Hürriyet

>

23 Nisan 2014 Çarşamba

SUNSET BULVARI VE BİR USTA


Çok ünlü bir şefle yemek yapmak, iyi bir yazar ile öykü yazmak, Atilla Dorsay ile film seyretmek! Bunlar benim mutlaka yapmam gereken şeyler listesinden alıntı. Daha var, bu kadar değil hayallerim. Mesela piyanoda en az bir eseri ezberden ve hatasız çalabilmek, bir kitap yazmak ve daha bir sürü şey. Bunları hayal edip gerçekleştirmek beni zinde tutuyor, amaç veriyor. Sadece işe gidip gelmek, arkadaşlarla eğlenmek, seyahate çıkmak yetmiyor işte. Kendimi zorlamak, şansımı yaratmak, zoru başarmak, beni tatmin ediyor. O yüzden de belki PS oynamaktan, sudoku çözmekten ve puzzle yapmaktan vazgeçemiyorum. Peki bunlardan neden bahsettim? Listedeki bir şıkkı daha gerçekleştirdim de ondan. Hangisi mi? Yo, piyano daha değil, başlayalı dört ay oldu, en az bir yıl zaman verdim kendime, diğeri, hani şu film ile ilgili olan, sıkı durun geliyor:
Atilla Dorsay ile bir film izlemek, onunla filmi tartışmak, eleştirmek, dünya sinemalarından bahsetmek, işte bu şık 22 Nisanda hayata geçti. Bumerang'ın katkılarıyla yirmiye yakın blogger, Hürriyet Dünyasında, Çetin Emeç salonunda Atilla Dorsay ile Sunset Bulvarı'nı seyredip sinemadan konuştuk. Aslına bakarsanız sinemayla ilgim öykü düzeyindedir. Yani beni senaryo çeker, kurgu çeker. Olay örgüsünü incelemeyi severim. O gün de ben bunu yaptım, ama eksik kalan yönlerimi Atilla Bey engin bilgisiyle tamamladı.
Öncelikle 1950 yapımı, üç oskarlı, bir film noir olan Sunset Bulvarı'nı izledik. Atilla Dorsay bizim için seçmiş. Açıkçası daha önce ancak yarısını seyredebilmiş biri olarak ( sıkıntı sebebiyle değil, film sitelerinin azizliği sebebiyle) keyifle izledim. Öyküyü de basitçe üç kurguya ayırdım. İki ana ve bir yardımcı olay örgüsü var. Ayartma ve Çöküş kurguları ana olay örgüsü, bunların bağlantısını ve tetiklenerek sonlanmasını sağlayan ise yan kurgu Aşk. Ayartma kurgusunun kahramanı genç ama parasız yazar Joe Gills (William Holden)dir. Parasız ve çaresiz olduğu için şeytanla bile pazarlığa oturacak haldedir. Ev kirasını ödeyemez, araba taksitlerini yatıramadığı için arabasını kaybeder.  Kader onu sessiz film yıllarının ünlü Norma Desmond'u ile karşılaştırır. Bu yaşlı kadına, parası, sağladığı olanaklar karşılığında ruhunu satmıştır artık. Asla gerçekleşmeyeceğini bildiği bir senaryo yazılımını üstüne alarak o eve yerleşir. Bu kurgu Joe'nun neden Norma ile birlikte olduğunu açıklar.
 Çöküş kurgusunun ana karakteri Norma Desmond (Gloria Swanson), sesli filmlere geçiş ile birlikte sinema endüstrisinden kopmuş, ama hala egosundan bir şey kaybetmemiş zengin aktristir. Koca malikanede uşağı ile birlikte yaşamakta ve kendine yeniden yaşama sevinci veren Joe Gills'e umutsuzca tutunmaktadır. O kadar bağlanmıştır ki, yazarın gidişi intihara kalkışmasına yeterlidir. O yüzden de karşılıklı umutsuz bir bağ içindedirler. (Parasızlık-yalnızlık) Gloria Swanson gerçekten de sessiz sinemadan gelen bir yetenek. Dolayısıyla abartılı oyunculuğunu doyasıya bu filmde kullanmış. Yine sesli film ile birlikte unutulmuş bir star. Çöküş kurgusunun kurallarına uygun olarak tüm karakterleri kendine çeken, mahvolmaya giden yolda kendine eşlik etmelerini sağlayan, güçlü melankolik rolünü de mükemmel oynamış bir yıldız. Aşk kurgusu, bu zorunlu ikilinin birlikteliğini sarsıp sonunu getirecek başka bir imkansızlık ( arkadaşımın aşkı) klişesi ile sonu getirmek için yaratılmış.
 Filmin konusu kısaca bu, sonunu tahmin edersiniz sanıyorum. Her ayartma kurgusunda olduğu gibi kahramanımız (Joe Gills) bir bedel öder, her çöküş kurgusunda olduğu gibi kahramanımız (Norma Desmond) yokoluşa giderken beraberinde diğerlerini de çeker ve her aşk kurgusunda olduğu gibi aşıklar aşılmaz engeller sebebiyle birleşemezler. Sonuçta sinema dünyasının unutulmazları arasına giren, özgün senaryo dalında oskar alan, 1989'da da ABD Kongre kütüphanesinin arşivlerine girmeye hak kazanan bir eser çıkmış. Atilla Dorsay bu film hakkında gerçekten ilginç bilgiler verdi. Örneğin filmde uşağı canlandıran, ama filmin ortalarında Norma'nın ilk kocası ve ilk yönetmeni olduğunu itiraf eden aktör Erich Von Strohiem, aslında Gloria Swanson'un gerçek hayatta ilk kocası ve ilk yönetmeni. Tabi uşak olmamış ama yönetmenliği gerçekten bırakmış.
Film Hollywood'u gerçekten çok sert eleştirdiği için izleyen bir çok yönetmeni (MGM'in başı Meyer) kızdırmış. Billy Wilder ise sadece "Fuck off" diye yanıtlamış eleştirileri.
Diğer bir özelliği siyah-beyaz çekilmesi. Bu da hem sessiz dönem filmlerine bir saygı duruşu niteliğinde, hem de film-noir türüne uygun. Malta Şahini (The Maltese Falcon, 1941), Elmas Hırsızları (The Asphalt Jungle, 1950) bu türe Atilla Dorsay'ın verdiği başlıca örnekler.
Billy Wilder hem senarist hem film yönetmeni ve yapımcısı olarak çok başarılı olmuş. Bir çok ünlü filme imzasını atmış, yedi kez de oskarı havaya kaldırmış.

