüldü."

Benim de yazmak istediğim çok şey var ama sayfam küçük. Hepinize iyi seyirler...


Beraber günü geçirdiğim blogger arkadaşlarımın konuyla ilgili  yazılarına da bakmak isterseniz aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz.

http://www.celebialper.com/
http://www.karanliksinema.com/
http://ipeksuer.com/
http://kafadergi.blogspot.com.tr/
http://mustafapektas.tumblr.com/
http://www.oscarfavorite.com/
http://www.fozdemir.com/
http://usengecsef.blogspot.com/
http://tubadilbaz.com/
http://www.evrenbaser.com/site/
http://www.rahatyazar.com/
http://portakalla.blogspot.com.tr/
http://decorideatr.blogspot.com/
http://kayipruh.com/
http://blogcunundefteri.blogspot.com/
http://seker-oglan.blogspot.com.tr/
http://www.blog.sakarpiyon.com/
http://www.denizinsarkisi.blogspot.com.tr/
http://www.diliminayariyok.com/
http://sessizfilmedebiyat.wordpress.com/
http://ebubekiragbaba.blogspot.com.tr/
http://www.filmdiliveedebiyati.com/
http://kutsalsinema.blogspot.com.tr/



8 Nisan 2014 Salı

Hazine Avcıları- Tesadüflerin Filmi


Bir filme neden gidersiniz? Yönetmene mi, oyunculara mı, aldığı ödüllere mi, yoksa konusuna mı bakarsınız? Çoğunluğun oyunculara ve konuya baktığını düşünürsek bu filmin gişe rekorları kırması gerekiyor. Konu, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin kaçırdığı değerli sanat eserlerinin peşine düşen bir grup sanat uzmanı. Yani macera vadeden, ismiyle ünlü İndiana Jones'u hatırlatan, zamanlamasıyla da yine o filme gönderme yaparak seyircide yüksek bir beklenti yaratan bir konu. Oyuncular ise Hollywood yıldızlar geçidi. George Clooney, Bill Murray, Matt Damon, Cate Blanchet, John Goodman vs. Neredeyse tüm Hollywood toplanmış. Peki un var, şeker var, helva nerede?

Ne yazık ki helva yok, ortada korkunç bir bulamaç var. Neresinden tutsanız elinizde kalan bir film. Öncelikle kahramanlara bakalım. Frank Stones rolündeki George Clooney ana karakter olarak filmi toparlamaktan sorumlu. Fikir ondan çıkıyor ve altı diğer sanat uzmanını askere aldıran kişi de kendisi. Ama film boyunca en ufak bir liderlik özelliği (kararlılık, sorumluluk, plan) göstermiyor. Bu kadar ünlü yıldızların kişisel kabiliyetleri de bu yüzeysel karakterleri derinleştirmeyi başaramamış. O kadar inceliksiz verilmiş ki karakterler ve geçmişleri, seyirci bir empati kurarak onlarla maceraya giremiyor, onlar için üzülüp sevinemiyor. Sadece bakıyoruz, tüm film boyunca baktığımız gibi. Sadece Matt Damon, belki de Blanchet ile sahnelerinin çokluğundan olsa gerek azıcık da olsa bir  empati yaratabildi. O da filmin kurgusal açıdan oldukça sıkıcı bir bölümünde yaşandı. Tabi ki bir macera filminde zihin karakterlerine ihtiyacınız yoktur. Çünkü orada aksiyon vardır ve bu filmi götürür. Buradaysa ne aksiyon ne de gelişen karakterler var. Ortada bir yerde kalakalmış. Ham bir meyve gibi. Dolayısıyla ne Bill Murray'in duş sahnesinde duygulandık, ne de Bonneville'nin Meryem Heykelini korurken yazdığı son mektuptan etkendik. Karakterler oturmazsa, o insanların yaptıkları da seyirciyi etkilemez.

