Hürriyet

>

22 Ocak 2014 Çarşamba

David Lodge - Düşünce Balonları

"Yarasa olmak nasıl bir şeydir?"  Thomas Nagel

Bunu yarasa olmadan bilmenin imkanı yoktur. Bilinç sadece deneyimlerinin sahibine özeldir. İnsan bilinci dendiğinde ortak bir takım özellikler olmasına rağmen öznel her deneyim bir bilinci diğerinden farklı kılar. Sonuç: Kimse kimsenin ne düşündüğünü bilemez!
Yazar Helen Reed ve akademisyen Ralph Massenger arasında başlayan ilişki işte bu argümandan yola çıkılarak anlatılmış. Gloucester Üniversitesine bir dönem yaratıcı yazarlık dersleri vermeye gelen yeni dul Helen Reed, kampüsün yakışıklı ve çapkın, aynı zamanda TV Showlarıyla  popüler profesörü Ralph Mesanger ile tanışır. Helen'in tek derdi Londra'daki evinden ve anılarından kopTmak, yeni bir hayata başlamak, Ralph'in ise evliliğine bir zarar gelmemesi kaydıyla kadınlarla ilgili her fırsatı değerlendirmek. Ama prensipleri var profesörümüzün, yakın çevredeki kadınlardan uzak durmak. Gerçi kitabın ilerleyen bölümlerinde bunun da çiğnendiğini göreceğiz.

Tüm kitap bu iki kişi arasındaki ilişkiyi, atılan her adımın arka plandaki nedenlerini, sonuç olarak görülenle gerçekte yaşananların farkını anlatıyor. Burada konuyu destekleyen özellik ise anlatım tarzı. Tüm kitap bilinç argümanı üzerine kurulduğu için ve sadece deneyimleyene özel olduğu için anlatımda da bunu ön plana çıkarmak amaçlı günlük ve bilinç akışı yöntemlerini seçmiş yazar. Böylece Helen'in düşüncelerini tuttuğu günlükten, Ralph'in bakış açısını da teybe kaydettiği bilinç akışı söyleşisinden öğreniyoruz. Tabi bu sayede birbirleriyle ilgili düşüncelerine de ulaşıyoruz. Bir araya gelinen bölümler bir kez de nesnel bakış açısıyla kitaba eklenmiş. Bu da okuyucuya bilgi vermek, etki altında kalmadan olaya bakabilmesini sağlamak için yapılmış. Yani bir yerde okuyucunun da bilinci yaratılıp devreye sokulmuş. Bence zekice! Bir tek olay ve üç bilinç...

"bu laf da ne ilginçtir bu arada, 'kendine gelmek', sanki hep kendimizde değilmişiz gibi... Aslında bu, ikinci çeşit bir kendinde olma halidir, ya da yansıtılmış kendinde olma hali de denebilir buna... Kendimizi, diğerlerinin algıladığı şekilde gördüğümüz zaman ya da diğerlerinin, bizim halimizin bilincinde olduklarını hissettiğimiz zaman olur bu, sanki çoğunlukla özel olan ve sadece kendimizin bildiği bir şeye erişmişler gibi..."

Helen'in dini yönü ağır basan kişiliği ve ahlak anlayışı ile taban tabana ters düşen inançsız Ralph'in her atağı yine bu yönler yüzünden geri çevrilir, ta ki ahlak, sadakat, güven ve evlilik gibi kavramların kutsallığına olan inanç ortadan kalkana dek. Helen'i bu süreçe taşıyan olaylar bir ilmek gibi yavaş  yavaş ve özenle örülmüş yazar tarafından. Ralph'in kalpsizliğine giden yol da yine merhametsizliğini kendince haklı çıkaracak taşlarla döşenmiş. Bir aldatılma hikayesi ve bir ölüm korkusunun insanlarda yarattığı değişikliğe inanamayacaksınız. En derin ve samimi sandığımız inançların bir anda allak bullak oluşu, hayatımızı adadığımız güvenli kalemizin başımıza yıkılması bizi nasıl da isyankar yapıyor değil mi?

Kitap hoş ama biraz da yüzeysel felsefi tartışmaları da inceliyor, bilimde yapay bilinci açıklamaya çalışıyor.
"  Sen kültür tarafından makine olduğunu fark etmemeye programlandırılmış bir makinasın."

Sonlara doğu karşılıklı atılmış e-postalar, söylenen ile düşünenler arasındaki uçurumu perçinlemek için yine iyi bir fikir olmuş. Bu arada İyi İş kitabına bir gönderme niteliğinde kitabın kahramanı Robyn Penrose'u bir seminer davetlisi olarak bu kitaba konuk etmek de okurun keşif keyfini tatmin ediyor.