Bu güzel filme ve güzel güne dair anlatacak çok şey var. Ama sanırım bugünlük bu kadar yeter. Son olarak filmden bir replikle yazımı bitirmek istiyorum:

Joe Gills: "Sen eski büyük Norma Desmond değil misin?"

Norma: " Ben hala büyüğüm. Filmler küçüldü."

Benim de yazmak istediğim çok şey var ama sayfam küçük. Hepinize iyi seyirler...


Beraber günü geçirdiğim blogger arkadaşlarımın konuyla ilgili  yazılarına da bakmak isterseniz aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz.

http://www.celebialper.com/
http://www.karanliksinema.com/
http://ipeksuer.com/
http://kafadergi.blogspot.com.tr/
http://mustafapektas.tumblr.com/
http://www.oscarfavorite.com/
http://www.fozdemir.com/
http://usengecsef.blogspot.com/
http://tubadilbaz.com/
http://www.evrenbaser.com/site/
http://www.rahatyazar.com/
http://portakalla.blogspot.com.tr/
http://decorideatr.blogspot.com/
http://kayipruh.com/
http://blogcunundefteri.blogspot.com/
http://seker-oglan.blogspot.com.tr/
http://www.blog.sakarpiyon.com/
http://www.denizinsarkisi.blogspot.com.tr/
http://www.diliminayariyok.com/
http://sessizfilmedebiyat.wordpress.com/
http://ebubekiragbaba.blogspot.com.tr/
http://www.filmdiliveedebiyati.com/
http://kutsalsinema.blogspot.com.tr/



8 Nisan 2014 Salı

Hazine Avcıları- Tesadüflerin Filmi


Bir filme neden gidersiniz? Yönetmene mi, oyunculara mı, aldığı ödüllere mi, yoksa konusuna mı bakarsınız? Çoğunluğun oyunculara ve konuya baktığını düşünürsek bu filmin gişe rekorları kırması gerekiyor. Konu, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin kaçırdığı değerli sanat eserlerinin peşine düşen bir grup sanat uzmanı. Yani macera vadeden, ismiyle ünlü İndiana Jones'u hatırlatan, zamanlamasıyla da yine o filme gönderme yaparak seyircide yüksek bir beklenti yaratan bir konu. Oyuncular ise Hollywood yıldızlar geçidi. George Clooney, Bill Murray, Matt Damon, Cate Blanchet, John Goodman vs. Neredeyse tüm Hollywood toplanmış. Peki un var, şeker var, helva nerede?