Gelelim kurguya, tipik bir macera kurgusu, evlerinden uzağa hazine için giden bir grup insan, yaşanan maceralar ve eve dönüş. Varsa küçük bir aşk da ortamı şenlendirir. Bunların hepsi kurgu gereğidir ve filme baktığımızda yapılmış. Ancak bir sorun var, neden-sonuç ilişkisi değil, bir tesadüfler zinciri olay örgüsünü oluşturuyor. Bill Murray'in dişi kırılmasa asla eser kaçakçısı nazi subayına ulaşamazlardı. Çünkü dişçinin yeğeni! Burada Maradona'nın dünya kupasında yıllar önce attığı gole gönderme yapacağım, Allahın Eli! Bir filmde bu olmaz! İncelikle planlanmalıdır her şey. Planı bozan aksaklıklar tabi ki olacaktır ve olmalıdır da. Ama tamamen plansız bir grup insanın diş kırması sonucu gittikleri dişçi aracılığıyla eserlere ulaşmasını son derece anlamsız buluyorum. Ya o diş kırılmasaydı? Koskoca Almanya'da başka bir dişçiye gitselerdi? Seyirciyi aptal yerine koymaktır bu.
Bir filmde ilk 20 dakika çok önemlidir, konuya girdiniz, seyirciyi maceraya soktunuz soktunuz, sokamadınız, geçmiş olsun, seyirciyi kaybettiniz. Nitekim bu filmde de ilk yarı uzadıkça uzayıp, aksiyonsuz, iç kıyıcı sahnelerle geçti. Salonun yarısı ikinci yarı yoktu. Son 20 dakika da bir o kadar önemlidir, zirvenin yapılıp finale gelindiği anlardır. Ama ne yazık ki yine aksiyon yok, zaten o Meryem Heykeline ısınamamıştık, bulununca da sevinemedik, kurguya uygun, beklenen final, ama seyircide gram his uyanmıyor.
Bir kitaptan uyarlama olduğunu biliyorum. Ama sadece kitaptan esinlenselermiş ve kurmaca bir macera yaratsalarmış çok daha keyifli bir film olabilirmiş.
Mesaj güzel, savaş bitecek ve geçmişimizi yok edersek gelecek nesillere ne göstereceğiz? Sanat,uğruna ölünecek kadar önemlidir. Ama bu iki satır için 120 dakika heba etmeye değer mi, düşünülmeli.
Sonuç olarak, o kadar ünlüye, masrafa, uğraşa çıka çıka bu çıkmış, bir tesadüf filmi! Ben beğenmedim, vakit kaybı olarak görüyorum. Ama derseniz ki, giderek daha çok Sean Connary'e benzeyen bir George Clooney için değer, o zaman lafım olmaz.
Son bir tavsiye; bolca yiyecek takviyesi alın, kuru kuruya hiç gitmiyor :)




5 Nisan 2014 Cumartesi

DR. UYKU- Stephen King



Bir kez daha gerilim ustası, kurgu kralı Stephen King karşımızda. Yeni kitabı Doktor Uyku ile yine insan zayıflıkları ve korkularıyla oynuyor. Günümüz modern insanın, özellikle Amerikalıların psikolojik analizlerini en anlaşılır yazan kişi. Dili o kadar basit, o kadar akıcı ki anlattığı çatışmalarda acaba ne dedi, kime gönderdi gibi soru işaretleriniz yok, aynen anladığınız gibi devam edebilirsiniz okumaya. Alt yazı yok, mesaj yok. Varsa da zaten içinizde hissediyorsunuz. Neyse, gelelim kitaba;

 Medyum'un çocuk kahramanı Danny Torrance artık büyümüş, serseri bir alkolik olarak oradan oraya beş parasız sürüklenmektedir. Arada para kazanmak için bakımevlerinde çalışmakta, yaşlı insanların son anlarında onlara refakat ederek huzurlu ölmelerini sağlamaktadır. Medyum'dan bildiğimiz "ışıltı"sı azalmış, ancak yok olmamış, ölüme yardım eder hale gelmiştir. İlerde bir türlü unutamayacağı bir hata yapar, kendini yollara vurur, sonunda minik bir kasaba olan Fraizer'e gelir. Tanıştığı başka bir ışıltılı Billy Freeman tarafından işe alınır ve hayatı o andan itibaren değişmeye başlar. Bundan sonra bir yandan alkol bağımlılığıyla savaşır, geçmişinde yaptığı hatalarla yüzleşip kendini affetmeye çalışır ve en önemlisi hiç tanımadığı, hatta varlığını bile bilmediği yeğenini korkunç enerji vampirlerinden korumak için hayatı pahasına bir kavgaya girer. Daha fazla detay kitabın heyecanını kaçıracağından burada duruyorum ve kitapla ilgili hayal kırıklığımdan bahsetmek istiyorum.