Her ne kadar Helen'in tuttuğu günlüğü bir kadın olarak yeterince içten, samimi ve yeterli bulmasam da kitabın bu yazım tarzlarını anlatımı güçlendirmek için böylesine etkin kullanması hoşuma gitti. Okunması kolay, anlatılanlar derinlemesine incelendiğinde gerçekten ilginç. Belki de başka bir kapı açar size fikir dünyasında, kim bilir? Sadece bir aldatma kurgusu değil neticede Düşünce Balonları. Adı üstünde, Düşünce Balonları.
Bu arada yetişkin bir erkeğin kırkbeş saniyede bir seks düşündüğünü biliyor muydunuz?

İyi okumalar!

14 Ocak 2014 Salı

AHMET ÜMİT- BEYOĞLU'NUN EN GÜZEL ABİSİ

"Benim anam ağlayacağına onun anası ağlasın". Bir ölüm-kalım savaşında akılda olan tek cümle buysa ne merhamet beklenir ne de af. Sadece hayatta kalmak için diğerlerini en önce devirmektir amaç. İşte sokak kabadayılarının, kumar mafyasının, uyuşturucu tacirlerinin, pezevenklerin neden bu kadar gözü kara olduklarını açıklıyor bu söz.

Komiser Nevzat, geri döndüğü eski mekanı Beyoğlu-Tarlabaşı mevkini yılbaşı gecesi işlenen bir cinayetle yeniden keşfeder. Yardımcıları Ali ve Zeynep ile bu karışık, aşk, kumar ve uyuşturucu kokan cinayetin izini sürerken bir çok kayıp yaşama da dokunurlar. Neler yoktur ki o sokaklarda? 6-7 Eylül olaylarında saldırıya uğrayan, tecavüz ve cinayete maruz kalan Tarlabaşı'nın eski Rum ve Ermeni vatandaşlarının ruhları ve acı anıları mı? Gezi olaylarında hayatını kaybeden beş gencecik delikanlının cesur yürekleri mi? Anasız-babasız sokaklarda büyümeye çalışan tinerci çocukların çaresizlikleri mi? Yoksa ekmek kapısı bedenlerini satarak ruhlarını çoktan kaybetmiş orospular mı?
"Bu memlekette kadınların eti de, canı da sudan ucuzdur." Tarlabaşı'nda en çok kaybolanlar kadın ve çocuklar değil mi zaten?
Komiser Nevzat, kendi kayıplarının yasındayken, işi ve sevgilisi Evgenia  sayesinde hayata tutunmuştur. Diğer yandan kabuslarında halen ölen karısı ve kızı vardır. Katillerini bulamadığı ailesi. İçini yiyen en büyük acı da budur. Terzinin söküğünü dikememesi gibi. Her bir cinayete de bu yüzden daha çok asılmaktadır Komiser Nevzat.

Bir tetikçinin Ali tarafından öldürülmesi olayı daha da karıştırır. Aslında tüm bu karmaşanın sebebi biraz da Beyoğlu'nun kozmopolit yapısıdır. Enteller, kumarbazlar, tinerciler, orospular, küçücük bir mekanda yaşarsa olaylar da, nedenleri de arap saçına döner.

"Yaşlı erkeklerin aşkı fenadır Komiserim." Tüm bunların içine aşk ve kentsel dönüşümün rantı da karışmıştır. Nevzat'ın sorguladığı kadınların sevgiyi sadece şiddet ve zor kullanma olarak bilmesi de ayrı bir hüzün tabi.

Tüm bu karmaşanın altından aşk çıkarsa hiç şaşırmayın olur mu? Ama bildiğiniz bir aşk değil, saf çok ama çok saf bir sevgi, belki de bir pişmanlık, zamanı geriye alma isteği. O ortamda ne kadar ironik olurdu değil mi?
Post modern bir cinayet romanı Beyoğlu'nun En Güzel Abi'si. Kahramanın yazarıyla konuştuğu, yazarın kahramanını uyardığı bir roman. Biraz daha yakınlaşırlarsa sanırım Komiser Nevzat yok olmak zorunda kalacak. Çünkü gerçek olmaktan uzak bir kurgu kahraman olduğunu anladığı anda dünyası çökecek. Ahmet Ümit Komiserinden sıkıldı mı acaba, son macerasına mı hazırlıyor onu? Belki de Diyojen gibi kızı ve karısıyla bir sahil kentine yerleşti Nevzat, tüm bu ölümler Komiserin başında. Ve o da yazarı tarafından yok edilmek üzere.

Yazımı yine Ahmet Ümit'in kitabından bir alıntıyla bitirmek istiyorum;
" Hayat, yaşadıklarımızdan çok hayal ettiklerimiz değil mi zaten?"

İyi okumalar...