Ne yazık ki helva yok, ortada korkunç bir bulamaç var. Neresinden tutsanız elinizde kalan bir film. Öncelikle kahramanlara bakalım. Frank Stones rolündeki George Clooney ana karakter olarak filmi toparlamaktan sorumlu. Fikir ondan çıkıyor ve altı diğer sanat uzmanını askere aldıran kişi de kendisi. Ama film boyunca en ufak bir liderlik özelliği (kararlılık, sorumluluk, plan) göstermiyor. Bu kadar ünlü yıldızların kişisel kabiliyetleri de bu yüzeysel karakterleri derinleştirmeyi başaramamış. O kadar inceliksiz verilmiş ki karakterler ve geçmişleri, seyirci bir empati kurarak onlarla maceraya giremiyor, onlar için üzülüp sevinemiyor. Sadece bakıyoruz, tüm film boyunca baktığımız gibi. Sadece Matt Damon, belki de Blanchet ile sahnelerinin çokluğundan olsa gerek azıcık da olsa bir  empati yaratabildi. O da filmin kurgusal açıdan oldukça sıkıcı bir bölümünde yaşandı. Tabi ki bir macera filminde zihin karakterlerine ihtiyacınız yoktur. Çünkü orada aksiyon vardır ve bu filmi götürür. Buradaysa ne aksiyon ne de gelişen karakterler var. Ortada bir yerde kalakalmış. Ham bir meyve gibi. Dolayısıyla ne Bill Murray'in duş sahnesinde duygulandık, ne de Bonneville'nin Meryem Heykelini korurken yazdığı son mektuptan etkendik. Karakterler oturmazsa, o insanların yaptıkları da seyirciyi etkilemez.

Gelelim kurguya, tipik bir macera kurgusu, evlerinden uzağa hazine için giden bir grup insan, yaşanan maceralar ve eve dönüş. Varsa küçük bir aşk da ortamı şenlendirir. Bunların hepsi kurgu gereğidir ve filme baktığımızda yapılmış. Ancak bir sorun var, neden-sonuç ilişkisi değil, bir tesadüfler zinciri olay örgüsünü oluşturuyor. Bill Murray'in dişi kırılmasa asla eser kaçakçısı nazi subayına ulaşamazlardı. Çünkü dişçinin yeğeni! Burada Maradona'nın dünya kupasında yıllar önce attığı gole gönderme yapacağım, Allahın Eli! Bir filmde bu olmaz! İncelikle planlanmalıdır her şey. Planı bozan aksaklıklar tabi ki olacaktır ve olmalıdır da. Ama tamamen plansız bir grup insanın diş kırması sonucu gittikleri dişçi aracılığıyla eserlere ulaşmasını son derece anlamsız buluyorum. Ya o diş kırılmasaydı? Koskoca Almanya'da başka bir dişçiye gitselerdi? Seyirciyi aptal yerine koymaktır bu.
Bir filmde ilk 20 dakika çok önemlidir, konuya girdiniz, seyirciyi maceraya soktunuz soktunuz, sokamadınız, geçmiş olsun, seyirciyi kaybettiniz. Nitekim bu filmde de ilk yarı uzadıkça uzayıp, aksiyonsuz, iç kıyıcı sahnelerle geçti. Salonun yarısı ikinci yarı yoktu. Son 20 dakika da bir o kadar önemlidir, zirvenin yapılıp finale gelindiği anlardır. Ama ne yazık ki yine aksiyon yok, zaten o Meryem Heykeline ısınamamıştık, bulununca da sevinemedik, kurguya uygun, beklenen final, ama seyircide gram his uyanmıyor.
Bir kitaptan uyarlama olduğunu biliyorum. Ama sadece kitaptan esinlenselermiş ve kurmaca bir macera yaratsalarmış çok daha keyifli bir film olabilirmiş.
Mesaj güzel, savaş bitecek ve geçmişimizi yok edersek gelecek nesillere ne göstereceğiz? Sanat,uğruna ölünecek kadar önemlidir. Ama bu iki satır için 120 dakika heba etmeye değer mi, düşünülmeli.
Sonuç olarak, o kadar ünlüye, masrafa, uğraşa çıka çıka bu çıkmış, bir tesadüf filmi! Ben beğenmedim, vakit kaybı olarak görüyorum. Ama derseniz ki, giderek daha çok Sean Connary'e benzeyen bir George Clooney için değer, o zaman lafım olmaz.
Son bir tavsiye; bolca yiyecek takviyesi alın, kuru kuruya hiç gitmiyor :)




5 Nisan 2014 Cumartesi

DR. UYKU- Stephen King



Bir kez daha gerilim ustası, kurgu kralı Stephen King karşımızda. Yeni kitabı Doktor Uyku ile yine insan zayıflıkları ve korkularıyla oynuyor. Günümüz modern insanın, özellikle Amerikalıların psikolojik analizlerini en anlaşılır yazan kişi. Dili o kadar basit, o kadar akıcı ki anlattığı çatışmalarda acaba ne dedi, kime gönderdi gibi soru işaretleriniz yok, aynen anladığınız gibi devam edebilirsiniz okumaya. Alt yazı yok, mesaj yok. Varsa da zaten içinizde hissediyorsunuz. Neyse, gelelim kitaba;