Öncelikle King bu kitabında yine eskilerden bir kahramanını alıp canlandırmış. Bir önceki romanı 22/11/63 te de "O" (It) romanının kahramanlarına gönderme yapmıştı. Bana bu, güzel bir eskileri pazarlama taktiği gibi gelmişti o zamanlar. Şimdiyse bir öykü stratejisi olarak algılıyorum.

 Eski bir okur olduğumdan King'in acımasızlığını iyi bilirim. Karakterlerini yerden yere vurur, en büyük korkularını karşılarına çıkarır, dibin dibini bulmadan da onlara huzur vermez. Yardımcı karakterler, genellikle aileden en zayıf kişi ( en güvendiğin kişi kim? Baban, ama baban bir alkolik ve senin beynini dağıtmak istiyor!) kahramanın kabusu olur. Medyum, O, Sis, Hayvan Mezarlığı işte tüm bu acımasız kabusları barındıran kitaplardı. Ne yazık ki son iki kitabında King oldukça yumuşamış, karakterlerini pek erken affedip, onları yerden yere vurmayı bırakmış ve yumuşacık, herkes ermiş muradına tarzı bitişlere geçmiş. Ben bundan açıkçası rahatsızım. 22/11/63 eleştirimde de bunu yazmış ve bu sonu King'in yazmadığına yemin edebilirim demiştim. Gerçekten de oğlunun yazdığını son sözlerde okudum. Bu kitapta da oğlunun etkisi büyük bence. Dan en az bir kez iyileşme sürecinde içip dibi bulmalıydı, Abra'nın ona en ihtiyaç duyduğu anda sarhoş olmalıydı. Okuyucunun içi gitmeli, Dan'in iç savaşının içinde kahrolmalıydı. Sadece kahramanı değil, okuyucuyu da duvardan duvara vurmalıydı. Sis'te yaptığı gibi, boğazımızda bir yumrukla kitabı kapatmalıydık. Ama ben o yumruğu ne yüzümde ne de boğazımda hissedemedim tüm kitap boyunca. O zaman niye gerilim romanı okuyayım ki? Stephen King Medyum'da oğlunu çekiçle kovalayan alkolik bir baba yaratabiliyor, beyinler duvarlara saçılıyor, Hayvan Mezarlığında oğlunun öldürdüğü karısını canlandıran ve mutfakta yarı deli bir şekilde "Hoş geldin Rachael" diyen bir koca yaratabiliyor ama son iki kitabında " happly ever after" sonlar yazıyor. Ters giden bir şeyler var sevgili okuyucular, bakın demedi demeyin, King'in tarzı son derece bariz ama kitabın sonları da o derece aykırı. 21. yy gerilim kitaplarında mutlu son modası mı var acaba? Daha mı çok satıyor?

Sonuç olarak asla kötü değil, ama yine bir yumruk yiyememenin acısıyla kitabı bitirdim, S.K. 'in bundan sonra başka bir kitabını da okur muyum bilemem. Eskilere dönmek belki daha güzel, Carrie gibi mesela. Seçim sizin. Ben sadece hissettiklerimi yazdım Sizin farklı ya da benzer fikirleriniz varsa lütfen yorum kutucuğuna yazın. Bana yol göstermiş hatta bir umut bile vermiş olabilirsiniz.

İyi okumalar!

17 Mart 2014 Pazartesi

TAMİRCİ-Bernard MALAMUD: Adaletin mahkumiyeti hiç bu kadar nefret dolu olmamıştı


Yıllar önce Kiev'deki Adam ismiyle yayınlanmış ama fazla da ilgi görememiş bu romanın, tam da yargının eşitliği ile ilgili kuşkular çoğalmışken yeniden basılarak okuyucuya sunulması zekice olmuş. 1911 yılında Kiev'de hunharca işlenen bir cinayetin tek sanığı olarak hapsedilen Yahudi köylüsü Yakov Bok'un yargılanmak için verdiği savaşı konu alıyor. Yanlış okumadınız, masumiyetini ispatlamaya daha gelemedik, suçunun yazılı olarak bildirilip mahkemeye çıkarılmasından bahsediyoruz. Cahil bir Yahudi köylüsü olan Yakov, kısır olduğuna inandığı beş yıllık karısından uzaklaşmış, sonucunda da karısı tarafından terkedilmiştir. Tek arkadaşı, kızının kaçışından dolayı suçluluk duygusuyla kıvranan kayınpederi Şmuel'dir. Tamirci olan Yakov bir gün küçük ve fakir köyünden gitmeye karar verir;

"Hayatımı tırnaklarımla kazanmak zorunda kaldım. İnsan sermayesi olmadan ne yapabilir? Ne yapabilirse ben de onu yaptım ama çok bir şey değil bu. Kırılan ne varsa tamir ederim - yürek dışında. Bu kasabada her şey dökülüyor. Ama çatlakların arasından Tanrı'yı gözetliyorsa kim tavanının aktığından şikayet eder ki? Diyelim ki tamir ettirmek istiyor, ki istemediklerini biliyoruz, bu kez de bunun parasını ödeyebilecek kim var ki? Çoğu zaman bedavaya çalışıyorum, şanslıysam bir tabak makarna veriyorlar. Bu yerde fırsat denen şey ölü doğmuş bir bebek gibi..."(s:13)

Kiev'e gelen Yakov Yahudi kimliğini saklar, o dönemde sadece Yahudilere ayrılmış gettolara yerleşeceğine Rusların arasında yaşamaya başlar. Bir gün yardım ettiği bir Rus (Nikolay Maksimoviç) sayesinde iş bulur, aslında Yahudi düşmanı olduğunu bildiği Maksimoviç'in fabrikasında çalışmaya başlar.  Kendisine asılan Maksimoviç'in topal kızına da yüz vermeyerek fazladan nefret puanları toplar. İşini çok iyi yapar, hayatında görmediği kadar para kazanmaya başlar, kitap alır, okur, giyinir. Ama bu harika hayat, yine yaptığı bir iyilik ile korkunç şekilde sona erer. Fabrika'nın yakınlarında on bir yaşında Hristiyan bir çocuk kanı akıtılmış halde ölü bulunur. Bu cinayetin bir Yahudi tarafından işlendiğine, bir tür Yahudi ayini olduğuna ve akıtılan kanla ekmek yapıp yendiğine inanan savcılar tarafından Yakov tutuklanır. Çünkü Yakov, dövülen bir Yahudi papazını gece vakti kurtarıp fabrikaya almış, ona baktıktan sonra da sabah erkenden göndermiştir. Ne yazık ki, Yakov'un gelişinden beri hırsızlık yapamamış olan eski fabrika şefi bunu görüp görevlilere bildirmiştir. Yakov Yahudi olduğunu itiraf eder ve çilesi başlar.

Gerçekte yazar Malamud Rus göçmeni bir yahudidir. Ancak küçük yaşta ailesiyle Amerika'ya göç etmiş, üstelik de agnostik olduğunu açıklamıştır. Kitabın kahramanı Yakov'da bu inançsızlığı Spinoza'nın felsefesi ile açıklıyor. Spinoza ise yüzyıllar önce Yahudilikten düşünceleri sebebiyle aforoz edilmiş bir filozof. Yazar, kahraman ve kahramanın tek inandığı filozof aynı kaderi paylaşıyorlar.



Yakov, kendisine ve adaletin eşitliğine inanan tek savci Biblikov'un kendisini kurtarabileceği umuduyla hapse girmiştir. Ancak Biblikov'da bir Yahudi avının ortasında kalmış Don Kişot gibidir, çaresizce yeldeğirmenleriyle savaşmaktadır. Yakov suçsuzdur ve buna inana tek kişi Biblikov'dur.

"Yakov, şunu aklından hiç çıkarma; eğer senin hayatının bir değeri yoksa benimkinin de yoktur. Kanun seni korumazsa, günün birinde beni de korumayacaktır. İşte bu yüzden seni yüzüstü bırakmak istemiyorum ve bu beni endişelendiriyor..."(s:180)

Yakov'un hayatı gün ve gün daha kötüye giderken Biblikov'un korktuğu başına gelir, Yakov'u koruyamayan kanun, onu da mahkum eder. Gerçek şu ki kitap bir çöküş kurgusu ve daha ne kadar kötü olabilir ki derken görüyoruz ki dibin sonu yok ve Malamud bizi başarılı bir serbest düşüşe bırakıyor. Önce hücre hapsi, sonra zincirlemeler, umudun ölümü, aklın kaybı, dostların yok oluşu derken her monotona girme ihtimalimizde Malamud bize taze bir kahraman sunuyor ve düşüş devam ediyor. Son olarak terk edildiği karısı tarafından da ziyaret edilen Yakov, onun hamileliğiyle bir kez daha yıkılıyor.