 Medyum'un çocuk kahramanı Danny Torrance artık büyümüş, serseri bir alkolik olarak oradan oraya beş parasız sürüklenmektedir. Arada para kazanmak için bakımevlerinde çalışmakta, yaşlı insanların son anlarında onlara refakat ederek huzurlu ölmelerini sağlamaktadır. Medyum'dan bildiğimiz "ışıltı"sı azalmış, ancak yok olmamış, ölüme yardım eder hale gelmiştir. İlerde bir türlü unutamayacağı bir hata yapar, kendini yollara vurur, sonunda minik bir kasaba olan Fraizer'e gelir. Tanıştığı başka bir ışıltılı Billy Freeman tarafından işe alınır ve hayatı o andan itibaren değişmeye başlar. Bundan sonra bir yandan alkol bağımlılığıyla savaşır, geçmişinde yaptığı hatalarla yüzleşip kendini affetmeye çalışır ve en önemlisi hiç tanımadığı, hatta varlığını bile bilmediği yeğenini korkunç enerji vampirlerinden korumak için hayatı pahasına bir kavgaya girer. Daha fazla detay kitabın heyecanını kaçıracağından burada duruyorum ve kitapla ilgili hayal kırıklığımdan bahsetmek istiyorum.

Öncelikle King bu kitabında yine eskilerden bir kahramanını alıp canlandırmış. Bir önceki romanı 22/11/63 te de "O" (It) romanının kahramanlarına gönderme yapmıştı. Bana bu, güzel bir eskileri pazarlama taktiği gibi gelmişti o zamanlar. Şimdiyse bir öykü stratejisi olarak algılıyorum.

 Eski bir okur olduğumdan King'in acımasızlığını iyi bilirim. Karakterlerini yerden yere vurur, en büyük korkularını karşılarına çıkarır, dibin dibini bulmadan da onlara huzur vermez. Yardımcı karakterler, genellikle aileden en zayıf kişi ( en güvendiğin kişi kim? Baban, ama baban bir alkolik ve senin beynini dağıtmak istiyor!) kahramanın kabusu olur. Medyum, O, Sis, Hayvan Mezarlığı işte tüm bu acımasız kabusları barındıran kitaplardı. Ne yazık ki son iki kitabında King oldukça yumuşamış, karakterlerini pek erken affedip, onları yerden yere vurmayı bırakmış ve yumuşacık, herkes ermiş muradına tarzı bitişlere geçmiş. Ben bundan açıkçası rahatsızım. 22/11/63 eleştirimde de bunu yazmış ve bu sonu King'in yazmadığına yemin edebilirim demiştim. Gerçekten de oğlunun yazdığını son sözlerde okudum. Bu kitapta da oğlunun etkisi büyük bence. Dan en az bir kez iyileşme sürecinde içip dibi bulmalıydı, Abra'nın ona en ihtiyaç duyduğu anda sarhoş olmalıydı. Okuyucunun içi gitmeli, Dan'in iç savaşının içinde kahrolmalıydı. Sadece kahramanı değil, okuyucuyu da duvardan duvara vurmalıydı. Sis'te yaptığı gibi, boğazımızda bir yumrukla kitabı kapatmalıydık. Ama ben o yumruğu ne yüzümde ne de boğazımda hissedemedim tüm kitap boyunca. O zaman niye gerilim romanı okuyayım ki? Stephen King Medyum'da oğlunu çekiçle kovalayan alkolik bir baba yaratabiliyor, beyinler duvarlara saçılıyor, Hayvan Mezarlığında oğlunun öldürdüğü karısını canlandıran ve mutfakta yarı deli bir şekilde "Hoş geldin Rachael" diyen bir koca yaratabiliyor ama son iki kitabında " happly ever after" sonlar yazıyor. Ters giden bir şeyler var sevgili okuyucular, bakın demedi demeyin, King'in tarzı son derece bariz ama kitabın sonları da o derece aykırı. 21. yy gerilim kitaplarında mutlu son modası mı var acaba? Daha mı çok satıyor?

Sonuç olarak asla kötü değil, ama yine bir yumruk yiyememenin acısıyla kitabı bitirdim, S.K. 'in bundan sonra başka bir kitabını da okur muyum bilemem. Eskilere dönmek belki daha güzel, Carrie gibi mesela. Seçim sizin. Ben sadece hissettiklerimi yazdım Sizin farklı ya da benzer fikirleriniz varsa lütfen yorum kutucuğuna yazın. Bana yol göstermiş hatta bir umut bile vermiş olabilirsiniz.

İyi okumalar!