Tam üç yıl iddianameyi bekleyen Yakov aklını neredeyse yitirmek üzereyken bile, sürekli gelen itiraf et seni çıkaralım tekliflerini red ederek  doğru bildiğini yapıyor. Ölmeye bile korkuyor, zira mahkemeye çıkamadan ölürse suçsuzluğunu kanıtlayamaz.

Sonlara doğru düş ve gerçekliği iyice kaybeden Yakov Çar'la bile diyaloglara girer. Tüm toplumu etkileyen bu davada artık Yakov ne hapiste kalabilir ne de dışarı çıkabilir, herkes için korkunç bir çizgidir bu. Yahudi isyanı mı yoksa katliamı mı olacaktır?

"Sonradan da şöyle düşündü: Mücadelenin olmadığı yerde özgürlük yoktur. Spinoza ne der? Devlet, insanın doğasına aykırı gelen biçimlerde hareket ediyorsa onu yıkmak o kadar kötü bir şey değildir..." (s:341)

Gerçek bir hayat öyküsü ve davadan esinlenerek yazılmış bir roman Tamirci. Mendel Beilis genç Ortodoks Hristiyan  Andrei Yushchinsky 'yi öldürmek sebeiyle hapse atılıp yıllarca iddianamesini bekleyen, mahkemeye çıktığında da beraat eden inançlı bir Yahudi, Yakov'un temsil ettiği karakter. Tek fark, Malamud Yakov'un kefaret yıllarını yalnızlıkla örtmek için olsa gerek, gerçek hayatta olan karısı ve altı çocuğunu hatta Tanrıya olan inancını elinden alır. Böylece tutunacak tek dalı kalmayan biri için zaman çok daha uzun ve zordur.

Bu dönemde okunması gereken bir roman. Kafka harika bir önsöz ( ön satır diyelim) yazmış:

Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı...F.Kafka

İyi okumalar...

8 Şubat 2014 Cumartesi

İSA BU KÖYE UĞRAMADI - CARLO LEVİ


"- Biz Hristiyan değiliz, derdi köylülerim; İsa Eboli'ye uğramadı.
           Hristiyan onların dilinde insan demektir. Onların ağzından sık sık duyduğum bu söz belki aşağılık duygusunun acı belirtisiydi sadece. Biz Hristiyan değiliz, biz insan değiliz; insan diye değil, hayvan diye bakarlar bize, birer yük hayvanı gibi. Hayvandan da aşağı sayılırız, ecinnilerden bile aşağı, çünkü onlar, melekçe olsun, şeytanca olsun kendi hayatlarını yaşarlar; biz ise ufkumuzun ardındaki Hristiyan dünyasının baskısı, üstünlüğü altında ezilmişiz." s:1

1936 yılının Faşist İtalya'sında sosyalist düşünce ve yazılarından dolayı Güney İtalya'nın küçük bir dağ köyüne sürgüne yollanan Carlo Levi'nin iki yılını anlattığı kitap işte bu sözlerle başlıyor. Kuzey'in zengin ve eğitimli şehirlerinden sonra bu basit, fakir ve unutulmuş köyde Carlo Levi devlet ve köylü ilişkisine bakışını yeniden düzenleyecek. Hizmet vermek için köye uğramayan ama vergilerini aksatmadan toplayan, ordusuna asker çağıran bir devlet ile, bu düzene kızan ama karşı da durmayan, karşı duran (Eşkiyalar)lara karşı sempati duyan cahil ve fakir köylülerin hayatta kalma uğraşı.

Hürafelerin, büyülerin, cinlerin eşliğinde bulunan gömülerin, Amerika'ya para kazanma hayalleriyle giden erkeklerin, para vermediği için hastaya bakmayan, zaten artık doktor bile sayılamayacak doktorcukların, cahilliği destekleyen öğretmenin ve devlete iyi gözükerek terfi hayal eden muhtarın köyüdür bu. Sadece sürgünlerin yollandığı, hücre hapsine denk bir yer. Devlet Roma'dan çok uzak, ama kurallarını harfiyen uygulayan bir köy. Sarhoş ve yarı deli bir rahip, güzelliği sebebiyle peçeye mahkum edilmiş bir kadın, birbirleriyle konuşmaları yasak olduğu için ıslıkla yemek paylaşan iki genç sürgün, sansüre meydan okuyan bir posta ve memuru ve diğerleri işte bu kitabın diğer kahramanları.

Ne devlete, ne dine ne de adalete inancı yoktur bu köyün, sadece sabreder. Kurtuluş umudu yoktur, düzeltme, isyan etme, karşı çıkma yoktur. Bazıları sadece kaçar ama sonra yine döner bu küçük köye. Çünkü dışarda başka biri olma şansları yoktur. Amerika'ya gidenlerin çoğu İngilizce bile öğrenmeden dönmüştür köylerine büyük buhran sırasında. Onlar "kaderin kuludur. Devlet kaderin güçlerinden biridir, ekinleri yakan yel, kanı kurutan sıtma gibi. Kaderin karşısında yaşamak, susmak, beklemekten başka türlü olamaz."(s:71)

"Köylüler için devlet Tanrı'dan daha da uzaktadır, çünkü devlet hiç bir zaman onlardan yana olmamıştır. Devletin politika yolu, kuruluşu, programı ne olursa olsun. Köylüler anlamıyor bütün bunları; bir başka dil bu onlar için; anlamak istemeleri için bir sebep lazım, o da yok. Devlete karşı, propagandaya karşı bir tek korunma çareleri var, o da sabretmek." (s:69)

Metin, kurmacadan çok gerçek anılara dayandığı için belli bir olay örgüsüne sahip değil, karakterden karaktere ve günlük akışa göre değişiyor. Tıpkı hayat gibi, tek bir öyküye sadık değil, dağınık ve sonu yok. Yazarın aynı zamanda ressam olması betimlemelerine tuval havası veriyor ve çok canlı imgeler yaratıyor beyninizde. Yazarın yine sadece gözlemlerine yer vermesi sizi ciddi bir duygu erozyonundan koruyor, uzaktan tanıklık etmenizi sağlıyor. Anlatılanlar o kadar evrensel ki, sanki isimler Ahmet, Mehmet olsa bir Doğu Anadolu köyünde olduğunuzu düşüneceksiniz. Bir oğlunu dağa eşkıyaya kaptıran, diğerini orduya veren anne sanki  Güney İtalyan değil de Anadolulu. Batıl inançların benzerliği, büyünün varlığı, dinin şekil değiştirerek yöreye ait adetlerle harmanlanması ve oraya özel olması, ağa sistemi, fakirlik ve çaresizlik o  kadar benzer ki Satre'ın önsözde bahsettiği tekil evrenselliğin ne demek olduğunu içinizde hissedeceksiniz.

"Bizim bedenlerimiz dünyanın örgüsünde mevcuttur, ama dünya da benim bedenimin kumaşından yapıldı." Marleau-Ponty (s: 10)

Bu eser, yazarın dilimize çevrilen tek kitabı ne yazık ki. Tanışmak için tek şans. 1936ların İtalya'sını tanımak, benzerliklerimizi görmek, doğayla insan ilişkisine girmek, biraz da bu kadar benzer başlayıp bugün gelinen noktada ne kadar farklı yerlerde olduğumuzun hüznünü tatmak istiyorsanız doğru seçim.

Yazar, 1972 yılında zatürreden Roma'da ölür. Ama vasiyetine göre sürgüne gönderildiği Aliano köyüne gömülür. Kitapta bahsi geçen Gagliano köyü gerçekte burasıdır. Blogumu yazarın kendi çizimiyle resmettiği sürgün yeri resimleriyle renklendirmek istedim.
İyi okumalar!





22 Ocak 2014 Çarşamba

David Lodge - Düşünce Balonları

"Yarasa olmak nasıl bir şeydir?"  Thomas Nagel

Bunu yarasa olmadan bilmenin imkanı yoktur. Bilinç sadece deneyimlerinin sahibine özeldir. İnsan bilinci dendiğinde ortak bir takım özellikler olmasına rağmen öznel her deneyim bir bilinci diğerinden farklı kılar. Sonuç: Kimse kimsenin ne düşündüğünü bilemez!
Yazar Helen Reed ve akademisyen Ralph Massenger arasında başlayan ilişki işte bu argümandan yola çıkılarak anlatılmış. Gloucester Üniversitesine bir dönem yaratıcı yazarlık dersleri vermeye gelen yeni dul Helen Reed, kampüsün yakışıklı ve çapkın, aynı zamanda TV Showlarıyla  popüler profesörü Ralph Mesanger ile tanışır. Helen'in tek derdi Londra'daki evinden ve anılarından kopTmak, yeni bir hayata başlamak, Ralph'in ise evliliğine bir zarar gelmemesi kaydıyla kadınlarla ilgili her fırsatı değerlendirmek. Ama prensipleri var profesörümüzün, yakın çevredeki kadınlardan uzak durmak. Gerçi kitabın ilerleyen bölümlerinde bunun da çiğnendiğini göreceğiz.

Tüm kitap bu iki kişi arasındaki ilişkiyi, atılan her adımın arka plandaki nedenlerini, sonuç olarak görülenle gerçekte yaşananların farkını anlatıyor. Burada konuyu destekleyen özellik ise anlatım tarzı. Tüm kitap bilinç argümanı üzerine kurulduğu için ve sadece deneyimleyene özel olduğu için anlatımda da bunu ön plana çıkarmak amaçlı günlük ve bilinç akışı yöntemlerini seçmiş yazar. Böylece Helen'in düşüncelerini tuttuğu günlükten, Ralph'in bakış açısını da teybe kaydettiği bilinç akışı söyleşisinden öğreniyoruz. Tabi bu sayede birbirleriyle ilgili düşüncelerine de ulaşıyoruz. Bir araya gelinen bölümler bir kez de nesnel bakış açısıyla kitaba eklenmiş. Bu da okuyucuya bilgi vermek, etki altında kalmadan olaya bakabilmesini sağlamak için yapılmış. Yani bir yerde okuyucunun da bilinci yaratılıp devreye sokulmuş. Bence zekice! Bir tek olay ve üç bilinç...

"bu laf da ne ilginçtir bu arada, 'kendine gelmek', sanki hep kendimizde değilmişiz gibi... Aslında bu, ikinci çeşit bir kendinde olma halidir, ya da yansıtılmış kendinde olma hali de denebilir buna... Kendimizi, diğerlerinin algıladığı şekilde gördüğümüz zaman ya da diğerlerinin, bizim halimizin bilincinde olduklarını hissettiğimiz zaman olur bu, sanki çoğunlukla özel olan ve sadece kendimizin bildiği bir şeye erişmişler gibi..."

Helen'in dini yönü ağır basan kişiliği ve ahlak anlayışı ile taban tabana ters düşen inançsız Ralph'in her atağı yine bu yönler yüzünden geri çevrilir, ta ki ahlak, sadakat, güven ve evlilik gibi kavramların kutsallığına olan inanç ortadan kalkana dek. Helen'i bu süreçe taşıyan olaylar bir ilmek gibi yavaş  yavaş ve özenle örülmüş yazar tarafından. Ralph'in kalpsizliğine giden yol da yine merhametsizliğini kendince haklı çıkaracak taşlarla döşenmiş. Bir aldatılma hikayesi ve bir ölüm korkusunun insanlarda yarattığı değişikliğe inanamayacaksınız. En derin ve samimi sandığımız inançların bir anda allak bullak oluşu, hayatımızı adadığımız güvenli kalemizin başımıza yıkılması bizi nasıl da isyankar yapıyor değil mi?

Kitap hoş ama biraz da yüzeysel felsefi tartışmaları da inceliyor, bilimde yapay bilinci açıklamaya çalışıyor.
"  Sen kültür tarafından makine olduğunu fark etmemeye programlandırılmış bir makinasın."

Sonlara doğu karşılıklı atılmış e-postalar, söylenen ile düşünenler arasındaki uçurumu perçinlemek için yine iyi bir fikir olmuş. Bu arada İyi İş kitabına bir gönderme niteliğinde kitabın kahramanı Robyn Penrose'u bir seminer davetlisi olarak bu kitaba konuk etmek de okurun keşif keyfini tatmin ediyor.



Her ne kadar Helen'in tuttuğu günlüğü bir kadın olarak yeterince içten, samimi ve yeterli bulmasam da kitabın bu yazım tarzlarını anlatımı güçlendirmek için böylesine etkin kullanması hoşuma gitti. Okunması kolay, anlatılanlar derinlemesine incelendiğinde gerçekten ilginç. Belki de başka bir kapı açar size fikir dünyasında, kim bilir? Sadece bir aldatma kurgusu değil neticede Düşünce Balonları. Adı üstünde, Düşünce Balonları.
Bu arada yetişkin bir erkeğin kırkbeş saniyede bir seks düşündüğünü biliyor muydunuz?

İyi okumalar!

14 Ocak 2014 Salı

AHMET ÜMİT- BEYOĞLU'NUN EN GÜZEL ABİSİ

"Benim anam ağlayacağına onun anası ağlasın". Bir ölüm-kalım savaşında akılda olan tek cümle buysa ne merhamet beklenir ne de af. Sadece hayatta kalmak için diğerlerini en önce devirmektir amaç. İşte sokak kabadayılarının, kumar mafyasının, uyuşturucu tacirlerinin, pezevenklerin neden bu kadar gözü kara olduklarını açıklıyor bu söz.

Komiser Nevzat, geri döndüğü eski mekanı Beyoğlu-Tarlabaşı mevkini yılbaşı gecesi işlenen bir cinayetle yeniden keşfeder. Yardımcıları Ali ve Zeynep ile bu karışık, aşk, kumar ve uyuşturucu kokan cinayetin izini sürerken bir çok kayıp yaşama da dokunurlar. Neler yoktur ki o sokaklarda? 6-7 Eylül olaylarında saldırıya uğrayan, tecavüz ve cinayete maruz kalan Tarlabaşı'nın eski Rum ve Ermeni vatandaşlarının ruhları ve acı anıları mı? Gezi olaylarında hayatını kaybeden beş gencecik delikanlının cesur yürekleri mi? Anasız-babasız sokaklarda büyümeye çalışan tinerci çocukların çaresizlikleri mi? Yoksa ekmek kapısı bedenlerini satarak ruhlarını çoktan kaybetmiş orospular mı?
"Bu memlekette kadınların eti de, canı da sudan ucuzdur." Tarlabaşı'nda en çok kaybolanlar kadın ve çocuklar değil mi zaten?
Komiser Nevzat, kendi kayıplarının yasındayken, işi ve sevgilisi Evgenia  sayesinde hayata tutunmuştur. Diğer yandan kabuslarında halen ölen karısı ve kızı vardır. Katillerini bulamadığı ailesi. İçini yiyen en büyük acı da budur. Terzinin söküğünü dikememesi gibi. Her bir cinayete de bu yüzden daha çok asılmaktadır Komiser Nevzat.

Bir tetikçinin Ali tarafından öldürülmesi olayı daha da karıştırır. Aslında tüm bu karmaşanın sebebi biraz da Beyoğlu'nun kozmopolit yapısıdır. Enteller, kumarbazlar, tinerciler, orospular, küçücük bir mekanda yaşarsa olaylar da, nedenleri de arap saçına döner.

"Yaşlı erkeklerin aşkı fenadır Komiserim." Tüm bunların içine aşk ve kentsel dönüşümün rantı da karışmıştır. Nevzat'ın sorguladığı kadınların sevgiyi sadece şiddet ve zor kullanma olarak bilmesi de ayrı bir hüzün tabi.

Tüm bu karmaşanın altından aşk çıkarsa hiç şaşırmayın olur mu? Ama bildiğiniz bir aşk değil, saf çok ama çok saf bir sevgi, belki de bir pişmanlık, zamanı geriye alma isteği. O ortamda ne kadar ironik olurdu değil mi?
Post modern bir cinayet romanı Beyoğlu'nun En Güzel Abi'si. Kahramanın yazarıyla konuştuğu, yazarın kahramanını uyardığı bir roman. Biraz daha yakınlaşırlarsa sanırım Komiser Nevzat yok olmak zorunda kalacak. Çünkü gerçek olmaktan uzak bir kurgu kahraman olduğunu anladığı anda dünyası çökecek. Ahmet Ümit Komiserinden sıkıldı mı acaba, son macerasına mı hazırlıyor onu? Belki de Diyojen gibi kızı ve karısıyla bir sahil kentine yerleşti Nevzat, tüm bu ölümler Komiserin başında. Ve o da yazarı tarafından yok edilmek üzere.

Yazımı yine Ahmet Ümit'in kitabından bir alıntıyla bitirmek istiyorum;
" Hayat, yaşadıklarımızdan çok hayal ettiklerimiz değil mi zaten?"

İyi okumalar...